Gazeteci Yücel Özdemir, İslam ve göçmen düşmanlığı; küresel salgın ve Ukrayna Savaşı’yla birlikte ekonomik, sosyal ve toplumsal sorunlardaki derinleşme sonucu gelecek kaygısının aşırı sağın yükselişini sağladığını belirtti. Özdemir, insanlığın ortak evrensel değerlerinden vazgeçip ulusal sınırlar ve kimlikler öne çıkınca herkesin eksenini oraya çevirdiğini; bunun da hem sağda hem de solda alan bulduğunu ifade etti.
Avrupa Parlamentosu seçimleri 6 Haziran’da başlayıp 9 Haziran’da bitti. 350 milyon seçmenin olduğu Avrupa Birliği’nde parlamento çoğunluğu aşırı sağ partilere geçti. Özellikle Suriye savaşı sonrası mülteci ve göçmen karşıtı söylemler ile Avrupa’da kendilerine karşılık bulan bu partiler, küresel salgın, ekonomik durgunluk ve Ukrayna savaşı gibi birçok etkinin de karşısında söylemler üretti. Almanya’da yaşayan Evrensel ve Yeni Hayat gazeteleri yazarı Yücel Özdemir, Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarıyla ilgili ANF’nin sorularını yanıtladı.
AP seçimleri sağcı partilerin galibiyetiyle sonuçlandı, ortaya çıkan seçim sonuçlarını nasıl değerlendirmeli? Avrupa önümüzdeki yıllarda nasıl şekillenecek? Avrupa Parlamentosu’nun işleyişine bu durum ne kadar etkide bulunacak?
Seçim sonuçları aslında bekleniyordu. Seçimlerden önce yapılan pek çok kamuoyu araştırması, Avrupa'da aşırı sağ muhafazakarların, milliyetçilerin ve sağ popülistlerin bir yükseliş içerisinde olduğunu gösteriyordu zaten. Pek çok ülkede birinci ya da ikinci olacağı net bir şekilde görünüyordu. O açıdan çok büyük bir sürpriz yok.
Avrupa’yı nasıl şekillendireceği ya da AP’nin işleyişinde nasıl bir etkisi olacağını ancak önümüzdeki dönemde görebiliriz ama biz 2015'ten beri görüyoruz ki; Avrupa'da ülkeler bazında göçmen, mülteci karşıtlığı ve düşmanlığı kullanan parti ile akımlar yükseliş içerisinde. Fransa'da Le Pen zaten yükseliş içerisindeydi ve seçimlerde de ikinci durumdaydı. Bu seçimlerde Le Pen ve partisi Ulusal Birlik birinci oldu. Büyük ihtimalle 2027'deki seçimlere de bir etkisi olacak gibi görünüyor. İtalya'da zaten Fratelli d'Italia (İtalya'nın Kardeşleri) yani Giorgia Meloni’nin partisi birinci partiydi. Avusturya'da FPÖ (Avusturya Özgürlük Partisi) zaten bir yükseliş içerisindeydi. Avusturya’da bir Ibiza skandalı vardı, bu skandalı aştıktan sonra FPÖ tekrar Avusturya'da birinci parti oldu.
Aşırı sağın birinci olduğu ülkeler grubu var, biraz daha Akdeniz ülkeleri, yani İtalya, Fransa gibi. İspanya'da da yine sağcı Vox Partisi bir yükseliş içerisinde.
Yine Avusturya-Balkan rotası var, buralar da yine mültecilerin geldiği bölgeler. Biraz arkaya, kıyı Akdeniz sınırından geriye çekildiğimizde tablo değişiyor; Almanya, Hollanda, Belçika gibi ülkelerde aşırı sağ partilerin ikinci olduğunu görüyoruz. Kuzey Avrupa'ya doğru gittiğimizde bu seçimlerde aşırı sağın güç kaybettiğini ve onların yerine sosyal demokrat, yeşil, liberal ve muhafazakâr partilerin durumlarını koruduğunu ve de aşırı sağın yükseliş içerisinde olmadığını görüyoruz. Bir de Doğu Avrupa ülkeleri bu sefer biraz farklı bir şey yaptı.
