Arap Baharı diye adlandırılan 2010’da Tunus’ta başlayıp ardından Mısır’ı ve Libya’yı saran halk ayaklanmaları, Mart 2011 geldiğimizde kendisini Suriye’de göstermişti. Esad rejiminin, “İsyancılar, yabancı güçler tarafından organize ediliyor, bu bir komplodur” diyerek halk ayaklanmalarını şiddetli bir şekilde bastırmasıyla başlayan çatışmalar kısa sürede ülke geneline yayılarak bir iç çatışmaya dönüşmüştü. Gün geçtikçe büyüyen bu iç çatışmaların etkileri sınırları aşarak, kısa sürede savaşa uluslararası bir boyut kazandırmıştı. Özellikle 2013 itibarıyla artık sahada sadece Esad rejimi ve ona karşı duran muhalif kesimler değil, taraflar arasında saf tutan güçler vardı.
Suriye’de 13. yılını geride bırakan bu iç savaşta yüz binlerce insan yaşamını yitirdi, milyonlarca insan yerlerini terk etmek zorunda kaldı. Yıllar içerisinde bir anlamda harabeye dönen Suriye’de geldiğimiz aşamayı sahayı yakından tanıyan ve yakın zamanda “Les Leçons de la crise syrienne” (Suriye krizinden çıkarılacak dersler) adlı kitabı da yayınlanan Fransa Lyon-2 Üniversitesi Siyasal Coğrafyacılarından ve Washington Think-Thank Enstitüsü Araştırma Görevlisi Suriye Uzmanı Prof. Fabrice Balanche ile konuştuk.
13 yıllık Suriye iç savaşında gelinen noktayı sahadaki gelişmeleri de dikkate alarak özetleyebilir misiniz?
Suriye savaşı geldiğimiz noktada donmuş bir savaş olarak tanımlanabilir. Suriye, 2020’den bu yana büyük çatışmalara sahne olmadı. Ancak, İsrail’in İran üslerine yönelik bombardımanları ve Türkiye’nin Rojava’ya dönük saldırıları, özellikle Türkiye’nin Rojava’nın kuzeyinde elektrik santralleri de dahil olmak üzere sivil alt yapıyı sistematik olarak hedef alması Eylül 2023’ten bu yana devam etti.
Ayrıca, Türkiye insansız hava araçlarıyla da Demokratik Suriye Güçleri savaşçılarını hedef almaya devam ediyor. Buna rağmen 2018’deki Efrîn ya da 2016’taki Halep gibi büyük saldırılar artık gündemde değil. Yerel aktörler bu savaştan yorgun düşmüş olsalar da, çatışmasızlık halinin en büyük sebebi Rusya, İran ve ABD gibi uluslararası aktörlerin çatışmaya girmek istememeleri.
‘TÜRKİYE İDLİB’TEKİ CİHATÇILARI KORUMAYA DEVAM EDİYOR’
Bu statüko alanı, özellikle Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasından bu yana Rusya’nın Türkiye’nin tarafsızlığına ihtiyaç duymasından kaynaklanıyor. Rusya ve İran tarafından desteklenen Suriye ordusu şimdilik El Kaide’nin Suriye kolu olan Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) denetiminde olan İdlib’i alma girişiminde değil. Çünkü Türkiye, İdlib’in rejim tarafından geri alınmasına karşı çıkarak oradaki cihatçı yapıları korumak istemeye devam ediyor. Bu anlamda şu anlık donmuş bir savaş ile karşı karşıyayız.
Gazze’deki savaş, Suriye’deki durumu da biraz uyandırmış durumda. Eylül 2023’te Dêrazor bölgesinde Arapların Demokratik Suriye Güçlerine (QSD) karşı ayaklandığını gördük. Bu ayaklanmanın aslında Suriye’nin doğusunda konuşlu Amerikan güçlerine üzerinde baskı kurmaya çalışan İran tarafından organize edildiği biliniyor.
