GÖRÜNTÜLÜ

Kürt-Türk ilişkilerinin tarihi- I (1071-1919)

İttihat ve Terakki’nin 1912’deki Selanik Kongresi’ne kadar Kürt-Türk ilişkilerinin ortak yaşama dayalı olduğunu belirten Mehmet Bayrak, o tarihten sonra bu ittifakın darbeyle akamete uğratıldığını söyledi.

MEHMET BAYRAK

27 Şubat’ta “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” yapan Önder Apo, Kürt-Türk ilişkilerine dair şu ifadeleri kullandı: “Bin yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve Kürtler, varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için gönüllülük yönü ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu görmüşlerdir.” 

Anadolu’da 1071 yılından bu yana devam eden Kürt-Türk ilişkilerine dair, Tarihçi Mehmet Bayrak ANF’nin sorularını yanıtladı.  


1071-1919 ve 1919’den günümüze kadar yaşanan gelişmeleri konuştuğumuz iki bölümlük röportajın 1071-1919 yıllarını kapsayan ilk bölümü şöyle:

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, 27 Şubat'ta yaptığı çağrıda tarihsel Kürt-Türk ilişkilerine atıfta bulundu. Burada 1071 vurgusu da yapılıyor. Türk-Kürt ilişkileri tarihsel olarak nasıl şekillendi? Türk tarih anlatımı bu gerçeği çarpıtsa da hakikate dair ne söylemek gerekir?  

Tarihsel, toplumsal ve bilimsel gerçekliği kavrayabilmek için öncelikle doğru bir tarih kuramı gerçekleştirmek gerekiyor. Cumhuriyet’in ilanından sonra, 1930 yılında, Türk tarihinin nasıl öğretileceği konusunda bir kılavuz kitap hazırlanıyor ve "Türk Tarihinin Ana Hatları" ismi verilen bu kılavuz, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin de temelini oluşturuyor. O kitapta şöyle deniyor: 

"Türk tarihi, Türk milletine dünya üzerinde insanlığın doğuşundan beri en asil ve yüksek insan tipini kendi ırkının temsil ettiğini, yani Türk ırkının, asırların yürüyüşünde insanlığın karanlık göklerinde müselsel medeniyet ufuklarının ardı ardına gelen uygarlık ufuklarının kendi ırkının zekâ ve yetenek eliyle açıldığını anlatır. Türk tarihi, Türk milletine kendi ırkının askerlikte, idarede, siyasette olduğu kadar ilim, fen, edebiyat, resim, müzik, mimarlık, heykeltıraşlık gibi sanatlarda da ne kadar eşşiz bir yetenekle yoğrulduğunu anlatır.  

 Türk tarihi, başka milletlerin tek numunesiyle, tek örneğiyle övündükleri devletlerin en büyüklerinden yüzlercesini kurmuş her anlamla ve nitelikte şan şeref kaynaklarından kana kana içmiş görgülü bir soydan gelir." 

Şimdi, böyle bir tarih kuramı, böyle bir tarih algısı ve böyle bir ideolojik temel doğru bir önermede bulunabilir mi? Tarihsel ve toplumsal gerçekliği doğru anlatabilir mi? Bizim asıl sorunumuz bu. Türk tarihi kuramı, tamamen bilim dışı ve tamamen çağ dışı önermeleri ile belirlemelerden kaynaklanıyor. İşin bu yanı var. 

1071'e dönecek olursak ne söylemek gerekir? 

Malazgirt'te 1071'de yaşananlar bir dönemeç. Aynı zamanda, Anadolu’nun kapılarını Türklere açan bir dönemeçti. O tarihte daha Türkler ortada yokken, Kürt halkı binlerce yıldır bu topraklarda yaşıyordu. Mezopotamya, Kürdistan ve kısmen Anadolu hattında yaşıyordu. Türkler Orta Asya'dan geldiklerinde, bir bölümü İran üzerinden Anadolu’ya geldi, bir diğer bölümü ise Karadeniz'in kuzeyinden Doğu Avrupa hattına aktı. Burada Kürtlerle komşu olan Doğu Roma İmparatorluğu olarak da bilinen ve merkezi İstanbul olan Bizans İmparatorluğu vardı. Bizans İmparatorluğu'nun başında ise Romen Diyojen bulunuyordu.