Ne gibi?
Bulgaristan, Romanya, Çekya, Slovakya gibi ülkelerde klasik muhafazakâr, sosyal demokrat partiler çizgisini korudu. Aslında ülkeden ülkeye farklı bir tavrı var. Toplamında tabii ki önceki dönemine göre Avrupa Parlamentosu fraksiyonunda hem Avrupa Muhafazakârlar ve Reformcular Fraksiyonu hem Kimlik ve Demokratlar Fraksiyonları hem de Klasik Hristiyan Demokrat Partiler; yani muhafazakâr partiler, orta muhafazakâr diye tanınan Almanya'daki Hristiyan Demokrat Parti, Fransa'da Cumhuriyetçiler, eski muhafazakâr partiler aslında daha da sağcılaşarak güç topladı. Bu tabloda göçmenlerin özellikle Akdeniz kıyılarında ya da Avustralya'ya geldiği bu kısımlarda sağın daha da yükseldiğini görüyoruz.
Sağın yükselmesi sadece göçmenlere bağlanabilir mi yoksa Avrupa'da uygulanan neoliberal politikalar etkili mi, örneğin Fransa'da ya da Almanya'da çiftçilerin uzun süren ve yaygın eylemleri oldu. Bu eylemler sağ partiler tarafından da destekleniyordu. Bunların etkisi nasıl?
Tek başına mülteci, İslam ve göçmen düşmanlığıyla açıklamak yanlış olur. Bu bir neden. İkinci bir neden, ülkelerdeki ekonomik, sosyal ve toplumsal sorunlardaki derinleşme. Koronayla birlikte başlayan özellikle Avrupa'daki ekonomik durgunluk ve bu durgunluğun yaşam standartlarında bir gerilemeye yol açtığını, hayat pahalılığını artırdığını söyleyebiliriz. Buna daha sonra Ukrayna Savaşı da eklendi. Salgından sonra Ukrayna Savaşı, Avrupa'da artan enerji fiyatları, yoksulluk, gelecek kaygısı ve endişesi giderek büyüyünce aşırı sağ partiler bunları kullandı. Bu üç faktöre bir de dördüncü faktör olarak Avrupa Birliği’ne eleştiriler var. Özellikle yükseliş içerisinde olan sağ partilerin bir kısmı Avrupa Birliği'nin merkezi yapısını, dayatmasını ulus devletlerin kendi çıkarlarını koruma ve kendi çıkarlarını için hareket etmesinin önünde engel olduğunu savunuyor. Artık ulus devletlerin çok daha güçlü olması gerektiğini ifade ediyorlar. Dolayısıyla ekonomiden tutalım diğer alanlara kadar, Avrupa'nın merkezden dayatmalarına karşı -ki bu partilerden bir kısmı örneğin Fransa'daki Le Pen ya da Hollanda'daki Wilders Hareketi- iktidara geldiklerinde Avrupa Birliği'nden çıkmayı ifade ediyorlar.
Brexit gibi mi?
Evet, Almanya'da AfD'de Brexit diyor, İngiltere'dekinin benzeri olarak. Avrupa merkezinden kaçış eğilimlerini güçlendiren ve onları dile getiren partiler bunlar ama bu seçimlerde o taraf çok fazla öne çıkmadı. Daha çok Ukrayna Savaşı’nın yaratmış olduğu etkileri gündeme getirdiler. Ukrayna Savaşı'nın Avrupa halklarına faturası ağır oldu. Ulusal partiler de birden savaş karşıtı bir havaya büründü. Savaş konusunda daha muhalif bir pozisyona düştüler.
Peki mesela Ukrayna Savaşı dünyayı da etkileyen bir durum. Avrupa'daki sağın yükselişi, Ukrayna Savaşı'nda da bir nevi muhalif taraf düşmeleri vs. hem dünya hem de Avrupa'da bir hegemonya değişimini de işaret ediyor mu?