Gazze’deki savaşla birlikte İran, Suriye’nin doğusunda ve Irak’ta bulunan Amerikan üslerini hedef alarak bu üstleri terk etmeye zorlamak ve böylece İran’ın; Lübnan, Suriye ve Irak’ta engelsiz bir kontrol sağlamasına olanak tanımak istiyor. Bu senaryoda, Suriye rejimi de doğuya, özellikle de artık ABD tarafından korunmayacak olan Rojava’ya yeniden dönmek isteyebilir.
‘İRAN BÖLGEDE TEMEL AKTÖR KONUMUNDA’
İran’ın bölgede büyük bir güç haline gelme stratejisi ile karşı karşıyayız. İran’ın, Suriye’de başını ABD’nin çektiği Batı bloğuna karşı temel aktör konumunda olduğunu söylemek mümkün mü?
Evet, İran; Suriye, Irak ve Lübnan’da ABD’ya karşı temel aktörlerden birisidir; çünkü İranlılar ‘Şii Hilali’ olarak bilinen ve İran’dan Akdeniz’e uzanan jeopolitik bir eksen olan bir strateji izlemektedir. Saddam Hüseyin döneminde yaşanan ve İran rejiminin derinden etkileyen İran-Irak savaşında olduğu gibi özellikle Batı’dan gelebilecek bir saldırıdan korktukları için kendilerini savunmak amacıyla bu bölgenin tamamını kontrol altına almaya çalışıyorlar.
Buna ek olarak, İran bölgenin zenginliğini kontrol etmek istiyor. Irak, İran’a büyük bir para aktarıyor, çünkü petrolün bir kısmını İran’a tahakkuk ediyor. Irak pazarının büyük bir kısmı Çinlilere verilmiş. Yine İran’ın altyapısı Çinliler tarafından ücretsiz bir şekilde inşa ediliyor, çünkü Çin’in Irak pazarından faydalanmasına izin veriliyor.
İran ayrıca, İsrail ile ideolojik bir çatışma halindedir. Bir gelenek olarak, İran güvenliği için İsrail’in yok edilmesi gerekir. Bu hedeflere ulaşmak için hava sahasını kontrol etmediği ve ABD gibi bir donanmaya sahip olmadığı için İran’ın Lübnan’a giden bir karayoluna sahip olması gerekiyor. Dolayısıyla karayolu, askeri ve yayılma stratejisi için büyük bir önem taşıyor.
‘ABD’NİN TUTUMU İRAN’I VE RUSYA’YI BÖLGEDE GÜÇLENDİRDİ’
ABD bölgede, özellikle Suriye’de varlığını korumaya devam etse de geldiğimiz aşamada ABD’yi hala bölgenin temel hegemonik gücü olarak tanımlamanın çok zor olduğu söylemek mümkün mü?
ABD Ortadoğu’dan vazgeçmiyor, ancak 2003-2011 yılları arasındaki Irak’ta yaşanan savaş gibi insan hayatına mal olan savaşlara artık dahil olmak istemiyor. Yerel milislerle harekete ederek vekaleten hareket etmek suretiyle bölgedeki nüfuzunu sürdürmeye çalışıyor. Suriye’de, Suriye Demokratik Güçleri (QSD), Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin pêşmergeleri, Lübnan’da Lübnanlı güçlerle hareket ediyor ve onları destekliyor. Ancak ABD sahada artık kendi askerlerini konuşlandırmak istemiyor.
Irak savaşı, Amerika toplumu üzerinde derin bir etki yarattı. ABD’nin bu politikası karşısında İranlılar ve Ruslar gibi tereddüt etmeden canlarını feda etmeye hazır güçlerin ordularını görüyoruz. Sonuç olarak bu oyuncular, Rusya, İran, bölgede önemli ölçüde güçlendi. ABD, Ortadoğu’da her şeyden önce Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri'ndeki varlığını, buralardaki ekonomik fırsatlar ve pazarlar nedeniyle sürdürmeyi hedefliyor.