Türkler batıya açılmak ve kendilerine yurtluk edinmek istiyorlar. Türkmen oymaklarının büyük bölümü yoksul tabakalardan oluşuyor ve geldikleri topraklarda Ermeniler, Persler ve Kürtlerin topraklarına belli ölçüde zarar veriyorlar. Ve bu konu Kürt birliklerine ulaşıyor. Bizzat Sultan Alparslan, Kürt birlikleriyle görüşerek kendi halkının tebaasının yoksul olduğunu, bu yüzden arazilere zarar verdiklerini ve bu nedenle anlayış gösterilmesini talep ediyor. Aynı zamanda, Romen Diyojen'in ordusunun karşısında tutunamayacağını bildiği için Kürt birliklerinden destek istiyor. Dönemin tarihçileri bunu anlatıyor ve bu destek konusunda Kürt birlikleriyle bir anlaşmaya varılıyor.  

Bu anlaşma için bir ittifak diyebilir miyiz? 

Elbette. Kürt birliklerinin öncülüğünde, 15 bin dolayında Kürt savaşçı, Sultan Alparslan'ın ordusunda yer alıyor. Burada dikkat çekmekte fayda var: Romen Diyojen'in ordusu başlangıçta 200 bin olarak hesaplanıyor ve Romen Diyojen'in ordusuna destek veren, bugün bizim Gagavuzlar, Yakutlar, Çuvaşlar dediğimiz vb. halklar, Hristiyanlaşmış oldukları için Romen Diyojen'in ordusuna destek veriyor. Fakat çeşitli anlaşmazlıklardan kaynaklı, Romen Diyojen'in ordusu giderek azalmaya başlıyor. Alparslan'ın ordusundaki Türklerin yanı sıra, 15 bin cengâver Kürt doğrudan savaşta yer alıyor ve bu savaşta Romen Diyojen yenilgiye uğruyor; teslim oluyor. Daha sonra bu topraklar Türklere açılıyor. Türkler batıya, Anadolu içlerine doğru akmaya, yerleşmeye ve yurtluk edinmeye başlıyorlar. Bir defa bu bir dönemeç, Türkiye tarihinde bir dönemeç. Hangi Türk tarihini açarsan aç, bu gerçekliği göremezsin. Halbuki, dönemin tarihleri bunu yazar; Selçuklu tarihleri dahi bunu yazar. Yani Türklerin Anadolu'ya yerleşmeleri ve yurtluk edinmelerinin en büyük destekçilerinden, amirlerinden biri Kürt halkının verdiği destektir. Böylece Anadolu'nun kapıları Türklere açılmış olur.  

Sizce bu yüzden mi Kürt halkı Önderi Abdullah Öcalan buna tarihsel bir ittifak olarak atıf yapıyor?  

Elbette, çünkü bu tarihte Türklerle Kürtler ilk defa karşılaşıyor, bir araya geliyor ve Türk ordusunu destekliyor, Anadolu’nun kapıları açılıyor ve iki halkın birlikte yan yana yaşadığı süreç başlıyor. Bu nedenle iki halkın tarihinde bir dönemeçtir bu. Yani Öcalan'ın buna vurgu yapması, buradan kaynaklanıyor.  

Bu dönemeçten sonra aradan geçen yaklaşık bin yılda Türk-Kürt ilişkileri nasıl şekillendi?  

