Kurdistan ve Türkiye’de 31 Mart tarihinde gerçekleşen yerel seçimlerde AKP-MHP faşist rejimi tarihi bir yenilgi aldı. Özellikle Kurdistan’da Türk devleti ve AKP-MHP iktidarının 8 yıldır halkın iradesini gasp ederek sürdürdüğü “Kayyum siyaseti” yine Kürt halkının ortaya koyduğu iradeyle bertaraf edildi. Wan’da ise devletin halkın iradesine karşı hazırladığı tuzak, Kürt halkının tarihi direnişiyle boşa düşürüldü. Öte taraftan birçok yerde “kayyum seçmen” ile sonuçlara müdahale edilerek halk iradesi gasp edildi. Kurdistan özelinde seçim sonuçlarını, Wan direnişinin bugüne ve yarına etkilerini, AKP-MHP faşist rejiminin bundan sonra atacağı adımları, Kürt siyasetinin kayyumun Kurdistan’da bıraktığı enkazı nasıl ortadan kaldırması gerektiğini Akademisyen Dr. İsmet Konak ile konuştuk.
Yerel seçimlerin sonuçları ne gibi siyasi, politik ve ekonomik sonuçlar doğuracak? Türkiye ve Kurdistan olmak üzere genel bir değerlendirme yapabilir misiniz?
31 Mart seçimleri tabii kitlelerde sevinç yarattı. Bu sevinç oldukça önemli. Bu seçimde kleptokrasi büyük bir sarsıntı geçirdi, büyük bir darbe aldı. Yunancada “klepstas”hırsız, “kleptokrasi”ise hırsızlar iktidarı, rejimi demek. Şu andaki Erdoğan rejimini biz kleptokrasi olarak tanımlayabiliriz. Biliyorsunuz, bu rejimde sürekli hırsızlık yapma eğilimi var. Bunu bir hastalık olarak da tanımlıyoruz ve bu da kleptomaniadır. Kleptokrasi bu seçimde aslında bütün gücünü, devletin bütün kaynaklarını kazanmak için kullandı fakat başarısız oldu. Özellikle Kürt kentlerinde her türlü entrikaya başvurdu. Desiseler, oyunlar, senaryolar. İşte dışarıdan oy getirdiler. Yani taşımalı kayyumlar. Fakat yine de istedikleri sonucu alamadılar. Mesela Şırnak'ta vali, kaymakam, emniyet müdürü hepsi AKP’nin seçim kampanyasını birlikte yürüttüler. Bunlar devlet memurları. Halkın vergisini alıyorlar. Kürtlerin vergisi de bunlara gidiyor. Fakat bizzat Kürdün toprağında Kürtlerin iradesini gasp eden bir partinin propagandasını yapıyorlar, yaptılar. O açıdan bu seçimlerde, Şırnak ve Bitlis'i aldılar fakat genel anlamda hem Kurdistan hem de Türkiye’de başarısız oldular. İstedikleri sonuca ulaşamadılar.
Bu seçimde aslında Erdoğan ile kitlesi arasındaki Hieros Gamus, yani kutsal evlilik de bozuldu. O tılsım bozuldu. 21 yıllık bir kutsal evlilik vardı, o artık sarsıldı. Çünkü aralarında son derece pragmatist bir bağ var. O evlilik pragmatist bir bağa bağlıydı. Yani kâr ilişkisi vardı. O da artık yavaş yavaş sarsıldı diyebiliriz. Şu an AKP-MHP iktidarı tam anlamıyla bir açmazın içerisinde. Tam deyimiyle “apori”, yani çıkmaz içerisindeler. Muhalif dinamiklerin, yani hem DEM Parti’nin hem de CHP’nin iyi kullanması gerekir bu kaosu. AKP’nin veya saray rejiminin içinde bulunduğu bu çalkantıyı iyi kullanması gerekir. Çünkü önümüzde genel seçimler yine yerel seçimler var. Eğer iyi kullanırlarsa iktidarı nakavt edeceklerdir. Çünkü şu an AKP-MHP iktidarının ekonomik olarak kendisini kurtarma şansı yok. Hem bütçe, hem hazine, hem Merkez Bankası’nın rezervleri çökmüş durumda. Yani darıyı kendileri ektiler. O açıdan kendilerini kurtarma şansları yok. En azından öyle gözüküyor. Dolayısıyla muhalefet büyük bir hata yapmazsa sonraki seçimlerde istediği sonuca ulaşabilir. Dikkatli olması lazım.
