Paris Konferansı Şam’a farklı imkân ve avantajları da gösterdi

Ertuğrul Kürkçü, Şam’ın Kürtlerle olan ilişkilerde tamamıyla Ankara’nın uydusu gibi görünmekten kaçındığını ifade ederken, Paris Konferansı’nın Şam’a yeni imkanlar sunduğunu söylüyor.

ERTUĞRUL KÜRKÇÜ

Türkiye, Esad’ın devrilmesiyle birlikte Suriye’de kendine daha fazla alan açtı; fakat değişen dengeler ilk başta görünen Türkiye hakimiyetini zamanla törpüledi. Geçtiğimiz günlerde sırasıyla önce Şam Yönetimi Dışişleri Bakanı Şeybani, Hakan Fidan ile görüştü daha sonra  Şam Yönetimi Cumhurbaşkanı Ahmet Eş-Şara (Colani) Ankara’da AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile bir araya geldi. Bu görüşmelerde özellikle Türkiye tarafı Kürtlere karşı “terörle mücadele” adı altında Şam Yönetimi ile ortak bir görüntü vermeye çalıştı ama Şam net bir ifade kullanmadı. Öte yandan 13 Şubat’ta gerçekleşen Paris Konferansı’nda batı, Şam’a yeni bir kapıyı da araladı. 

HDP Onursal Başkanı, AKPM Onursal üyesi Ertuğrul Kürkçü, tüm bu gelişmeler ışığında Türkiye’nin Suriye’de istediği nüfuzu elde edip edemeyeceğine ve Kürtlere yönelik politikanın hem Suriye’de hem de içeride nasıl olacağına dair sorularımızı yanıtladı.

Şam Yönetimi Cumhurbaşkanı Ahmet Eş-Şara, Ankara’da Erdoğan ile görüştü. Öncesinde Hakan Fidan da yine Şam'dan mevkidaşı ile görüşmüştü. İki görüşmede de Türkiye "terörle mücadele" başlığını öne çıkardı. Sizce iki ülke arasında bu anlamda kesin bir mutabakat var mı?

Şam’da şu an iktidar mevkiinde bulunan HTŞ’nin (Heyet Tahrir el-Şam) meşruiyeti ve hegemonyası hem tartışmalı hem sınırlı. Türkiye’yle ilişkilerde bu gerilim Suriye’nin hem avantajı hem açmazı olacak. 
Ahmed eş-Şara’nın “geçiş dönemi Cumhurbaşkanı” ilan edildiği 29 Ocak’ta Şam’da toplanan “Suriye Devrimi'nin Zaferini İlan Konferansı”nın tamamı İdlib’deki iktidar blokunu oluşturan askeri yapılara dayanıyordu. Oysa, Ahmet eş-Şara Şam’a yürüyüş için İdlib’den yola çıkarken bu askeri koalisyon İdlib’deki sivil halkla neredeyse çatışma halindeydi. Yani sınırlı bir rızaya sahipti. 

Şimdi Şam’da zaferini ilan eden ittifak, Suriye’nin tamamında da Sünni güçlerin bir bölümünün desteğinden yoksun. Öte yandan Aralık 2024'te güneyde, Esad rejimine karşı Dera, Süveyda ve Kuneytire illerindeki çeşitli silahlı muhalif grupların bir araya gelmesiyle kurulan, çoğunluğunu Dürzilerin silahlı güçlerin oluşturduğu Güney Operasyonları Odası da rejime dahil olmadı. 

Akdeniz kıyı kentleri Lazkiye ve Tartus ile Halep, Hama ve Humus kırsalında yaşayan Aleviler rejimle karşı karşıya, HTŞ başlıca ideolojik gıdası Alevi düşmanlığı olan silahlı hareketin tabanının katliam ve cinayetlerini frenleyemiyor. Öte yandan çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ittifakındaki Sünni Araplar da Kuzey ve Doğu Suriye’deki özerk yönetimdeler ve Şam rejiminin tamamen dışındalar. 

