Tutsak İçen: Tecridin Türkiye’ye yansıması savaş ve yoksulluk oldu

Marmara Hapishanesinde bulunan siyasi tutsak Nevzat İçen, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin Türkiye’ye yansımasının savaş ve yoksulluk olduğunu vurguladı.

İMRALI TECRİDİME KARŞI ZİNDANLARDA DİRENİŞ

Kurdistan ve Türkiye cezaevlerinde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a özgürlük talebiyle 27 Kasım 2023 günü süreli-dönüşümlü açlık grevleri ile başlayan eylemler, 4 Nisan 2024 tarihinden itibaren mahkeme boykotları, aile ve telefon görüşmelerine çıkmama olarak devam ediyor. Eyleme Kurdistan ve Türkiye cezaevlerinde bulunan binlerce Kürt siyasi tutsakların tamamı katılıyor.

Tutsaklar, açlık grevinin 130. gününde şu açıklamayı yapmıştı: "Açlık grevi eylemimiz, Önderliğimizin doğum günü olan 4 Nisan tarihi itibarıyla yeni bir aşamaya evrilme ihtiyacı göstermiştir. Tutsaklar olarak, ırkçı, ayrımcı ve faşist özellikleri fazlasıyla teşhir olan, Kürt realitesi söz konusu olduğunda kendi yasalarını dahi tanımaz hale gelen sömürgeci mahkemeleri boykot, haftalık telefon ve aile ziyaretlerine çıkmama kararımız bu ihtiyacın bir sonucu olarak şekillenmiştir. 4 Nisan’dan itibaren 'Önder Apo'ya Özgürlük, Kürt Sorununa Demokratik Çözüm' hamlemizi, 'Önderliğimizle aynı koşullarda yaşama' şiarıyla mahkeme, aile ziyareti ve telefon görüşü boykotlarıyla sürdüreceğimizin bilinmesini istiyoruz."

DÜŞMAN ARAMIZA FARK KOYUYOR

Marmara Cezaevinde bulunan siyasi tutsaklardan Nevzat İçen, eylem ile ilgili son süreci ve tecridin Türkiye için anlamını ANF’ye değerlendirdi.

Dışarıdan bakıldığında mücadele ve Önderlik gerçekliğini yeterince anlamayanlar açısından var olan eylemin bir nevi kendini tecrit altına alma olarak değerlendirilebileceğini dile getiren İçen, “Ancak özgürlük ideolojisini ve felsefesini bilenler açısından meselenin böyle olmadığı açıktır. Bu eylemimizle iki yönlü bir tutum belirlemiş oluyoruz. Birincisi, sömürgeci TC faşizmine yöneltilmiş bir protestoyu içeriyor. Özetle; ‘Kürt düşmanlığında, Önder Apo düşmanlığında sınır tanımıyorsun, bunu anladık, buna karşı sızlandığımız da yok. Fakat “çadır devleti değil, kanun devletiyim” diyen de sensin. Bari kendi yasalarına saygılı ol, olmazsan biz de senin sözde makyajına malzeme olmayız’ diyoruz.

İkinci tutum kendimize, bizden olanadır. Diyoruz ki, sözüm ona aynı yasalara, kimi haklara sahibiz ama bunlar bize uygulanırken Önder Apo’ya uygulanmıyor. Bir Apocu için bu ne anlama geliyor? Düşman aramıza fark koyuyor, böylelikle bizi Önderlikten ve Önderliği de bizden ayırıyor. Biz de mevcut eylemliliğimizle tam da bu noktaya işaret ediyor ve itirazımızı buraya odaklıyoruz. Böylece işe olması gereken yerden, bize kaybettirilmek istenen yerden başlıyoruz. Tecride, kendini tecritle yanıt vermiyoruz, aksine gerçek yaramıza parmak basan ve onu her yönüyle daha da görünen hale getirmeyi amaçlıyoruz.”

İMRALI TECRİDİ KAMUOYUNDA ÇOK TARTIŞILMIYOR YA DA YANLIŞ BİLİNİYOR

Kamuoyunda İmralı’da uygulanan mutlak tecrit politikasının çok tartışılmadığını ya da yanlış bilindiğini söyleyen İçen, sözlerine şu şekilde devam etti: “Bunda Türk devlet aygıtının yürüttüğü özel savaş yöntemleri ve gündemleri kadar bizlerin de karşı gündem oluşturma ve anlatım savaşını yürütmede yetersiz kalmamızın önemli bir etkisi vardır. İçerisinde bulunduğumuz çağa enformasyon ve iletişim çağı dendiğini biliyorsunuz. İnsan varlığı hiçbir dönem karşılaşmadığı (doğru-yanlış) bilgi bombardımanıyla, dezenformasyonla anlık olarak karşı karşıya geliyor.

Eğer toplumumuzda ya da bağlantıda bulunduğumuz topluluklarla süreklilik gösteren bilgi, eğitim ve örgütlenme ilişkisi içerisinde değilseniz veya bunun olanağını bütünlüklü bazda işlevsel hale getirip komple harekete geçmesini sağlayamazsanız, kendi gündeminizi başat hale getirip, anlatım savaşını başarıyla veremezsiniz. Günümüzün bütün örgütlü varoluşları açısından, bilgi, örgütlülük ve eyleme geçmede hız belirleyici bir konum arz etmektedir. Bu gerçeklik karşısında nerede olduğumuza bakmak ve ona göre yapılanmak gerekir. Açık belirtmek gerekirse, mutlak tecridin 25. yılında hala “çok tartışılmıyor ya yanlış biliniyor” olmasına dair tespitlerin yapılıyor olması, bizler açısından acı vericidir.”