‘ERDOĞAN KAYYUMİSTAN İNŞA ETMEYE ÇALIŞTI’
Mevcut faşist rejimin kayyum siyasetine Kürtlerin cevabı net oldu ve tüm kayyumlar temizlendi. Kayyum rejiminin Kurdistan’da bıraktığı enkaz nasıl onarılabilir?
Kayyum politikası Kurdistan’da 2016’dan beri uygulanıyor. Bildiğimiz üzere o sene darbe gerçekleşti. Aslında kayyum politikası darbenin bir ürünüydü. Tüm Kürt kentlerinde kayyumlar atadılar. Kayyum politikası aslında postmodern bir soygunculuktur; yani şekavettir. Mevcut kolonyal hegemonyanın yeniden inşasıydı. Devlet kayyum politikası üzerinden kendisini burada tahkim etti. Birçok Kürt kentine atanan kayyumlar; yani valiler, kaymakamlar Kürtlerin temel değerlerine saldırdılar. Hem halkın müştereklerine hem de kültüre dönük bir tasallut söz konusuydu. Hala da devam ediyor. Bu kayyum politikasını bir “Moğol saldırısı” olarak da tanımlayabiliriz. Tam bir talan, yağma vardı. Yani “mal bulmuş mağribi” gibi saldırdılar. Mazbataların verildiği şu süreçte dahi bu soygun devam ediyor. Mesela eşbaşkanlara mazbata teslim edilmeden bir saat önce Cizre Belediyesi 30 milyon liralık bir harcama yaptı. Tam bir şekavet (yağma) söz konusu.
İdil’de de yaşandı. İdil Belediyesi su ve kanalizasyon şebekesi için İller Bankası'ndan 45 milyon lira borç almış. Ama bakıyoruz ortada ne su ne de şebeke var. Bu para kullanılmış. Ve bu borcun yarısı ödenmiş, gerisi kalıyor. Sekiz yılda Erdoğan iktidarı kayyumistan inşa etmeye çalıştı. Bu seçimden sonra Kürt halkı artık belediyelerini tek tek geri aldı. Bundan sonra kendi hayatını inşa edecektir. Şimdi büyük bir enkaz bıraktı. Bu enkaz tabii ki kısa sürede temizlenmeyecektir. Ancak yerel yönetimlerin, eşbaşkanların halkla bir bütün hareket etmesi gerekir. Bu noktada Murray Bookchin'in komünalizm formülü biraz önemli. Bookchin, belediyeyi komün olarak görüyor. Ve çok değerli bir yerel yönetim olarak görüyor.
Zaten komünalizm formülasyonu da Paris Komünü'ne dayanır. Paris Komünü zaten Paris Belediyesi demektir. Dolayısıyla Kurdistan’da eğer halk, yerel yönetim, eşbaşkanlar belediyeyi bir komün olarak görürlerse ve örgütlü bir şekilde tutum takınırlarsa bu enkazı ortadan kaldırabilirler. Tek tek her kentte bir komün tahayyül edilebilir. Yani tüm Kurdistan’ı biz birer "komünler federasyonu" olarak da tanımlayabiliriz. Eğer bu sağlanırsa büyük bir sinerji oluşur ve kısa sürede sorunlar çözülür.
‘WAN DİRENİŞİNİN ETKİLERİ WAN İLE SINIRLI KALMAYACAK
Wan’da planlı irade gaspına karşı Kürt halkının direnişinin önemi nedir? Kürtlerin bu direnişinin sonuçları gelecekte ne gibi sonuçlar doğuracak?
Wan direnişi kuşkusuz çok önemlidir. 3 Nisan direnişi, Kürt direniş tarihinde artık yeni bir sayfadır. Direniş tarihinde yerini almıştır. Wan’da AKP-MHP, yani Saray rejimi bir pusu kurdu. Zaten bu rejimin Kürt toprağındaki varlığı hep pusu kurma üzerine bina edilmiştir. Tıpkı tehlikeli tuzaklar, labirentler kazanan bir porsuk gibi. Wan’da da bunu gördük. Mazbatalar ilk önce alındı sonra geri verilmek zorunda kalındı. Tabii direniş çok etkili oldu. Bu pusu kurulurken Türk yargısı özellikle bu pusuya, hukuksuzluğa, gaspa suç ortaklığı yaptı. Mahkemeler, yargıçlar, hakimler şu anda Tayyip Erdoğan’ın inşa ettiği zindanın gardiyanları konumundalar. O has odanın anahtar ağası gibi hareket ediyorlar. Kendisi sultandır, onlar da anahtar ağaları gibiler. Ortada hukukun hiçbir bağımsızlığı yok. Wan’da da o tezgaha tanık olduk. Ve büyük bir direniş yaşandı. Bu direnişi tıpkı Marksist formülasyondaki Praksis’e benzetebiliriz.