Selçuklu devletinin resmi dili Farsçaydı. Hukuk, edebiyat ve din dili olarak ise Arapça egemendi. Ama genel olarak idarede Farsça dili egemendi. Daha sonraki süreçte, Karamanoğlu Mehmet Bey'in Türk dilinin bayramı olarak da nitelendirilen 'Türkçeden başka dil kullanılmayacak' diye bir buyruğu var. Karamanoğlu Mehmet Bey Türkçe dışında bildiği dil yok; bu yüzden 'Bundan sonra Türkçeden başka dil kullanılmayacak' diyor. Bunun altını önemle çizelim.

İkinci önemli dönemeç ise, Selahaddin Eyyubi'dir. Eyyubi Devleti, Anadolu'dan başlayarak Kürdistan, Mezopotamya, Akdeniz yakasından Mısır'a kadar devam eden büyük bir imparatorluk devletiydi. Selahaddin Eyyubi, Kürt soyundan gelen önemli bir devlet adamı ve komutandır. Bilindiği gibi, Haçlı Seferlerinin önünü kesen, yani Avrupa'dan akan Hristiyanların o toprakları zapt etmesini engelleyen en önemli kişidir.  

Selahaddin Eyyubi'nin nasıl etkileri oldu?  

Eyyubi Devleti'nin egemen olduğu süreçte, Selahaddin Eyyubi'nin bir kardeşi Maraş Valisi'dir. Yani Kürtlerin Orta Anadolu'ya yerleşmeleri ve iç Toroslar Bölgesi'ne yerleşmeleri sanıldığı gibi yeni bir süreç değildir. Temelleri Selahaddin Eyyubi döneminde atılmıştır. Zaten Germiyanoğulları bir Kürt beyliğiydi. Onun dışında da o tarihten itibaren Anadolu'da bir Kürt gerçekliği de var. Bu yüzden Selahaddin Eyyubi dönemi, Kürt-Türk ilişkilerinde önemlidir. Türk tarih yazımı, Selahaddin Eyyubi'nin Haçlı seferlerinin önünde durduğunu, Haçlıları yendiğini söyler, fakat Selahaddin Eyyubi'nin Kürt olduğunu söylemezler.  

İdris-i Bitlisi, Kürt-Türk ilişkilerinde önemli bir isim olarak nitelendiriliyor. Dolayısıyla 16. yüzyıldaki Kürt-Türk ilişkilerine dair ne söylemek gerekir? 

Tüm bu süreçlerde, Türklerle Kürtler adeta yan yana. 16’ncıyüzyıldan itibaren önemli bir gelişme oluyor; Safevi İmparatorluğu'nun öncüsü Şah İsmail Hatayi, köken olarak Kürttür. Sincar Kürtlerindendir. “Şehy Safi Kürdi El-Sincari” olarak anılır; Sincarlı Kürt Şehy Safi. Zaten Safevi Devletinin ismi de oradan geliyor. Safevi Devleti, Şah İsmail döneminde İmparatorluğa dönüşüyor.

İşin ilginç tarafı şu, o tarihte biliyorsunuz işte Şah İsmail ile Yavuz'un (Yavuz Sultan Selim) karşılaşması söz konusudur. O tarihe kadar Kürt beyliklerinin önemli bir bölümü Şah İsmail'e yakındı. Şah İsmail onların desteğini almak yerine, birilerini cezalandırmaya kalkar. Bundan dolayı, Kürt birlikleriyle ilişki kuramayan Şah Hatayi'ye (Şah İsmail) karşı Yavuz, bizzat İdris-i Bitlisi'den destek ister.

Çünkü İdrisi Bitlisi, Akkoyunlu hükümdarının yanında genel sekreter konumundadır ve 30 yıl boyunca Türk Beyliği olarak övülen Akkoyunlu devletinde görev yapmış bir Kürt bürokrattır. Daha sonra Şah İsmail, Akkoyunlu hükümranlığına son verince, Yavuz'un babası II. Beyazıt, Yavuz'u saraya çağırır ve o sırada İdris-i Bitlisi sarayda görevlidir. Yavuz'un görevlendirme ve ricasıyla Kürt birlikleriyle görüşerek, bu Kürt birliklerin önemli bir bölümünün Osmanlı ile ittifakını sağlar. Bundan dolayı Kürtlerden daha fazla yararlanma ve dayanışma durumu ortaya çıkar. Bu nedenle, 16’ncı yüzyılda yaşanan bu olayda, ayrı bir dönemeç olarak ifade edilebilir.  