Bu nedenle Körfez’in zengin ülkelerinin yanı sıra güvenliği ABD için hayati önem taşıyan İsrail’in de korunması temel hedeftir. Ne yazık ki, Lübnan ve Irak artık ABD için bir öncelik değil.
‘ABD’NİN TUTUMU MÜTTEFİKLERİNİ KORKUTUYOR’
ABD’nin hem Ortadoğu politikası hem de Afganistan pratiği aslında bölgedeki müttefiklerinde bir korku yarattı. Bu anlamda, bölgede ABD’ye dönük bir güvensizlikten bahsedebilir miyiz?
Evet, ABD’nin 2011’de Afganistan’dan çekilmesi, ABD’nin bölgedeki müttefiklerinde büyük bir korku yarattı. Yine, ABD’nin 2019’da Suriye’nin Kuzeydoğusundan güçlerini çekmesi de terörizme karşı mücadelede desteklediği Suriye Demokratik Güçleri’ni de etkiledi. ABD’nin Serêkaniyê ve Girê Spî’den güçlerini çekerek Türkiye’nin bölgeye saldırması ve işgal etmesini sağlamıştı.
Yerel müttefikler, ABD’nin kendilerini de terk ederek bir gecede Afganistan tarihini tekrarlayabileceğinden korkuyorlar. Nitekim, Donald Trump’ın Kasım 2024’te seçilmesi halinde Amerikan askerini Suriye ve Irak’tan çekme kararı alması muhtemeldir.
‘TÜRK DEVLETİNİN TEMEL AMACI ROJAVA’YI YOK ETMEK’
Suriye’deki yıkımın temel aktörlerinden birisi de Türk devleti. Geldiğimiz aşamada Türk devletinin Suriye politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye, Suriye’deki Kürt bölgesini ortadan kaldırmayı istiyor. Bu politikası çok açık. Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde Kürt nüfusunun ağırlıklı olarak yaşadığı 30 km derinliğinde kendi tanımıyla bir ‘güvenlikli bölge’ oluşturmaya çalışıyor. Türkiye, 2018’de Efrîn’in kontrolünü ele geçirerek Kürt nüfusu buradan çıkardı. Ardından Girê Spî ve Serêkaniyê’yi işgal ederek Kürtleri buradan da çıkardı. Şu anki stratejisi ise Suriye’nin Kurdistan bölgesindeki Amûdê, Dirbesiyê, Qamişlo gibi kentler üzerindeki hâkimiyetini genişletmek. Henüz askeri bir saldırı olmasa da Türkiye, bölgenin elektrik, petrol gibi sivil alt yapılarını bombalayarak Rojava’da ekonomik kriz yaratmak ve bu şekilde bölge halkını göçe zorlamak istiyor.
‘ETNİK TEMİZLİK YAPIYOR’
Bu politika halk arasında, özellikle de Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Araplar arasında etkili oluyor. Bazı Araplar, Kürtlerin hâkim olduğu bir özerk bölgenin kurulmasından yana değiller ve Türkiye bu iki halk arasındaki farklılıkları istismar ediyor.
Türkiye’nin temel amacı, Kürtleri bu bölgelerden sürerek ve yerlerine Arap nüfusu, özellikle de İdlib’deki Arap ve Türkmen nüfusu yerleştirerek etnik temizlik yapmak. Daha önce Efrîn’de yaptıkları gibi Kürtleri bölgeden sürüp Kürt olmayan kesimleri bu bölgelere yerleştirerek, 1960’larda yapıldığı gibi Arap kemeri stratejisini hayata geçirmek istiyorlar.
İdlib, Ezaz gibi kontrolü altındaki Arap nüfusu her gün rejimin bir gün bu bölgelere gelmesi korkusunu yaşıyor. Türkiye hem bu bölgedeki Arapları hem de kendi sınırları içerisindeki Suriyeli mültecileri, Kürt bölgelerine yerleştirmek amacıyla kullanıyor. Erdoğan, Avrupa Birliği’ne ‘Suriyeli mültecilerin geri dönüşünü finansa etmek, yani bunlara Suriye’nin kuzey ve doğusunda köyler ve şehirler inşa etmek için, bana yardım edin’ diyor.
