GÖRÜNTÜLÜ

Kürt-Türk ilişkilerinin tarihi- II (1919 ve sonrası)

Tarihçi Mehmet Bayrak, Şark Islahat Planı ile tarihsel Kürt-Türk ittifakının akamete uğradığını söyleyerek, devletin tarihten ders çıkarması gerektiğini vurguladı.

MEHMET BAYRAK

27 Şubat’ta “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” yapan Önder Apo, Kürt-Türk ilişkilerine dair şu ifadeleri kullandı: “Bin yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve Kürtler, varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için gönüllülük yönü ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu görmüşlerdir.” 

Türklerin Anadolu’ya girdiği 1071 yılından bu yana, yani tarihsel olarak Kürt-Türk ilişkilerine dair tarihçi Mehmet Bayrak, ANF’nin sorularını yanıtladı.


Dün yayımladığımız, 1071-1919 dönemini kapsayan röportajın, 1919’dan günümüze kadar yaşanan gelişmeleri konu alan ikinci bölümü şöyle:

Kürt Türk ilişkilerinde özellikle 1919 ve sonrası için önemli bir dönemeç deniliyor. Buna ilişkin ne söylemek istersiniz?  

Bizim görevimiz, belgelerle konuşmaktır ve ben tüm yaşamım boyunca hiçbir zaman belgesiz, bilgisiz ve bulgusuz konuşmadım. O tarihlerde Türkler dara düşmüştü. İttihatçı anlayış devleti paramparça etmişti. Neredeyse tüm ülke işgal altındaydı ve Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı, Misak-ı Milli kararlarını aldı. Misak-ı Milli'nin omurgasını da Kürtler ve Türkler oluşturuyor. Haber Türk'ten Murat Bardakçı, Misak-ı Milli’nin gerçek belgesini yayınladı. Bu belgede, iki halkın birlikte mücadele edip kurtuluşunu hedef olarak önüne koyuyor. Bu konuda mutabakata varılıyor. Yine mutabakata göre, iki halkın kurtuluştan sonra eşit statüde ve kardeşçe yaşaması kararlaştırılıyor. Ankara'da kurulan ilk meclis, Misak-ı Milli'yi olduğu gibi onaylıyor. 

Bu kurulan ilk meclisin anayasası yani 1921 Anayasası da çok tartışılıyor. Bu Anayasada Kürt-Türk ittifakına dair ne var? 

1921 Anayasası, yani Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, diğer adı ile yüksek kanun. Burada da Kürtlerin muhtar olarak yaşayacağı, yani özerk olarak yaşayacağı, iki halkın birlikte kardeşçe yaşayacağı ve aynı devlet çatısı altında ama Kürtlerin muhtar olarak yaşayacağına dair hüküm var. Bu hükümler, 1921 Anayasasının 20. Maddesi’nde düzenleniyor. Bu sürecin tümünde Kürtler, ana unsurlardan biridir. Burada, Kürtlerin kurtuluştan sonra muhtar yaşayacaklarına dair 20'nci madde var.  

Tabii bu arada Mustafa Kemal'in Kürdistan'daki kongrelerde Kürtlerden yardım istediği söyleniyor. Bu doğru mu?  

Bu konudaki önemli bir belgeyi de ilk kez ben yayımladım. Sivas Kongresi sürecindeki bu kongre çok önemlidir. Sivas Kongresi'nde çekilmiş fotoğrafta Mustafa Kemal'in yanına alıp oturttuğu kişi, Avuçhan Ocağı'ndan Kürt Piri Seyit Aziz’dir. Mustafa Kemal o süreçte, Seyit Aziz ve Cemalettin Çelebi'den, gönüllü Alevi-Bektaşi Alayı oluşturulması konusunda yardım istiyor. Gönüllü Alevi-Bektaşi alaylarının kurulmasına ön ayak olan ve rehberlik eden kişi de Nurî Dersimî'dir. Benim öz dedem dahi oraya gönüllü süvari olarak katılıyor. Bu Alevi Bektaşi Alayı'na katılacakların, kendi ulusal giysileriyle ve kendi silahlarıyla gelmesi öngörülüyor.  