SÖMÜRGECİ SALDIRGANLIK ARTIK SADECE KÜRTLERİN DEĞİL TÜM HALKLARIN SORUNUDUR

Tecridin Türkiye’ye yansını her yönüyle görmek gerektiğini dile getiren İçen, savaş ve barış denkleminde savaştan yana karar kılmanın doğal sonucunun yaşandığını dile getirerek şunları söyledi: “Halbuki tecridin Türkiye’ye yansıması, Türkiye’nin siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel her yönüyle ilgilidir ve sisteme günlük çıktılar-maliyetler üretmektedir. Savaş ve barış denkleminde, ağırlığını savaş yönünde belirleyen AKP-MHP-Ergenekon üçlüsü bunun doğal bir sonucu olarak özgürlük ve güvenlik konseptinde de tercihini güvenlikten yana yapmıştır. “Güvenlik” adı altında, Türkiye, bir avuç yerli işbirlikçinin açık sömürüsüne yatırılmıştır. Vahşi kapitalizm dönemi bu işbirlikçiler eliyle Türkiye’de adeta yeniden canlandırılmış ve tahkim edilmiştir.

Eskiden bu sömürgeci saldırganlık ağırlıkla Kurdistan’da devrede tutulur, talan anlayışı ele geçirilen belediyelerle çok somut görülürdü. Belediyelerin mülkleri haraç mezat yandaşlara peşkeş çekilir, ellerinde tutamayacaklarını bildiklerinden, arkalarında bir borç batağı bırakırlardı. Bakın bugün iktidar Türkiye cephesinde de aynı şeyleri yapıyor. CHP’nin devraldığı belediyeler borç batağında. Dün sömürgeci zihniyetin nesnesi Kürtlerken bugün hem Kürtler, hem Türkler ve diğer halklar aynı uygulamaya maruz kalıyor. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlükler konusunda da benzer bir durum söz konusu. Soma, İliç faciası mı dersiniz, mafya-bürokrasi-devlet ilişkisi mi ya da Gezi-Kobanê kumpaslarıyla kendi anayasasını tanımama kararlarıyla yerlerde sürüklenen yargı mı? Günde onlarca kadının öldürülüp tecavüze uğradığı bir ülkeden; kara paranın, uluslararası mafya yapılanmasının merkezi haline gelmiş bir ülkeden söz ediyoruz.

Ekonomik sömürü, açlık ve yoksulluk hat safhada. Nereden tutarsanız elinizde kalıyor; çünkü çürümüşlük, yozlaşma ve bozulma her yere sirayet etmiş. Milliyetçilik ve dincilik hamaset ile cilalayıp, “terörle mücadele” yanıltmasıyla sahneledikleri “güvenlik konsepti”nin onları getirdiği nokta ortada. Bütün bunlar, İmralı’yı, Önder Apo’yu ve Kürtleri başat tehdit konumuna indirgeyen Türkiye karşıtı aldatma siyasetlerinin bir sonucudur ve devam etmesi halinde yansımaları ne yazık ki Türkiye açısından daha acı ve yıkıcı sonuçlar yaratacaktır. Bakın daha dün Erdoğan çıkmış, HAMAS’ı Kuvayi Milliye olarak değerlendiriyor ve “Anadolu’nun savunması Gazze’den başlar. HAMAS, bu savunma görevini görüyor” diyordu. Bu cümleler bize yabancı değil. Talat ve Envergillerin bu hülyalarla Osmanlı’yı nereye götürdüğü ve en nihayetinde Britanya hegemonyasına teslimiyetle Türk devlet bakiyesinin kotarıldığı biliniyor. Gerçek Türkiye sevdalılarının bu gerçekleri hatırlatmalarında yarar olacağı düşüncesindeyiz.”

TEK BİR İNSANIMIZI ÇARESİZ, ÇÖZÜMSÜZ BIRAKMAMAK DA BİR KATILIM TARZIDIR

Koşullar ne denli zor ve dayatmalar ne düzeyde olursa olsun, Önderlik ile buluşma kararlılıklarının her gün büyüdüğünü belirten İçen, sözlerini şöyle sonlandırdı: “Her zamankinden daha moralli ve motive olmuş durumdayız. Başta ailelerimiz olmak üzere, özgürlük aşığı halkımıza çağrımız, “Kürt sorununa demokratik çözüm, Önder Apo’ya özgürlük” hamlemizi bütün güçleriyle sahiplenmeleri ve eylemliliklerle daha görünür hale getirmeleridir. Hamleye katılımın bin bir yolu vardır. Kim ne yapabiliyorsa onu pratiğe geçirip, imkanları olanlar imkanlarını, hiçbir şeyi olmayan ve güç getiremeyenler dualarıyla destek sunarlar.

İçinden geçtiğimiz dönemde herkes yaratıcı olmak zorundadır. Evlerde bir araya gelip çocukları ana dilde eğitmek, tarih bilinci aşılamak, yaşam alanlarımızı örgütlemek ve tek bir insanımızı çaresiz, çözümsüz bırakmamak da bir katılım tarzıdır. Sömürgeci güçler ve onların uzantıları, kim ne derse desin tarihsel ve güncel açıdan halk ve hareket olarak en meşru ve haklı konumda bulunuyoruz. Bu nedenle daha azimli ve daha istekli olacağız. Bu duygularla halkımızı içtenlikle selamlıyor, saygı ve sevgilerimizi iletiyoruz.”