‘KÜRTLERE KARŞI ARAP KEMERİ YARATMAK İSTİYORLAR’
Avrupa, yapılacak bu yardımın Erdoğan’ın amacına hizmet edeceğini, yani Kürtleri bu bölgelerden sürmek ve etnik temizliğe tabi tutmaya ortak olmak anlamına geleceğini anladı. Bu nedenle bu teklifi reddetti. Erdoğan bu planını hayata geçirmek için Katar’dan para buldu. Bu plan, Efrîn ve Serêkaniyê’de hayata geçiriliyor. Bence, Erdoğan bir daha asla Suriye rejiminin denetimine girmeyecek bölgelerdeki Kürtler yerine kenti kontrolü altında olan bir Arap kemeri yaratmak istiyor. Örneğin, Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti gibi kendisine bağlı ‘Kuzey Suriye Cumhuriyeti’ yaratmak istiyor.
Sizin de belirtiğiniz gibi Türk devleti, başta Rojava olmak üzere Suriye topraklarında ağır suçlar işliyor Buna rağmen Batılı güçler Türkiye’nin pratiklerine karşı bir sessizlik içerisinde. Türk devletine karşı olan bu sessizliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Batı, Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor. Yani, Çin ve Rusya ile çekişmesinde Türkiye’ye farklı bir ölçekte ihtiyaç duyuluyor. Bu nedenle Türkiye’nin tamamen Rusya’nın yanına itilmesinden kaçınılıyor. Bundan faydalanan Türkiye; Rusya ve Batı arasında ikili oynuyor. Batı’ya ve NATO’ya şantaj yapıyor. Bu durumu İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik sürecinde gördük.
Türkiye, İsveç ve Finlandiya’nın Kürtleri desteklemeyi bırakmasını talep ederek bu ülkelerin NATO’ya entegrasyonunu veto etti. Türkiye’nin talebi üzerine İsveç’in Kürtleri sınır dışı ettiğini gördük. İsveç ve NATO’nun bugün ki önceliği Rusya-Ukrayna savaşı. Dolayısıyla, Kürtler Türkiye’nin insafına bırakılıyor. Bu durum, Erdoğan diktatörlüğüne ve Türkiye’deki yok sayılan insan hakları ihlallerinin görmezden gelinmesine neden oluyor. Yine, Erdoğan’ın Ermenistan’a karşı Azerbaycan’ı desteklemesine izin veriliyor. Tüm bunlar yapılıyor, çünkü Batı, Erdoğan’ı Rusya’ya karşı Batı kampında tutmak istiyor.
Ancak, Batı’nın bu politikasının bir hata olduğunu düşünüyorum.Çünkü Erdoğan Batı’nın sunduğu her fırsatı değerlendirecektir. Sonunda, Erdoğan, Türkiye’yi 1920ler ve 1930ların Mussolini’ninkine benzer bir yola götürecektir. Başlangıçta Fransa ve İngiltere tarafında olan Mussolini’ye Libya ve Etiyopya verildi. Mussolini ne yaptı? Hitler ile ittifak kurmayı seçti. Mussolini’nin faşist diktatörlüğüne göz yumarak tehlikeli ittifakların önünü açtılar. Erdoğan da Mussolini’nin yaptığının aynısını yapacaktır.
‘ROJAVA KÜRTLER İÇİN BİR SEMBOL VE UMUDU TEMSİL EDİYOR’
Türk devleti, Rojava’yı inşasından bugüne kendisine bir tehdit olarak görüyor. Rojava, Türk devleti için bir tehdit olarak görülebilir mi?