Praksis, normalde dünyayı değiştiren eylem demektir. Belki oradaki direniş dünyayı değiştiren bir eylem niteliğinde değil ancak tüm dünyada ses uyandırdı. Ve Kurdistan’da özellikle büyük bir devinim yarattı. Hem halkta hem de siyasetinde önemli bir irade oluşturdu diyebiliriz. Bu açıdan Wan direnişi önemlidir. Bu direnişi, biz 1905 direnişine de benzetebiliriz. Rusya tarihinde 1905’de bir devrim oldu. O dönemde de halk sokağa çıktı. Silahsızdı. Bir sivil itaatsizlik modeliydi. Ellerinde bir dilekçe vardı. Bu dilekçeyle Çar’a gittiler. Çarlığa bazı taleplerde bulundular. Talepleri basitti aslında. Sekiz saatlik iş günü, ücretlerin artışı, laiklik ve af gibi... Fakat Çar bu son derece barışçıl gösteriye silahla cevap verdi. Güvenlik görevlileri orada yüzlerce kişiyi öldürdü. En sonunda 1905’in sonlarında Çar da geri adım atmak zorunda kaldı. Çünkü halk kararlılık gösterdi, sokaklardan çıkmadı ve en son Duma inşa edildi. Duma’nın inşa edilmesiyle birlikte Çar’ın yetkileri kısıtlandı. Ve bir meşruti monarşi süreci başlattı.
Dolayısıyla Wan direnişi de önemli. Etkilerini daha fazla göreceğiz. Sadece Wan’la sınırlı değil bu direnişin etkisi. Sadece oradaki belediye eşbaşkanlarının mazbatalarını alması ile sınırlı kalmayacak. Bu, kayyum politikasının sonunu muhtemelen getirecektir. Yeniden bir kayyum politikası teşebbüsünde bulunabilir AKP-MHP hükümeti, iktidarı. Tuzaklar kurabilirler. Orada farklı teşebbüslerde bulunabilirler. Ama sonuçta bu direniş halkta bir dinamizm yarattı. Bu kaçınılmaz. Yani Samir Amir’in söylediği gibi “Direniş yoksa özgürlük yoktur.” Kürt hareketi ve Kürt halkı artık bunun farkında.
‘TÜRKİYE SOLU WAN’DAKİ DİRENİŞ TARZINI MUTLAKA BENİMSEMELİ’
Wan direnişinin Türkiye solu üzerindeki etkisi ne olacak? Türkiye solu bu direnişten nasıl bir sonuç çıkarmalı?
Kürt Hareketi, bana göre özgürlük inancı konusunda Türkiye soluna da rehberlik ediyor. Yani mürşit-talip ilişkisi değişti. Eskiden Türk solu mürşitti. Şimdi artık biz Kürt Hareketi’nin mürşit olduğunu söyleyebiliriz. Çekim merkezi değişmeye başladı. Mesela Türkiye solunda son yıllarda bir yasallaşma var. Reformizme kayma söz konusu. Teorik donanım var, pratikte başarısız. Onu görmek lazım. Yani Bernstein reformizmine doğru bir kayma var. Rosa Luxemburg ile aralarında “Sosyal reform mu, devrim mi?” diye tartışmışlardı. Günümüz Türkiye solu artık sanki tercihini sosyal reformdan yana yapmış gibi. Sosyal reform da aslında “duvarı yumrukla yıkmak” demektir. Bu da pek mümkün değil. Rosa Luxemburg’un dediği gibi, bu bir sisifosyadır, bir sonuca götürmez. Türkiye solu sonuca gitmek istiyorsa Wan’daki direniş tarzını mutlaka benimsemelidir. Kentlerde bu tür direnişleri başlatmalı ve özellikle Kürt Hareketi ile bir dayanışma içerisinde olmalıdır.
‘SÖMÜRGECİLİK SORUSUNUN CEVABI ŞIRNEX’TEKİ GASP VE TALANDA YATIYOR’
Seçim sürecinde kayyum seçmenle sonuçların değiştirildiği Şirnex’te devletin ve AKP-MHP faşist iktidarının amacı nedir?