Burada çok çarpıcı bir şey oluyor. 1919'da Fransız ajan Gazeteci Madame Berthe Georges Gaulis, gizlice Mustafa Kemal ile görüşüyor. Bu görüşme Sivas’ta oluyor ve Ankara'da buluşup görüşmeyi sürdürmek üzere anlaşıyorlar. Mustafa Kemal Ankara'ya döndüğünde, Madame Gaulis, Mustafa Kemal'i Fransız yöneticilerle tanıştırıyor. Fransız hükümeti ise bu ilişkileri sürdürmesi için Fransız Senatosu Dışişleri Komisyonu Başkanı Monsieur Franklin Bouillon görevlendiriyor. Monsieur Bouillon, Fransa ve Ankara hükümeti arasında mekik dokumaya başlıyor. Yani 1921 yılında, daha Lozan'a gitmeden 2 buçuk yıl önce, Fransızlar ile Kemalist yönetim gizli anlaşma imzalıyor. Akabinde, 1921 yılının sonlarına doğru Fransızların desteğiyle İngilizler ile de anlaşma imzalanıyor.  

Kürtlerin bu anlaşmalara dönük tepkisi oldu mu?  

1922'de Kürt Dağı Kürtleri, durumu haber alınca atlarına atlayıp Ankara'ya geliyorlar ve ‘Kürt Dağlıların Mutalebatı’ (istekleri) diye bir broşür hazırlıyorlar. Bu broşürü meclisteki tüm mebuslara (milletvekilleri) dağıtıyorlar. Kemalist yönetim bunu başta inkâr ediyor. Bir de Kürtleri yatıştırmak için 10 Şubat 1922'de Kürdistan'a muhtariyet (özerklik) verilmesine ilişkin bir kanun tasarısı meclise gönderiliyor. Kürtler, böylece belli ölçüde tatmin oluyorlar, yani inanıyorlar ve geri dönüyorlar. Bütün detaylar ve talepler gündeme getirildikten sonra, bu kanun teklifi 10 Temmuz 1922’de yasalaşıyor. Kürdistan'a muhtariyet verilmesi kanunlaştırılıyor.

Fakat meclisin gizli celse zabıtları yayınlanmasına rağmen, 10 Şubat 1922 ve 10 Temmuz 1922 tarihlerindeki zabıtlar yok. Sanki o gün meclis toplanmamış, hiçbir şey yapmamış gibi. Ve sonuçta, kendisi de Bitlisli bir Kürt olan İsmet Paşa'nın başkanlığında bir heyet oluşuyor. Bu heyet, Lozan görüşmelerine gidiyor. Ancak Lozan Antlaşması'ndan önce galip devletler, yani Fransa ve İngiltere anlaşmayı bağlamışlar. Yani anlaşma önceden sağlanmış. Sadece Musul ve Kerkük petrollerinin ne olacağı konusunda anlaşmaya varılmamıştı. Bu konuda Türk devletinin talepleri var, fakat Kürtlerin tepkisinden çekiniyorlar. Zira o bölgede yoğunluklu olarak Kürtler yaşıyor. 

Bu mesele nasıl çözülüyor? 

Bu olay Musul komisyonuna havale ediliyor. Musul komisyonu, Kerkük petrollerinin yüzde 10 hissesini Türkiye'ye vermeyi kararlaştırıyor. Türkiye buna itiraz ediyor, Milletler Cemiyeti de aynı kararı onaylıyor. Türkiye bu yüzde 10 hissesini 500 bin sterlin karşılığında İngiltere'ye satarak işin içinden çıkıyor. Böylece Kürdistan resmen ve fiilen dörde bölünmüş oluyor. Lozan Antlaşması'nın bedeli esas itibariyle Kürtlere ödetilmiş oldu.  

Lozan Antlaşması'ndan sonra neler yaşandı? Özellikle Şark Islahat Planı devreye konulana kadar? 