Rojava Türkiye için askeri bir tehdit değil. Ama sembolik olarak bir tehdit. Sembolik bir tehdit çünkü Rojava, Suriye’de Kürtler öncülüğünde otonom bir bölgenin kurulacağını gösterdi. Bu durum, on yıllardan beridir bastırılan Kuzey Kürdistan Kürtlerinde de aynı şeyi yapabilme düşüncesi yaratıyor. Kuzey Kürdistan Kürtleri için Rojava bir sembol ve umudu temsil ediyor. Rojava için Türkiye’deki Kürtlerin yaptıkları eylemleri hatırlıyorum. Rojava’daki mücadeleyi desteklemek için Suruç’a gelen gençleri hatırlıyorum. Bu gençlere karşı DAİŞ’in yaptığı iddia edilen, ama arkasında başka güçlerin olduğundan şüphe edilen, bir saldırı gerçekleşti. Bu saldırı bana göre sadece DAİŞ’in inisiyatifi ile gerçekleşmedi.
Hem Rojava’ya dönük bu sempati hem de Rojava’nın varlığı Erdoğan tarafından gerçek sembolik bir tehlike olarak görülüyor. Türkiye Kürtlerinin Rojava modelinden esinlenerek, Türkiye’de de özerklik isteyeceklerinden endişe ediyorlar.
‘DAİŞ BÖLGEDE TEHDİT OLMAYA DEVAM EDİYOR’
Bölgedeki bir önemli mesele ise DAİŞ’in varlığı. 2019’daki aldığı askeri yenilgiye rağmen hala bölgede varlığını sürdürüyor. Bunun yanı sıra Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi altındaki cezaevlerinde binlerce cihatçının varlığından bahsediyoruz. Bu cihatçıların ne olacağı belirsizliğini koruyor. Bu anlamda, DAİŞ’in bölgedeki varlığını ve tutuklu cihatçıların durumundaki belirsizliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, DAİŞ bölgede hala bir tehdit olmaya devam ediyor. Irak ve Suriye aralığında varlığını koruyan ve Demokratik Suriye Güçlerine (QSD) ve Rejim askerlerine saldıran yaklaşık 15 bin DAİŞ’li var. Sık sık saldırı düzenliyorlar. Yine DAİŞ yeni nesil savaşçılar devşiriyor. Sadece ülke dışından gelenler değil, genç Suriyeliler ve Iraklılar da DAİŞ’e katılıyor. Umutsuz ekonomik durum özellikle genç Suriyelileri DAİŞ’e katılmaya itiyor. Yüksek işsizlik, okulu terk etme oranlarının artması ve uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte bu gençler kendilerini çoğu zaman gelecekten yoksun buluyor. DAİŞ onlara aylık 40-50 dolar sunuyor. Bu, uyuşturucu kullanımı da dahil günlük ihtiyaçlarını karşılamaya yetiyor. Daha fazlası onlara, kalaşnikof veriyor ve onlarda bir davaya ait olma duygusu yaratıyor. Bu durum, gençleri DAİŞ’e katılmaya itiyor. Maalesef gençlerin DAİŞ’e katılımı yüksek.
İki yıl önce Rojava bölgesinde, özellikle de Dêrazor’da bulunduğum sırada pek çok Arap aile ile görüştüm. DAİŞ dönemine dönük nostalji Rojava’daki Arap nüfusunun bir kısmında ve Irak’taki Sünniler arasında, özellikle düzenli olarak ziyaret ettiğim Musul bölgesinde mevcut. Bölgede hala DAİŞ’e dönük halk desteği var. DAİŞ her zaman büyük bir tehdit olmaya devam ediyor. Bu ciddi bir durum.
‘TÜRK DEVLETİ BÖLGEYİ İŞGAL EDERSE CİHATÇILAR SERBEST KALACAK’
Bunların yanı sıra bir de Rojava cezaevlerinde tutulan DAİŞ’liler meselesi var. Kimse bu DAİŞ’lileri istemiyor. Örneğin, oradaki Fransız vatandaşlarını ele alırsak, onların geri getirilmesi durumunda Fransa’da yargılanmaları gerekir. Ancak, terör eylemlerine fiilen katıldıklarını kanıtlamak zor. Onların DAİŞ’e katıldığına, DAİŞ savaşçısı olduğuna dönük kanıt yok. Hepsi, Suriye’ye insani yardım amacıyla, yani insanlara eğitim vermek, yaralılara yardım etmek için gittiklerini söylüyorlar. Fransa’da bunlara ceza vermek için güçlü deliller, örneğin bunların eylemlerini kanıtlayacak fotoğraf ve tanıklar olması gerekir. Bunlar olmayınca ceza vermek çok zor oluyor. Resmi olarak Fransız yetkililere göre, bugün DAİŞ’e katıldığı için yaklaşık 50 kişi cezaevinde. Bu sayı kesinlikle çok az.