Bu durum, Şam yönetimini son derece kırılgan bir denge üzerinde, henüz rızasına sahip olmadığı Suriye’nin neredeyse yarısını oluşturan topluluklarla yıkıcı çatışmalardan uzak durmaya zorunlu kılıyor. Öte yandan HTŞ önderliğindeki İslamcı iktidar bloku, içerideki hegemonya açığını uluslararası destek ve himayeyle kapatabilmek için de hem iç hem dış politikada, hiç değilse görünüşte, uluslararası normları kabaca çiğnememe, tartışmalı sınır ötesi harekatları gündeme getirmeme mecburiyetinde. 

Gerek geçici yönetimin Dışişleri Bakanı Şeybani, gerekse Ahmed eş-Şara’nın kendisi, Ankara’da Hakan Fidan ve Tayyip Erdoğan’la çıktıkları “ortak” basın toplantılarında Suriye’yi oluşturan toplulukların herhangi birini -bu arada özellikle Kürtleri- olumsuz bir bağlamda dile getirmemeye çok özen gösterdiler. Erdoğan ve Fidan’ın yankısı gibi konuşmadılar. Suriye Demokratik Güçleri’ni “terörizm” kapsamında ele almaktan da tamamen uzak durdular. Dahası söz dağarcıklarında “terör” ve “terörizm” kavramları yoktu. Bunlar, Şam ve Ankara’nın -örneğin Bakü ve Ankara gibi- bir ikili oluşturmadığını gösteren işaretler. 

Ancak, Suriye ve Türkiye arasındaki, Kürdistan’ı keserek uzanan, 900 kilometrelik sınırın, Türkiye’deki milyonlarca Suriyeli göçmenin, Suriye’deki binlerce TSK gücünün,  TSK vekili Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) ve Ankara’yla iltisaklı Orta Asyalı çetelerin mevcudiyetini, Suriye’nin ülkenin imarı ve güvenlik yapısının oluşturulması için muhtaç olduğu başta sermaye olmak üzere tüm imkan ve yeteneklerin bir kurşun atımı mesafedeki Türkiye’den temin edilebilirliğinin cazibesiyle bir arada düşündüğümüzde; Şam’ın kritik dönemeçlerde Ankara’nın basınçlarına göğüs germekte zorlanacağını ya da göğüs germemeyi seçebileceğini de öngörebiliriz. 

Buna karşılık Arap Birliği, İsrail, Avrupa Birliği ve Çin ile Rusya’nın Suriye’nin Ankara’nın uydusu haline gelmesinden memnuniyet duymayacakları ve Şam’ın ihtiyaç duyduğu uluslararası kabul ve tanıma, sermaye transferi ve imar işleri bakımından sunacakları avantajlarla Suriye’de doğmakta olan yeni İslami rejimi mümkün mertebe radikalizmden uzak ve Batıya yakın bir konumda tutmaya gayret edecekleri de öngörülebilir. Bu denklemde öngörülebilir olmayan tek etmen, Donald Trump Amerikası’nın ne yapacağı. Mevcut işaretler, Trump’ın kısa vadede ABD askeri statükosunun tavsiyelerine uymayı tercih edebileceği yönünde. Ancak Trump söz konusu olduğunda paragözlük dışında hiçbir şeyden emin olunamaz. Nitekim ABD, 13 Şubat’ta Paris’te toplanan “Suriye Konferansı” sonuç bildirgesini “henüz Suriye politikamız netleşmedi” gerekçesiyle imzalamadı. 

Sonuçta bütün bu etmenlerin toplamı olarak, Şam-Ankara ilişkileri, Erdoğan rejiminin görülmesini istediği gibi su sızdırmaz değil ve olmayacak. Ancak Şam’ın iç zayıflıkları nedeniyle Ankara’nın ikramları kadar şantaj, tehdit ve emrivakileri karşısında kararlı bir tutum izlemeyeceğini de görebiliriz. Bu süreçte asıl, SDG ve HTŞ arasında Ankara’yı Suriye’nin uzağında tutacak bir konsensus kurulup kurulmayacağı belirleyici olacak. 