Lozan Antlaşması'ndan sonra, 1924 Anayasası, önceki anayasalara ve kararlara tamamen muğayir (aykırı) bir içerikte çıktı. İlk defa bu anayasada Türk-İslam vurgusu yapıldı. Daha önce halkların kardeşliğinden, inançların kardeşliğinden söz edilirken, 1924 Anayasası'nda ilk kez Türk-İslam vurgusu yapıldı. Zaten Kürtleri en çok rahatsız eden unsurlardan biri buydu. Çünkü gazetelerin başlıklarında "Türkün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter" yazıları görülmeye başlanıyor. Zaten Kürtlerin en rahatsız eden unsurlardan biri buydu.

Çünkü gazetelerin başlıklarının altında şu ibare okunmaya başlandı. "Türk'ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter." 1921 Koçgiri Katliamı’nda ise büyük bir bedel ödetildi. Mustafa Kemal'in yanına alıp oturttuğu ve desteğini istediği Avuçhan Piri Seyyid Aziz dahil, 500 Koçgirili Divan-ı Harp’e verildi. Bunlardan 25'i hakkında idam kararı verildi. Bzılarına ağır cezalar bazılarına az cezalar verilirken, bir grup da beraat etti. Büyük bir bedel ödendi. O nedenle, "Türk'ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter" deniyor. Oysa Kürt meselesi, esas itibariyle bu tahrik edici ve aşağılayıcı söylemden sonra başladı. Bunlar, 1924 Anayasası'ndan sonra gerçekleşti. Bu konu, 1925 Kürt ulusal direniş hareketinin asıl sebeplerinden birisidir. Bu anayasa, bu söylem ve yaklaşım, bu sonucu doğurdu.  

Şark Islahat Planı’nı da konuşalım istiyorum. Burada tam olarak ne oldu?    

Şark Islahat Planı’nı ilk ben ortaya çıkardım. Bu plan bilinmeden ne Kürt meselesi ne de bugünkü sorunlar anlaşılamaz. Meselenin anahtarı budur, bu yüzden "Kürtlere vurulan kelepçe; Şark Islahat Planı" adını verdim kitaba. Zaten bu planın ismi de "Şark Islahat Planı." 1925'te Kürt hareketi bastırıldıktan sonra gizlice bu plan hazırlanıyor ve ön raporlarıyla birlikte, 28 maddeden oluşuyor. Bu kitabın birinci basımı bitmek üzereyken, başbakanlıktan yayınevini arıyorlar ve bu planı istiyorlar. Yani Kürt sorununa çözüm konuşulurken bu planı istiyorlar. O tarihte kitabın mevcudu kalmadığı için Milli Kütüphane’den bunu alıyorlar. Bunu duyunca kendi kendime ‘Heralde bu uğursuz, talihsiz plandan ders çıkarılacak’ dedim.

Ne yazık ki bu yönetim, o tarihte bu plandan ders çıkarmak yerine, bu planı örnek aldı. 28 maddelik bu planın birinci maddesinde, "Bu planın hitamı tatbikine kadar, bütünüyle uygulamaya konuncaya kadar Kürdistan'da örf-i idare devam ettirilecektir (Bu plan bütünüyle hayata geçirilinceye kadar Kürdistan'da askeri yönetim devam ettirilecektir)" deniliyor. Maddelerden biri de güncel olduğu için söylüyorum: "Kürdistan'da ikinci derecedeki memuriyetlere dahi Kürtler tayin edilmeyecek. Yerine mefkureli (ülkücü) yöneticiler tayin edilecektir" deniliyor. Bugünkü sistemi, belediyelerin tasfiyesini, yerine getirilen kayyumları göz önüne alırsanız, ne denmek istendiğini daha rahat anlarsınız. 

Bu çizdiğiniz fotoğraf bugün güncel olarak tartışılan PKK'nin çıkış koşullarını da tarif ediyor sanırım. Buradan biraz günceli de konuşalım istiyorum. Tarih tekerrür mü edecek, yoksa Kürtler tarihin akışını değiştirebilecek mi?  