Dahası bu kişiler hapishanede ne yapıyor? Bu da başka bir mesele. Bunlar, diğer tutsakları İslamcı ideoloji doğrultusunda radikalleştiriyor. Bugün hala Rojava’daki bu DAİŞ’liler için bir çözüm geliştirilmiş değil. Herkes bekliyor. Ama bana göre, bu meseleye acilen çözüm bulmamız gerekiyor çünkü Türk devletinin ve Şii milislerin saldırıları sonucunda bu binlerce DAİŞ’linin akıbetinin ne olacağı bilinmiyor.
Hiçbir şey yapılmazsa, Ocak 2022’de Hesekê cezaevinde olduğu gibi, yüzlerce cihatçının Serêkaniyê’deki Türkiye’nin kontrolü gruplara katılmak üzere kaçtığı gibi, serbest kalma riski var. Bu durum, Batı’nın asla görmezden gelemeyeceği bir sorundur.
‘SURİYE’DE BU HALİYLE BİR ÇÖZÜM MÜMKÜN GÖZÜKMÜYOR’
Son olarak, Suriye’de kısa sürede veya gelinen aşamada bir çözüm mümkün mü?
13 yıllık savaşın ardından geldiğimiz aşamada Suriye çökmüş bir devlet konumunda. Ülke dört parçaya bölünmüş durumda: Rejim yaklaşık 11 milyon insanın yaşadığı ülke topraklarının yaklaşık üçte ikisini kontrol ediyor; Türkiye kuzeyde yaklaşık 1,5 milyon insanın yaşadığı bir şeridi kontrol ediyor; El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra 2,5 milyonun insanın yaşadığı İdlib’de varlığını gösteriyor ve son olarak 3 milyonu aşkın nüfuslu Rojava. Bazıları Amerika, bazıları ise Ruslar ve Türkler tarafından destekleniyor. Sonuç olarak, ülkedeki çatışmalar her an tırmanma potansiyeline sahip, ülkenin durumu değişken olmaya devam etmektedir.
Ülke ağır bir ekonomik çöküntü yaşıyor. Suriyeliler ülkeyi terk etmeye çalışıyor. Rejim tarafında ekonomik durum çok daha kötü. Bu bölgelerde gösteriler olsa da bunlar temelde rejimi varlığını sorgulamıyor. Çünkü bugün Suriyeliler her şeyden önce güvenlik, barış ve düzgün bir yaşam arzuluyor. Toplumsal çözümler değil, geçinmek için yurtdışına gidip çalışmak ve ailelerine para göndermek gibi bireysel çözümler arıyorlar.
Rejimi değiştirmek veya durumu iyileştirmek gibi bir umut yok. Bu gerçeklikte ülkenin geleceği için nasıl bir çözüm? Bu bir soru işaretinden ibaret. Batı, Lübnan’dan, Suriye’den ve Irak’tan çekilerek, sahada Türkiye’nin, Rusya’nın ve İran’ın önünü açıyor.
Bence Suriye bu haliyle kalacak, Beşar Esad’ın kontrolüne girmek istemeyen milyonlarca insanın yaşadığı bölgeler Rusya, İran ve Türkiye’nin himayesinde kalacak. Peki böyle bir denklemde Kürtlere ne olacak? Bu da başka bir soru işareti. Askeri güçleri sayesinde bölgede tutunabilecekler mi? Bunu da süreç gösterecek.