 

Suriye'nin iş birliği sadece Türkiye ile değil, siz de söylediniz. Tam da bu yüzden Türkiye'nin istekleri ile Şam'ınkiler tamamıyla örtüşüyor mu? Örneğin 13 Şubat'ta Paris'te bir toplantı gerçekleşti. Bunu da katarsak nasıl bir tablo var?

Türkiye’nin istekleriyle Suriye’ninkiler tarihsel olarak hiçbir zaman örtüşmez. Mısır, Suriye, Irak, Libya, Tunus başta olmak üzere Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinin Birinci Dünya Savaşı sürecinde Osmanlı boyunduruğundan ayrılmaları ve daha sonra Türkiye’yle karşı karşıya gelmeleri, evet, iki emperyalist paylaşım savaşında önce Osmanlı Devleti’nin rakibi Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya’nın egemenlik alanına girmelerinin, daha sonra iki kutuplu dünya dinamiklerini işleyişinin de bir sonucuydu. Ama, Arap egemen sınıflarının Hristiyan “kurtarıcılar”ın egemenliğini, Halife’nin boyunduruğuna tercih etmelerinin başlıca nedeni, hiçbir şeyin Osmanlı hakimiyetinden daha kötü olamayacağına dair asırlar boyunca elde etmiş oldukları tarihsel deneyimdi. Arap ulusal kimliğinin dokusunda içkin olan bu tarihsel tecrübe dolayısıyla, bütün Arap devletleri Ankara’yla ilişkilerinde din kardeşliği faslından sonraki asıl bölüme geldiklerinde sapandan taşı eksik etmedikleri derin bir kuşkuyla hareket ederler. Bu Ahmed eş-Şara’nın kırılgan rejiminde daha çok böyle olacaktır. 

Şam’dakilerin Ankara’nın kendi “tehdit algısı”na binaen uluslararası hukuka göre Suriye’nin toprak bütünlüğü içindeki bölgelerde tehdit addettiği Kürtler’e karşı devşirme ordular beslemesine, Suriye vilayetlerini Türk idare sisteminin bir alt birimiymişçesine kaymakamlıklarla yönetmesine, buralarda Türk parasını geçer akçe ilan etmesine; IŞİD’in  Suriye toprakları içindeki faaliyetlerini dolaylı olarak da olsa manipüle etmesine, Suriye iç pazarında üretilen başta zeytin ve zeytin yağı mahsulüne el konularak yok pahasına Türkiye ve uluslararası fiyatlarla dünya piyasasına sunulmasına memnun olacağını düşünmek için kendine hayran bir sömürgeci olmak icap eder. Suriye’nin gücü yetmediği için susması bu haysiyet kırıcı durumu içine sindirdiği anlamına gelmez. 

Paris Konferansı, bu bakımdan Şam’dakilere Ankara-Riyad parantezinin ötesinde manevra alanları, imkanlar ve fırsatlar olduğunu göstermiş olmalı. Öte yandan Paris’te Ankara’yla yakınlığın uluslararası yaptırımları kaldırmakta Şam’ın en büyük avantajı olacağına dair propagandanın da sonuna gelinmiş oldu. Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ile Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ve bazı AB ülkeleri arasında Doğu Akdeniz'deki deniz yetki alanları ve hidrokarbon kaynakları konusunda uzun süredir devam eden anlaşmazlıklar dolayısıyla zaten Ankara’nın kendisi Avrupa Birliği yaptırımları altında. Türkiye ve AB arasındaki ihtilaf dolayısıyla, Kıbrıs ve Yunanistan’ın itiraz etmeleri üzerine Paris Konferansı’nda Suriye’ye yönelik yaptırımların kaldırılması konusuna girilemedi. Oysa bu konferanstan Şam’ın öncelikli beklentisi uluslararası yaptırımların kaldırılmasına dair bir açık çek elde etmekti. 