Zaten bir yönü dünya üzerindeki hegemonya paylaşım mücadelesinde, yani emperyalist paylaşım mücadelesinde ülkelerin nerede durduğuyla ilgili. Genel olarak Avrupa Birliği olarak bütün bu emperyalist paylaşım mücadelesi içerisinde durma pozisyonu olmadı. Yani her ülke kendi çıkarlarına göre davrandı. İngiltere kendi çıkarına göre davrandı, Fransa geç kaldı diyelim ama Almanya, Amerika'dan sonra Ukrayna konusuna en fazla angaje devlet oldu. Bütün bunları yaparken Avrupa Birliği adına yapmadılar. Her ülke dünyada bir hegemonya mücadelesi yürütürken “ben ne kadar yukarıda olurum” diye hareket etti. Bugünkü yerleşik düzen partilerinin çoğunluğu bunu söyledi. Aşırı sağcılar da aslında bütün bu kaotik ortamda ulus devletin güçlü bir şekilde sahne almasını söylüyor. Onun için Avrupa Birliği’nin arka plana itilmesini istiyorlar ve zaten bu paylaşım mücadelesi Avrupa Birliği’nin bir aktör olamayacağını da gösterdi. Ülkelerin çıkarları daha belirleyici. Örneğin burada Alman-Fransız ekseni birbirine daha yakın gibi görünüyordu ama bu paylaşım mücadelesinde Avrupa Birliği olarak hareket etmede Alman-Fransız ekseni arasında da çıkar farklılıkları ortaya çıktı. Onun için herkes kendi ulus devletinin çıkarlarını koruyor. Aşırı sağcılar da işte bunu kullanıyor.
Avrupa Birliği'nin felsefesi, bugüne kadar daha çok ortak entegrasyon, birlikte yaşamak ve hatta uzun soluklu bakarsak ortak Avrupa Birleşik Devletleri'ne dönüşme hayaliydi. Ulusalcı ve milliyetçi partiler güç topladıkça, ulusal çıkarlar öne çıktıkça Avrupa Birliği'nin entegrasyon süreci bundan sonra çok daha yavaşlayacak. Çok daha gerici eksenlerde bir araya gelecek Avrupa Parlamentosu. Örneğin biz bunu geçtiğimiz dönemde sığınmacılar ve mülteciler konusunda alınan kararlarda gördük. Hristiyan demokratlardan sosyal demokratlara kadar herkes, Avrupa'ya gelen mültecilerin Avrupa sınırlarında tutulması, iltica başvurularının oradan alınması konusunda anlaşmaya vardı. Sadece aşırı sağcılar değil, genel olarak siyasetin ekseninin sağa kaydığı, sosyal demokratların bile sağcılaştığı, Yeşiller’in bile militaristleştiği bir süreçten geçiyoruz Avrupa'da. Avrupa'nın liberal, hümanist, dünyaya açık, herkesin istediği gibi düşündüğü, istediği gibi yaşamı olduğu 2010'lu yıllardaki normlar artık eskisi gibi dinlendirilmiyor. Daha çok güvenlik ve bu güvenliğe bağlı ülkelerin çıkarları konuşuluyor. Hal böyle olunca da milliyetçiler bu konudan epey yararlanıyor.
Tüm bu süreçten Türkiye nasıl etkilenir? AKP hükümeti uyum sağlamak konusunda zorluk çekmiyor ama aşırı sağın AKP ve Türkiye ile ilişkileri nasıl olur?