Şırnak bu seçimde üzerinde durulması gereken illerden birisi. Şırnak üzerinde çok büyük oyunlar oynandı. Devlet erkanı özel olarak oraya çok önem verdi. Valiyi, kaymakamı ve diğer memurlarının birçoğunu kullandı. Peki, neden Şırnak’a bu kadar önem ve değer veriyor? Biraz ona bakmak lazım. Aslında cevabı Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar tarafından verildi. Alparslan Bayraktar birkaç ay önce Şırnak'a dair bir açıklama yapmıştı. Demişti ki; “Şırnak bizim enerji üssümüzdür. 2024 yılında Şırnak en fazla petrol üretilecek kent olacak.” Halihazırda günlük 40 bin varil petrol çıkarılıyor. Ve bu yılın sonunda 100 bin varil petrolün çıkarılacağı düşünülüyor, amaçlanıyor. Bu, Türkiye’deki yıllık petrol tüketiminin onda biri demektir. Bakan diyor ki “Biz refah ve zenginlik üreteceğiz. Halkın gelir seviyesini yükselteceğiz.” Gerçekten acaba halk mı zenginleşecek, oligarklar mı, elitler mi zenginleşecek?
Şu anda orada petrolü çıkaran şirket, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı. Türkiye Varlık Fonu’na bağlı. Varlık Fonu bildiğiniz gibi 2018 yılından beri Cumhurbaşkanlığının tekelinde. Yani yönetim kurulu başkanı bizzat Tayyip Erdoğan’dır. Varlık Fonu, aynı zamanda Sayıştay’ın denetiminden muaftır. Dolayısıyla buradan çıkan petrol, saraya; sarayın hizmetine gidiyor. Bakan diyor ki, “Sadece Şırnak’tan değil, Hakkari, Siirt, Wan üzerinde de bu enerji çalışmalarımızı sürdüreceğiz.” Bu “Biz orada sömürgeciliği sürdüreceğiz” demektir. “Sömürgecilik nedir?” sorusunun aslında karşılığı budur. Gizem orda. Kürdün toprağında sen yeraltı ve yerüstü kullanıyorsun, zenginleşiyorsun, rant elde ediyorsun. Bir “rantiye sınıfı” söz konusu burada. “Aylaklar sınıfı” var yani. Aylakların oraya bir saldırısı var.
O açıdan Şırnak’a özel önem veriliyor. Bakanın bahsettiği gibi diğer bütün illerde Türk yönetiminin bazı amaçları var. Bu noktada Kropotkin, “Devlet bir ahtapottur” diyor. Türk ulus devletinin Kürt illerindeki varlığını biz ahtapota benzetebiliriz. Şu an bütün yeraltı ve yerüstü varlıklarına göz koymuş durumda. Kürt sorununu çözümsüzlüğe sürüklemek, Kürtleri statüsüz bırakmak, Kürtlerin taleplerine kulak vermemek bundan kaynaklanıyor. İşin şifresi, rant yani . Kolonize etmenin amacı da bu. Zenginleşmek, bölgedeki bütün kaynakları, üretim araçlarını kendi tekeline almak. Kürt sorunu çözüldüğü an Kürt toprağı tamamen Kürtlerin kontrolüne geçecek. Bu pastayı Kürtlerle paylaşmak istemiyorlar. O açıdan Şırnak öncelikle “oligarşi” için çok önemliydi. Türk burjuvazisi için çok önemliydi. Bu yüzden bu belediyeye çok önem verdiler. Dışarıdan getirdikleri oylarla yani “taşımalı kayyumlarla” belediyeyi ele geçirdiler, halkın iradesini gasp ettiler.
Dersim, Kurdistan’da önemli bir kent. Bu seçimde “bileşenler” DEM Parti’ye karşı bir ittifak oluşturdu. Her ne kadar sonrasında DEM Parti ile seçime gidilse de CHP’nin aldığı yüksek oyu nasıl yorumlamak gerekiyor?