Devam eden süreçte bu ilişkiler nasıl seyretti?  

O tarihten sonra şunu söyleyelim: Anadolu, Kürdistan ve Mezopotamya bölgelerinde yaşayan batıni inançlarla Osmanlının her zaman çelişkileri vardı. Çünkü Yavuz, silah ve savaş zoruyla Mısır'dan hilafeti alıp kendisini halife padişah olarak ilan etti. Yani hem dini misyon hem siyasi misyon üstlendi. Bu durum, Batinî kesimlerle ilişkileri geriletti. Fakat diğer mirlik aileleri ile, Kürt mirlikleri ile diyaloglara devam etti. Çünkü bu mirliklerden yöneticiler de atandı zaman zaman. Bu süreç böyle devam etti. Fakat Batinî kesimlerle çelişkiler yaşandı ve hilafetin ilanından sonra, birçok ayaklanma gerçekleşti. Şeyh Bedrettin Hareketi, Şahkullu Hareketi, Pir Sultan Hareketi bunlara örnek verilebilir. Alt tabakadaki kesimler, Osmanlı yöntemi ile hem sınıfsal hem inançsal hem de kültürel açıdan çelişkiler yaşaya geldi. Bunun yanı sıra 16. yüzyılda batı dünyası rönesans yaparak önemli bir atılım gerçekleştirdi ve dini gelişimde bir engel olmaktan çıkardı. Fakat Osmanlı İmparatorluğu batıya açılmış ve Hristiyan topraklarını da topraklarına katmıştı. Trakya, Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Romanya, Sırbistan, Çekoslovakya, Arnavutluk, Yugoslavya bütün bu topraklar, Osmanlı'ya bağlanmıştı. Bu topraklara Voyvodalar tayin ediliyor, buralardan vergi toplanıyor ve ihtiyaç olduğunda asker alınıyordu.  

Peki bu Hristiyan topluluklar ile Osmanlı yönetiminin arası nasıldı? 

Osmanlı, bu Hristiyan unsurları kendisine bağlamak için Hristiyanlıkla İslam arasında bir köprü görevi gören Bektaşi dergahlarından yararlanma yoluna gitti. Sözünü ettiğim Hristiyan toplulukların yaşadığı bu toprakların tümünde, Alevi-Bektaşi dergahları ve tekkeleri kuruldu. Çünkü Bektaşilik, Hristiyanlıkla İslam arasında bir köprü görevi görüyordu. Böylece Osmanlı yöneticileri, bu Bektaşi tekkeleri, dergahları üzerinden o halkları, o toplulukları hem saraya hem Osmanlı'ya yaklaştırma imkanına kavuşmuş oldu.

Fakat 1789 Fransız Devrimi'nden sonra ilginç bir gelişme oluyor; Bektaşi babalarından üçü, Fransız Devrimi'nin yöneticileriyle görüşüyor. O tarihte burjuva devriminin ideologlarından Jean-Jacques Rousseau'nun babası, İstanbul'da saatçi.

Üç Bektaşi babası gidip görüşüyor. II. Mahmut bu görüşmeyi haber alınca, önemli Alevi-Bektaşi dergahlarını kapatıyor ve bu toplulukları önemli ölçüde dağıtıyor. Bektaşi dede ve babalarından önemli bir bölümünü katlediyor. Öyle ki, kitap sayfası olarak 15 sayfayı buluyor. Yugoslavya'dan başla, Arnavutluk’tan Mısır hattına kadar. Çünkü Bektaşi babalarının da Fransız devrimi yoluyla bu düşünceyi yayacakları ve saltanata son verecekleri korkusuyla bu toplulukları dağıtıyor. Düşünün ki tek tük yerlerde Bektaşi dergahları kaldı. Bir tanesi de Hacı Bektaş'ta. Anadolu'da kalan Bektaşi dergahlarının bahçesine de birer cami yaptırdı ve bu camilere Nakşibendi hocalar gönderildi.  