Aşırı sağ, Avrupa Birliği diye bir şey varsa Türkiye gibi ülkeler Avrupa Birliği'ne üye olmasın istiyor. İslam bu kıtaya, Avrupa'ya ait değildir gözüyle bakıyorlar. İslam karşıtlığını da merkezine koyan partilerin çoğu zaten donmuş bir ilişkinin yeniden canlandırılmasını istemez. Bu konuda muhalefet ederler ve zaten Türkiye’ye karşı eskiden beri kampanya yapagelmişlerdir. Bundan sonra Türkiye, Avrupa Birliği ilişkilerinde bir ilerlemenin en azından bu politik konjonktürde olacağını zannetmiyorum ama aşırı sağcıların çoğu aynı zamanda Türkiye ile iyi ilişkiler de kurulmasını savunuyor. Örneğin mültecilerin korunması, Avrupa'ya gelmemesi konusunda Türkiye'nin çok önemli görevleri üstlendiğini ve bu konuda desteklenmesi gerektiğini de söylüyorlar. İdeolojik olarak aslında birbiriyle aynı düşünüyorlar. Ülkelerin çıkarları söz konusu olduğunda Türkiye'nin ve AKP'nin davranışı bunların çıkarına uygun olduğu anlarda destekliyorlar. Diğer taraftan Hristiyan ve Batı değerlerine ait olan Avrupa'ya Türkiye'nin daha fazla yakınlaşmasını da istemiyorlar.
Son olarak tüm bu anlattıklarınız çerçevesinde seçimin ortaya çıkardığı sonuçlar açısından ne diyeceksiniz?
Gerek Türkiye'de olsun gerekse de Avrupa'da sağın yükselişi evet bir gerçeklik. Burada iki tane önemli nokta var. Bu yükselişten sonra “Avrupa'ya faşizm geldi, faşizm hortladı” gibi söylemler ifade ediliyor. Sanki Avrupa'da Hitler faşizmi dönemindeki gibi yeni bir faşist rejim iş başına geldi ya da gelmek üzere gibi. Öncelikle böyle bir şey yok. Politik güçlenme var ama doğrudan devletlerin siyasal yaklaşımlarında bu uygulamaların yansıması yok. Bunu İtalya'da daha iyi görüyoruz. İtalya'da açıktan faşist olduğunu söyleyen Meloni, 2022'den bu yana hükümette ama İtalya'da bir değişim yok, orada şu anda faşist bir rejim olduğunu söyleyemeyiz.
İkinci önemli bir nokta da şu; aşırı sağın bu kadar yükselmesinin sebeplerinden bir tanesi de solun zayıf olması. Toplumdaki huzursuzluk, gelecek kaygısı ve endişesi bu kadar yüksekse buna karşı tepkinin toplumsal olarak birikmesi ve belli bir kanala aktarması gereken sol, devrimci ve ilerici hareketlerdir. Maalesef geriye dönüp bıraktığımızda özellikle Avrupa Sol Partisi açısından diyorum, parlamentoya 26 milletvekili soktular ve bir tane milletvekili kaybettiler. Oysaki bu ekonomik, sosyal sorunlar, savaş ve militarizm ortamında solun güçlenmesi gerekiyordu ama şu anda solda sisteme entegre olma, sistemin parçası olarak görünme eğilimi çok yüksek olduğu için bir protesto hareketi olarak görünmüyor.
Burada tabii iki tane önemli husus var; Almanya'da Sahra Wagenknecht bir parti kurdu. Sol ulusal çizgide, göçmen, mülteci konusunda da sol ulusal çizgide ve Ocak ayında kurulan parti, yüzde 6,2 oy aldı. Savaşa, militarizme ve Avrupa Birliği'ndeki dayatmalara da karşı çıkıyor.
Aynı şekilde Boyun Eğmeyen Fransa Hareketi (LFI) var, başkanı Luc Melenchon, onlar da klasik soldan ayrılan ulusalcı bir sol. Bazı konularda daha farklı söylemleri var. Onlar da biraz güç topluyor. Özetle ulusalcı değerlerin hem sağda hem solda öne çıktığı, ulusal sermayenin çıkarlarının korunduğu bir atmosfer şu anda karşılık buluyor ve bunu hep birlikte yarattılar. Kendiliğinden oluşan bir şey değil. İnsanlığın ortak, evrensel değerlerinden vazgeçip ulusal sınırlar ve kimlikler öne çıkınca doğal olarak herkes eksenini oraya çevirdi ve oradan oy alma plan yapıyor.