Paris Konferansı’nda Suriye’yle iş birliğinden avantaj edinmek açısından en büyük yararı Fransa ve onunla iş birliği içinde konferansa gelen Suudi Arabistan sağladı. Sonuç bildirgesi de ABD’nin çok düşük düzeyde temsili dolayısıyla daha çok Avrupa Birliği ve Suudi Arabistan eksenindeki bir mutabakatı yansıttı. Bu, Şam’a, uluslararası tanınırlık sağlamanın maliyetinin büyüklüğüne, Ankara’ya da coğrafi yakınlığın Suriye’yle ilişkilerin tek boyutu olamayacağına ilişkin bir gösterge sunuyor olmalı.

 

Tabii öte yandan Ankara, Kürtlerle savaşının yanı sıra ABD’nin bölgesel ortakları olarak IŞİD’e karşı bir koalisyon oluşturmaya da çalışıyor. Türkiye'nin son dönemde görüşmeler sürdürdüğü Ürdün, Irak ve Suriye’den oluşacak bu koalisyon İran’a karşı bir eksen olarak da tanımlanabilir. Bu koalisyona karşılık SDG’ye desteğin kesilmesi isteniyor. Bu anlamda Türkiye ne kadar nüfuz elde edebilir?

Bu dörtlü içinde SDG’ye destek veren herhangi bir güç yok. Öte yandan Türkiye’nin “Suriye’deki IŞİD tehdidi”ne karşı “bölgesel bir koalisyon oluşturma” çabalarının IŞİD ile bir maddi menfaat ve dünya görüşü çatışmasına dayanan esaslı bir motivasyonu yok. Ankara IŞİD ile çatışan değil, dolaylı nesnel ittifak halindeki bir güç. Bu girişim, daha çok ABD’nin 20 Kasım 2015 tarihli ve 2249 Sayılı BM Güvenlik Konseyi kararının icrası açısından SDG ile kurduğu askeri ittifakının asli ve maddi gerekçesini çelmek üzere, Washington’ın karşısına SDG ile askeri iş birliğinden daha yüksek kapasiteli (dört bölge devletinin katılımını içeren) bir seçenek koymakla ilgili. Böylece ABD’nin bölgede asker bulundurma ve SDG’ye askeri destek sunma gerekçesinin bertaraf edileceği ve SDG’nin Suriye’deki varlığının meşruluğunun ortadan kaldırılacağı varsayılıyor. İran’a karşı bölgede ABD dostu bir güç odağı yığma imkânı vermesinin de Washington için bir cazibe kaynağı olacağı düşünülüyor. 

Ancak, Irak, Suriye ve Ürdün'ün böyle bir askeri ve istihbari iş birliği için motivasyonları ile Türkiye’ninki tamamen birbirinden ayrı ve henüz kuvveden fiile geçebileceğine dair yeterli işaret yok. Öte yandan Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron, Paris Konferansı’nda Suriye’deki geçiş yönetimine, BM Güvenlik Konseyi kararına dayalı mevcut “IŞİD’e Karşı Uluslararası Koalisyon”a katılma çağrısında da bulundu. Bu öneri Suriye için Ankara’nınkinden çok daha cazip ve SDG ile ilişkileri rayına sokma açısından daha imkanlı olabilir. O nedenle bu hamur daha çok su kaldırır, diyebiliriz.

Bölgede ABD ve İsrail etkisi de yüksek. Zaten Türkiye de önceki soruda sorduğum bu koalisyonu biraz bu ülkelerin beklentilerini düşünerek oluşturmaya çalışıyor. Türkiye bu beklentileri karşılayıp istediği gibi belirleyici bir aktör olabilir mi? 