Bu süreç aynı zamanda Osmanlının çöküş dönemine işaret ediyor. Tekrar Kürt-Türk ilişkileri ekseninde bakacak olursak bu durum Osmanlının son dönemlerinde nasıl seyretti?  

Osmanlı, Batı’ya ayak uydurmak için Birinci Meşrutiyet'i ilan ediyor. Fakat 3 yıl sonra Abdülhamit, Birinci Meşrutiyet Meclisi’ni dağıtıyor. Aynı dönemde farklı halklardan aydınlar, Batı’ya giderek eğitimler alıyor ve daha sonra milliyetçilik hareketleri başlıyor. Zira bunlardan en önemlisi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin 5 kurucusundan, yani Osmanlının, ittihadı ve terakkisini (birliğini ve ilerlemesini) amaçlayan cemiyetin 5 kurucusundan ikisi, Dr. Abdullah Cevdet Bey ve Dr. İshak Sükuti Bey, Kürt’tür. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin mücadelesi ile Abdülhamit yönetimi alaşağı edildi ve II. Meşrutiyet ilan edildi.  

Bugün İttihat ve Terakki denilince, daha ırkçı ve milliyetçi bir ideoloji akla geliyor. Kuruluşu itibariyle İttihat ve Terakki Cemiyeti böyle değil miydi? Tarihsel olarak ideolojisi farklı mıydı?  

İçinde bir Azeri Türkü vardı sadece. Kurucu üyelerden ikisi, Kürt’tür. Şimdi elbette böyle değil. II. Meşrutiyet kuruldu ve iki meclisli parlamenter sisteme geçildi. Yani, Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan meclisleri kuruldu. İki meclisli bir parlamentodan söz ediyoruz. Benim ilk kez yayınladığım bir broşür var; Abdullah Cevdet Bey'in halkına hitabesi, 1909'da bu broşürü yayınlıyor. II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra halkına müjde veriyor. Halkların eşitliğinden, kardeşliğinden ve özgür yaşamdan bahsediyor.  

 Bu müjdeler gerçek oldu mu?  

Abdullah Cevdet Bey'in bu broşürü yayınlamasından sonra, 1912'de İttihat ve Terakki'nin kongresi Selanik'te yapıldı. Bu kongrede İttihat ve Terakki'nin yönetimi, Balkan ve Kafkas dönme ile devşirme Türk İslamcıların eline geçti. Dolayısıyla Abdullah Cevdet Bey'in söylemlerinden çok farklı bir söylem ortaya çıktı. 

Peki bu nasıl gerçekleşti? Bu çok konuşuluyor. İttihat ve Terakki'nin burada yaşadığı kırılma aslında Türkiye'nin bugün geldiği noktada önemli bir dönemeç. Bu kırılmanın sebebi nedir? 

O kongrede Atatürk'e çok yakın olan Cemal Bardakçı diye bir yönetici var. Cemal Bardakçı, çeşitli valilikler de yapmış bir isimdir. 1940'larda yayınladığı bir kitap var. Kitabının ismi, "Dönmelerden ve devşirmelerden neler çektik?" Bu devşirmeler azınlık unsur olduğu için, Türk-İslam ipine yapışarak iktidar olmanın yolunu aradılar ve buldular. Bu süreç devam ediyor. 1913'te Bab-ı Ali baskını ile devletin yönetimi, bütünü ile İttihat Terakki Fırkasının eline geçiyor. Bu tarihten sonra Talat Paşalar, Enver Paşalar, Cemal Paşalar gibi isimler söz ve karar sahibi olurlar. Şunu da unutmayalım, Mustafa Kemal'in kendisi daha Abdülhamit döneminden itibaren, Milli Emniyet Teşkilatı'nda istihbarat subayıdır. İttihat ve Terakki döneminde de istihbarat subayıdır. Mustafa Kemal'in kendisi hem İttihatçı hem de istihbarat subayıdır. 