Şimdi yeni bir sürece girildi. Aslında bir yazımda vurguladım; özellikle Kürtler, demokratik ifade ve mücadele kanallarının açık olduğu dönemlerde, her zaman demokratik ifade ve mücadeleyi tercih etmişlerdir. Mesela, Kürtlerin demokratik örgütlenmesi yasaklanmadan önce, yani 1901 ile 1921 yılları arasında kurulan Kürt demokratik örgütlerinin sayısı yirmidir. Kürt Millet Fırkası, Kürt Serbestlik Fırkası, Kürt Demokrat Fırkası, Kürt Serbestlik Fırkası, Kürt Milli Millet Fırkası, Kürt Kadınları Teali Cemiyeti gibi kadın örgütü, Kürt Talebe Evi Cemiyeti gibi gençlik örgütü, kültür ve eğitim örgütleri vardı. O süreçte, on beş dolayında Kürt kimlikli gazete ve dergi çıkıyor. Ancak Şark Islahat Planı ile bu örgütlenmeler ve Kürt matbaası da yasaklandı. Ben 1991 yılında Kürt halk türkülerin çıkarıncaya kadar, Türkiye'de Kürt halk türkülerinin yayını yoktu. Bundan dolayı Kürt meselesinin ya da bu tepkinin nerden kaynaklandığını daha iyi anlayabiliriz. Yani demokratik ifade ve mücadele kanallarının olmadığı yerlerde her şey illegal olur. Zaten bütün bu örgütler yasaklandığı için 1922'de gizlice Kürdistan Azadî Cemiyeti kuruldu. 1925'e giden süreç de öyle başladı.  

Peki yakın tarihe bakacak olursak, tablo aynı mı?  

Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül faşizan darbeleri, Kürtlere ve sol kesimlere ifade ve örgütlenme hakkı bırakmadı. Böyle olduğu için, özellikle 12 Eylül'den sonra Kürt gençleri ya hapishanelere dolduruldu ve orada militanlaştı ya da dışarda olanlar dağa çıktı. Yaşam hakkı verilmediği için bunlar oldu; etki-tepki meselesi. "Kan şiddeti, şiddet kanı doğurur" diye Tevfik Fikret'in meşhur bir sözü var. Siz bu ifade kanallarını kapatırsanız, o zaman başka şeyler nükseder ve PKK'nin ortaya çıkışının da sebebi esas itibarıyla budur. Özgürce örgütlenme ve ifade kanalları tıkandığı, insanlar hapishanelere doldurulduğu ve yaşam hakkı tanınmadığı için bu ortaya çıktı. Ama bu konuda, özellikle 1993'te Şam'da yayınlanan barış deklarasyonu önemli bir dönemeçti.  

zaman bu barış çağrısı ve ateşkesin nasıl etkileri olmuştu? 

Ben kendimden biliyorum; yayın yapıyordum. 1993 yılında yayınladığım kitaplardan açılan davaların tümünden beraat ettim. Tamamen yumuşak bir siyasi hava vardı ve ortam yumuşamıştı. Fakat 1994 yılında, nasıl olduğu hâlâ karanlık olan -aslında hangi güçlerin gerçekleştirdiği biliniyor ancak isim veremediğimiz için karanlık diyoruz- barış sürecinin bozulmasıyla her şey tersine döndü. Mesela, o barış sürecinde Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'ne bir rapor hazırlattılar. Bu rapor, o dönem oldukça rahatlama yarattı ve bazı barış inisiyatifleri oluşmaya başladı. O dönemde Abdullah Öcalan, Kürt sorunun demokratik ve barışçıl çözümünden başka hiçbir çözüm yolu bulunmadığını söylüyordu. Kürt sorununun mutlaka barışçı ve demokratik bir zeminde çözülmesi gerektiğine dair açıklaması vardı. Bu açıklamalar, o zamanki Türk basınında dahi yer aldı. Fakat ne yazık ki bu realize olmadığı gibi, daha sonra bilinen olaylar yaşandı ve süreç bugünlere kadar uzadı.