Türkiye’nin askeri kapasitesini ve iktisadi gücünü gözden uzak tutmak hiçbir zaman doğru sonuç vermez. Ancak Ankara’nın önerilerinin tamamı sağ kulağını göstermek için sol elini kullanmak gibi çapraşık akıl yürütmelere dayalı. Ankara’nın bölgesel tasavvurlarının daima iki sabit ama diplomatik olarak açığa vurulmayan dinamiği var: Birincisi bölgesel egemenlik rekabetinde öteki ülkeleri sürükleyen bir Türk odağı oluşturarak tanzim edici bir uluslararası rol üstenme iddiası; ikincisi, Kürtlerin nerede olursa olsun bir entite, bir sosyo-politik varlık oluşturma potansiyellerinin açığa çıkmasını önlemeye yönelik güvenlikçi kaygılar. Ankara’nın Kürtlere yönelik kaygı, suçlama ve iddiaları ne bölgesel ne uluslararası ölçekte aynı boyut ve kuvvette paylaşılıyor. Örneğin Ürdün ya da Irak’ın, Kürtlerin kendi kaderlerin tayin hakkının gerçekleşmesini ilke olarak bir güvenlik tehdidi olarak okumaları için akla uygun bir gerekçeleri yok. Öte yandan Suriye’de olsun, Türkiye’de olsun Kürtler’in özerklik taleplerinin dünyanın büyük bölümünde “eşyanın tabiatı gereği” olarak görüldüğü ortada. En son Putin de bu görüşe katıldığını geçtiğimiz ay ifade etmişti. Bizim gördüğümüzü herkes, her istihbarat örgütü, her dışişleri bakanlığı da görebileceğine göre, Ankara’nın örtük gündemini realize etmeye yönelik önerilerinin çoğu kez anlamazlıktan gelineceğini, kimi zaman defi bela kabilinden ilgi gösterileceğini öngörebiliriz. Ancak, Kürt Sorunu’nun evriminde yapıcı, kurucu bir dönüşüm olmadıkça Ankara bütün komşu devletlerin kapısını şu ya da bu “güvenlik sorunu” gerekçesiyle çalmaya, aklı aslında mızrağın ucunu Kürtlere yöneltmeye takılı olduğundan o sorun için gerekenden daha büyük askeri ve ekonomik imkanların seferber edilmesini önermeye, yakın ve uzak komşular da Ankara’yı idare etmeye devam edecektir. 

Türkiye’nin iki stratejisinden birinin Kürtlere yönelik güvenlikçi politikalar olduğunu söylediniz. Türkiye hem Suriye hem de kendi sınırları içinde Kürt sorununu da bir şekilde tartışmaya açmış durumda. Bir yandan güvenlikçi stratejiler izliyor, Suriye'de hala SİHA’larla Kürtlere saldırı devam ediyor; ama bir yandan da içerideki güvenlikçi politikalar henüz adı konulmamış görüşmeler trafiği ile birlikte ilerliyor. Siz bu toplamı nasıl ele alıyorsunuz?

Ankara, Kürt Sorunu bahsinde sınırlı olmakla birlikte yerel özerklikleri ve nispi iktidar paylaşımını ima eden 2013-15 arasındaki “çözüm ve müzakere” pozisyonundan tamamen uzaklaşıp demokrasi ve insan hakları ekseninden güvenlik eksenine iltica ettiği bir iç ve dış politika birliği çizgisinde yol alıyor. Buraya gelmemizin biricik nedeni Türk egemenlerin, Kürtlerle iktidar paylaşımına dayalı bir çözümün “Türklük” esasına göre kurulmuş olan statükoyu sona erdirmesini Türk üstünlüğünün sonu, bunu da devletin ve toplumun sonu olarak okumalarından ibaret. Bu bahsi biliyoruz.