Yerel seçimlerinin sonucuna baktığımızda özellikle üzerinde durmamız gereken yerlerden biri Dersim. Dersim’de “Dersim İttifakı” büyük bir başarı elde etti. Bu çok önemlidir. Ancak bazı ikaz levhaları var. Onları göz ardı etmemek gerek. Yani mesela Dersim’in kazalarında Hozat dışında CHP ya da AKP kazandı. Merkezde de CHP tehlikesi vardı. Bu, oldukça üzerinde durulması gereken bir konu. Dersim’de bir CHP’lileşme var. Öyle bir trend var. Bunun bir diğer adı “Türkleşmedir”. Gittikçe Türkleşen, Kürt kültüründen daha doğrusu Kirmanc kültüründen uzaklaşan bir kent konumunda. Eğilimleri değişiyor. Bu açıdan Dersim İttifakı’nın bu Türkleşme ve Mankurtlaşma trendini çok iyi analiz etmesi gerekiyor. Biliyorsunuz, 1925 yılında “Şark Islahat Planı” hazırlanmıştı. O planın 14. Maddesi Dersim’le ilgilidir. Diyor ki, “Dersim tercihan ve müstacelen Leyli İptidaîler’in hazırlanması suretiyle Kürtlükten koparılmalıdır”. Yani Türk ulus devleti, o maddeyle Dersim’de Türkçülük politikasına, Dersim’in Türkleştirilmesine başladı.
Yüzyıl geçti, bu devlet menzili mahsula ulaştı mı? Maalesef ulaştı. Yüzde 90-95 iletişim Türkçe. Bazen haberlerde ara ara çıkıyor. Dersim’de okuma oranı çok yüksek. Yüzde 90’larda. Ama hangi dilde okuma var? Tamamen Türkçe. Bu övülmesi gereken bir durum mu yoksa yerilmesi gereken bir durum mu? Dil bu açıdan çok önemli. Bir halkın kaderiyle, bir dilin kaderi aynıdır. Dil yoksa artık siz de yoksunuz, kimliğiniz yoktur. Bu açıdan Dersim İttifakı’na çok büyük sorumluluk düşüyor. Belki bir eleştiride bulunabiliriz. Mesela seçim kampanyası dönemini iki ay boyunca takip ettim. Dersim İttifakı bileşenleri anadilde çok fazla kampanya yürütmediler. Çok kısıtlıydı. Onların da kendilerini biraz eleştirmesi gerekir. Yani Kirmanckî’yi içselleştirmek lazım. Aksesuar muamelesi yapmamak gerek. Burada siyasetçilere çok iş düşüyor. Bütün figürlere, yani belediye eşbaşkanlarına, milletvekillerine, diğer kanaat önderlerine çok iş düşüyor.
Halkla olan bütün iletişimini Kirmanckî yapmaları lazım. Belediye içerisinde de aynı. Kamusal alanda yine ikili ilişkilerde Kirmanckî konuşmak gerekiyor. Özendirmek gerek. Yani şu an Dersim’de temelde sorunlarda bir hiyerarşi kurarsak üç sorun var. Birincisi “anadil”, ikincisi “sınıfsal sorun yani göç, barınma ve işsizlik”, üçüncü sorun ise “ekoloji.” Diğer sorunlar sıralanıp gidiyor. Dolayısıyla sorunların sıralamasına göre de enerji harcamak gerekiyor. Daha fazla ilgilenmek gerekiyor. Bu açıdan dile daha fazla yer verilmesi gerekiyor. Alman filozof Martin Heidegger diyor ki, “Dil varlığın evidir.” Yani eğer sizin diliniz yoksa sizin var olmanız için bir ev de yoktur.
AKP-MHP özelinde Türk devletinin Kürtlere karşı saldırıları (seçim sonuçları ele alınarak) devam edecek mi?
AKP-MHP iktidarı seçimin sonucundan hiç hoşnut değil. Kabul etmek istemiyor ve yenilgiyi bir incir ağacıyla da örtmek istiyor. Yani o yüzden yeni yeni tuzaklara da hazırlanıyorlar. Zaten mevcut ekonomik durum onlar için hiç iç açıcı değil. Yani kitleleri ekonomi yoluyla ikna etmenin yolu tıkanmış. Sürekli maval okumak zorunda kalıyorlar. “Kaşıkla ver, kepçeyle al” politikası sona yaklaştı. Golodomor (açlık) siyaseti artık tükendi. Samir Amir’in dediği gibi, “Eşitsiz düzen güçlüler için kar, zayıflar için yoksulluk üretir.” Şu an eşitsiz bir düzen var ve mevcut rejim kitlelerin de bu eşitsiz düzenden hoşnut olmadıklarını biliyor. O yüzden bundan sonra daha fazla kaosa başvuracaktır. Tek kurtarıcı yol, yöntem orası. Kitleleri karşı karşıya getirme, düşmanlaştırma, kutuplaştırma... Yani 2015 sonrası gibi provokasyonlara da başvurabilirler. Baktığımızda şu anda en yakın amaç “savaştır.” Savaş onlar için kurtarıcı gibi duruyor. Onları kurtarır mı, o da imkansız.