Bu kongreden sonra neler yaşanıyor? 

Talat Paşa, Ziya Gökalp'i çağırıyor ve "Bab-ı Ali baskını ile devletin yönetimi elimize geçti. Bizim bir politikamız var. Bunu en iyi sen uygulayabilirsin" diyor. Ziya Gökalp'in belirlediği ve uyguladığı politika şu: Etno-dinsel temizlik. Yani Türk-İslam ideolojisinin dışında kalan herkesin tasfiyesi. Bu, 1913'te başlayan bir süreç. Nitekim daha sonra, İstiklal Marşı'nın şairi olacak Mehmet Akif ve Türki memleketlerden toplanan bazı kişiler, Almanya'ya gönderiliyor. Alman militarizmi ile İttihat ve Terakki'nin bir projesi var. Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan projeden söz ediyorum. Bunun için Mehmet Akif ve diğer şahsiyetler, tüm İslam aleminde bu savaşı Harb-i Mukaddes (kutsal savaş) ilan edip propaganda ediyorlar.

Diğer taraftan, Ziya Gökalp'in bu politikası için etnik kimliklere dair raporlar hazırlatılıyor. Mesela Ermeni meselesi, Esat Uras'a veriliyor. Kürt meselesi, Arnavut kökenli Naci İsmail Pelistler'e veriliyor. Kızılbaş-Alevi-Bektaşi meselesi, Dağıstanlı Çerkes Baha Said'e veriliyor. Tüm bu etnik kimliklerin tasfiyesinin alt yapısını hazırlayan raporlar oluşturuluyor. Aynı zamanda yeni toplumu etno-dinsel temizlik, tek tipleştirme ve Türk İslamlaştırmaya götüren yolun taşları diziliyor. Bundan dolayı diğer halklara dönük soykırımlar, sürgünler gerçekleştiriliyor.  

Bu arada herkes, Ziya Gökalp'i Kürt olarak bilir fakat Ziya Gökalp köken olarak Yahudi. Sağ kolu Moise Cohen, sol kolu ise Parvus Efendi'dir (Alexandre Parvus). Bunlar, Yahudi kökenlidir. Yani, Türk milliyetçiliğinin temelleri Yahudiler tarafından atılmıştır. 

Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında durum neydi?  

O tarihte, Tevfik Fikret gibi hümanist şairler ve aydınlar, şiddetle bu savaşa karşı çıkıyordu. Balkan ve Trablus Savaşları’nın yıkıntıları kalkmadan, toplumun ateşe atıldığı söylendi. Birinci Dünya Savaşı, bir emperyalist paylaşım savaşıdır. Fakat İttihat Terakki zihniyeti bunu kutsal bir savaş olarak nitelendirdi.

Şeyhülislamlık Makamı'na fetvalar hazırlatıldı. Bu bir din savaşıymış, kutsal bir savaşmış gibi topluma propaganda yapıldı. İşin daha garibi, Ankara'da ilk meclis açıldığında, kapıdan girişte, bir yerde Türk bayrağı, diğer tarafta ise Hz. Muhammed'in sancağı dalgalandırılıyordu. Fakat bu zihniyet, "pirince giderken, evdeki bulgurdan olmakla" karşı karşıya kaldı. Zaten 1916'da galip devletlerin dışişleri bakanları, Sykes-Picot Antlaşması'nı hazırlıyorlar. Sykes-Picot bir köşe taşı oluyor. 

Yarın: Kürt-Türk ilişkilerinin tarihi (1919 sonrası)