Ancak şimdi ikinci çizgi üzerinde yol almanın Ankara’yı kaçınılmazca getirdiği bir başka açmazdayız. Bu güvenlikçi eksen hangi biçim ve yoldan olursa olsun Kuzey’de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının iddia edilmesini “terör suçu” olarak konumlar ve Türkiye’yi “teröristler” ve “terörizmle mücadele” arasında kutuplaştırırken, süre giden silahlı isyanı bastırmak için de Suriye ve Irak’ta Rojava ve Başur Kürdistan başta olmak üzere Kürtlerin yaşadığı her yeri savaş alanı ilan etti. Bu, neresinden bakarsanız bakın içeride 25 milyon Kürdün rızasını yitirmek, dışarıda Irak ve Suriye devlet sınırları içinde “sıcak takip”le açıklanamayacak bir süreklilik ve kapsamda ordu konuşlandırmak, devşirme ordular kurmak, öteki devletlerin içişlerine karışmak, onların toprağında idari ve adli kurumlar oluşturmak, yurttaşlarını öldürmek, uluslararası hukuku ihlal etmek, savaş ve insanlık suçları işlemek demekti. Bunun politik, diplomatik, ekonomik, siyasal maliyetleri büyük oldu. Yeni dünya ve bölge konjonktüründe buradan daha ileri gidilemeyeceği görüldü. İçeride de “Çöktürme Harekâtı” bakiyesi üzerinden geri dönülemiyor. 

“Devlet aklı” dedikleri şeyse, bir ortak düşman icat edip, “vatan elden gidiyor” varsayımı çevresinde “iç cephe tahkimatı” ötesinde bir ufuk sunmuyor. Kürtlerle çatışmayı varsayımsal bir “iç cephe”de eritme fikri, dört parça gerçekliğine göre kurgulanmış stratejiyi diğer parçalarda manasızlaştırırken, iç güvenlik ve ordu birimleri, 2015’te Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne işlenen değişiklikler kapsamında nüfusun kayda değer bir bölümünü, sınırların ötesinde SİHA kontrol merkezlerinde “hedef” olarak işaretlenmiş gazetecileri, siyaset insanlarını, halk önderlerini  “iç düşman” veya “dış düşman” olarak kodlamaya, ikinci bir direktif olmadığından tutuklamaya, dövmeye, bombalamaya, üzerlerine devşirme Orta Asyalı çeteleri, kiralık cihadileri göndermeye, ezmeye, öldürmeye -pardon, “etkisizleştirmeye”-devam ediyorlar. 

1 Ekim’den bu yana bu momentteyiz. Burada bir “akıl” var gibi gözükmüyor. Gerçi o “akıl” bir işe yaramış olsa, Cumhurbaşkanlığı forsundaki güneşin çevresinde dizilmiş “16 eski Türk devleti”nin, başlarına gelenleri neden akıl edemediklerini sorarak işe başlardı. Ama bir kere kapı çalındığına göre, devletin başının üzerinden topluma seslenmek, gerçek çözümün nerede yattığına dair insanlığın ortak bilgisinin toplam edinimini toplumla paylaşma olanağına sırt çevirmemek doğrudur. 

Bununla birlikte “Kürt Sorunu” gibi dört devletin sınırları içinde cereyan etmekte olan, uluslararasılaşmış, milyonlarca insanı yanına ve karşısına alarak şekillenmeye devam eden bir büyük mesele yalnızca taraflardan birinin arzusu ve gayretiyle değil, tüm tarafların aynı hedef etrafında dizilmesiyle çözülme yoluna gireceğine göre, gayretlerimizin bizi medeni bir çözümün henüz başına doğru taşıyabileceğini görerek, her imkânın hakkını vermeye devam etmek zorunlu. Tarih, büyük değişimlerin, her gün, her saniye gerçekleştirilen küçük işlerin art arda dizilmesiyle gerçekleştiğinin sayısız örneğiyle dolu, zaman ezilenlerin müttefikidir.