Yani bir noktada Erdoğan rejimi aslında Putin’e öykünüyor. Putin bildiğiniz gibi Ukrayna’daki savaşı başlattı. Başlatmadan önce ülkedeki desteği yüzde 77’ydi. Son seçimde yüzde 87’ye çıkardı. Karşısındaki muhalefeti tamamen pasifize etti, absorbe etti. Erdoğan’ın kullanmak istediği taktik de budur. Ama Rusya ile Türkiye çok farklı ülkeler. Erdoğan’ın Güney Kurdistan’da bir savaş başlatması için güçlü bir kaynağa, ekonomik desteğe, finansa ihtiyacı var. Şu an zaten ondan yoksun. Fakat Rusya’nın güçlü bir bütçesi var. Ciddi kaynakları var. Petrolü var, gazı var, tahılı var. Dünyayı neredeyse kendine bağlı hale getirmiş durumda. Bu açıdan uzun yıllar bu savaşı yürütebilir. Ama Türkiye’nin bunu yapacak gücü yok. Bu açıdan savaş onlar için bir sonuç getirmeyecektir. Yani başı ağrıyor, bu baş ağrısını giyotinle gidermeye çalışıyor. Bir nevi Kürtlere karşı savaşı başlatmak, savaşa girmek Erdoğan için intihar olacaktır. Ama muhalif dinamiklerin özellikle de provokasyonları kaldırması, buna dikkat etmesi gerekiyor, tedbirli olması lazım.
‘CHP BİR SİMBİYOZ YARATAMAZSA DİĞER KÜRT DÜŞMANI PARTİLER GİBİ KABRİSTAN’A GİDER’
Bu seçimde iktidardan daha fazla oy alarak birinci parti konumuna yükselen CHP’nin Kürt sorununa yaklaşımına dair, seçim sonuçları ve Türkiye’de demokrasi sorunu, ekonomik, toplumsal kriz, yükselen ırkçılık ve faşizm ele alındığında yapması gereken nedir?
CHP bundan sonra eğer Türkiye’de, Kürt illerinde simbiyoz; yani ortak yaşam inşa etmek istiyorsa klasik patolojik yönetiminden taviz vermesi gerekiyor. Normalde şunu biliyoruz. Kemalistlerle din bazlar arasında Kürtlere karşı bir nöbetleşme var. Bu nöbetleşme inkar, imha, tenkil politikası üzerinedir. Biri gelir talan eder, öldürür, kıyımdan geçirir. O bırakır diğeri gelir. CHP’nin artık buna “dur” demesi ve kendi geçmişiyle hesaplaşması lazım. Eğer ulus-devlet çemberinin içerisine girerse kaybeder. Üniter ve ulus devlet çemberinin içerisine giren her parti orada kaçınılmaz olarak yok oluyor. Bu çember tıpkı bir karıncanın ölüm çemberine benziyor. Karıncalar, biliyorsunuz feromonlarla hareket ediyorlar. Feromonlarını kaybederlerse ölüm çemberinin içine giriyorlar ve ölüyorlar.
Dolayısıyla Türkiye’deki partilerin çoğu Kürt sorunu konusunda hep o çemberin içine girdi ve yok oldular. CHP de yok olmak istemiyorsa, daha baysallık yaratmak istiyorsa, demokratik bir Cumhuriyet’in inşasına katkıda bulunmak istiyorsa Kürt sorunuyla kesinlikle yüzleşecektir. Yeni bir anayasa konusunda adım atacaktır. Eşit yurttaşlık konusunda, anadilde eğitim konusunda istekli olacak. Ve Kürtlerin temel taleplerine hoşgörüyle bakacak ve bütün somut adımları atacaktır, atmalıdır. Yapabilirse tabii ki o ortak yaşam inşa olacaktır. Yapamazsa, yapmak istemezse tıpkı diğer kokuşmuş hükümetlerin kabristanında yer alacaktır. Yani faşist reflekslerle hareket etmemelidir. Faşizm, bir başka kişiyi kendi istediği şeylere zorlamak demektir. Şu ana kadar Kürtlere reva görülen budur. CHP’nin bu karakteri terk etmesi lazım.