Bir savaş yöntemi: Tecavüz-3

Karaca: Taciz, tecavüz adeta devlet eliyle örgütlendi. Gözaltı ve tutuklama süreçlerinde yaşanan cinsel saldırılar basında, kitaplarda, raporlarda açık açık anlatıldı kadınlar tarafından.

Kürt sorunun ve çatışmaların en yoğun olduğu 90’lı yıllardan bugüne değişmeyen birçok insan hakları ihlali yaşanmaya devam ediyor. Devlet sindirme ve asimilasyon politikasına bağlı olarak seçilmiş, kazanılmış tüm hakları gasp etmekle kalmıyor 90’lar ruhunu aratmayacak ve aslında o ruhun bu toprakları hiç terk etmediğini kanıtlamaya çalışıyor. Evrensel Gazetesi yazarı Sevda Karaca, 90’ların hesaplaşılmamış yüzüne dikkat çekiyor. Bugünlerde yaşanan ve uzman çavuşların faili olduğu taciz- tecavüz olaylarındaki o benzer noktayı işaret ediyor.

Bir savaş aracı haline gelen Kürt kadınları ve çocuklarına uygulanan taciz, tecavüzün nasıl cezasızlıkla sonuçlandığını işlediğimiz dosyamızda, gazeteci yazar Sevda Karaca ile tüm bu politikaları konuştuk.

MUSA ÇİTİL TERFİ BİLE ETTİRİLDİ

90’lardaki taciz ve tecavüzler savaşın araçlarından biri haline geldi. Geçmişten bugüne değişen bir şey oldu mu sizce?

90’lar maalesef geçmişte kalmış acı verici bir tarih değil yalnızca... Bugünümüzü de şekillendiren, bugünün iktidarı her ne kadar “hesaplaştık” iddiasıyla yola çıksa da bugünkü tek adam yönetimine kimi uygulamalar bakımından adeta feyz veren hukuksuzluk, kuralsızlıklarla dolu yıllar 90’lar.

Ormanların yakıldığı, yayla mezra yasaklarının getirildiği, eve giren unun, ekmeğin bir gıdım fazlasına “teröristlere mi veriyorsunuz siz bunları” diye el konduğu, insanların hayvanlarını otlatmaya çıkamadığı, ekinlerin tarlada kaldığı, yoksulluk, açlık, sefaletin katlandığı yıllar... “Teröristlere yataklık” iddiası ile 4 bin mezra ve köyün boşaltıldığı, yıkıldığı, yakıldığı... 4 milyon insanın; yer gösterilmeden, süre dahi tanınmadan, eşyalarını -hatta bazen çocuklarını- almalarına izin verilmeden yaşadıkları ortamlardan, geriye dönüşü imkânsız kılacak bir biçimde kovulduğu yıllar... Kürtlerin can güvenliğinden ve sosyal desteklerden yoksun, umutsuz bir yaşama mecbur edildiği, kentlerin çeperlerinde yeniden var olma ve yaşamını sürdürme savaşı verdikleri yıllar 90’lar…

Kadınlar, bütün bu acılarla birlikte bir de bedenlerine dönük apaçık saldırıları da yaşadı. Taciz, tecavüz adeta devlet eliyle örgütlendi. Gözaltı ve tutuklama süreçlerinde yaşanan cinsel saldırılar basında, kitaplarda, raporlarda açık açık anlatıldı kadınlar tarafından.

Kürt sorununa çözüm için başlatılan açılım süreci AKP’nin elinin tersiyle kenara itilince, açılım sürecinde bizzat iktidarın “bunlar geçmişte kaldı” dediği her şey yeniden gündeme geldi. Çok çarpıcı bir örnektir; 2015 yılında, Mardin’de 90’larda 13 köylünün yargısız infaz edilmesinin yanı sıra işkence ve tecavüz suçlamalarıyla da yargılanıp beraat ettirilen dönemin Derik İlçe Jandarma komutanı Musa Çitil, önce terfi ettirilip sonra da bölgeye Jandarma komutanı olarak atanmıştı.

EVDE DÂHİL GÜVENLİ DEĞİLSİNİZ MESAJI

Geçmişi kabul ediyor yani.

Evet, Sur, Cizre ve Nusaybin’de 2015’te başlayan, 79 gün süren abluka süresince yaşananlar da devletin “90’lar ruhu”nu taşıdığını, hem de yeni yöntemlerle bugüne taşıdığını gösteren süreçlerdi. Sokağa çıkma yasağı süresince insanların evlerinin boşaltılıp, askeri karargâh olarak kullanıldığını, Cizreli kadınların hemen hemen hepsinin en özel eşyalarından, mutfaktaki tabaklarına kadar her türlü eşyanın kırılıp yıkıldığını anlatmaları hala hatırımızda. Özellikle yatak odalarında kadınların özel eşyalarına, kıyafetlerine yönelik saldırılar, evlerin duvarlarına, aynalarına cinsiyetçi hakaretlerin yazıldığını, kadınların iç çamaşırlarına, çocukların peluş oyuncaklarına yönelik cinsel saldırılar gerçekleştiğini, bunların sosyal medyada boy boy paylaşıldığını unutmadık.

O evlerin duvarlarında, tabanlarında tüm delilleriyle ortada duran, sosyal medyada boy boy paylaşılan bu saldırılar hiçbir soruşturmanın gündemi olmadı. Bu; kendi başına korkunç bir şey zaten. Ancak verdiği mesaj bakımından da oldukça manidar; evlerinize girer, size istediğimizi yaparız… Hiçbir mahremin, ev dâhil korunaklı alanın kalmadığı bu baskı koşulları kadınlara ve çocuklara “bedeniniz bizim malımız” demek anlamına gelen korkunç uygulamaların sinyali. Bu sorgusuzluk, “bana hiçbir şey olmaz” cüretini yaratıyor. Yakın zamanda ortaya çıkan iki uzman çavuşun tecavüz vakalarında; ismi geçen faillerden birinin “hep yaptım, yine yaparım, bana hiçbir şey olmaz” cümlesinin arka planında bu yakın geçmiş, bu sorgusuzluk ve kollama var. Dolayısıyla bu tablonun, münferit olmadığını, tam tersine sistematik olduğunu bizzat iktidar kendi uygulamalarıyla ortaya seriyor.

GÜNDELİK YAŞAMIN TÜMÜNÜ SAVAŞ ALANINI ÇEVİRDİRLER

Yeni örnekleri ortaya çıktıkça devletin rolü daha da belirginleşiyor…

Bakın, Ocak ayında Pertek’te 15’ten fazla çocuğun bir esnaf tarafından istismara uğrayıp, başka kişilerin de istismarına açık hale getirildiğini, bu istismarlara devlet güçlerince adeta göz yumulduğunu öğrenmiştik. Tam da aynı günlerde Munzur Üniversitesi Bilgi İşlem Dairesi Başkanı Cem Tekinoğlu’nun ‘bazı kadın öğrencilere cinsel saldırıda bulunduğu, öğrencileri tehdit ederek Vali, Kaymakam ve üst düzey kamu görevlileri ile para karşılığı cinsel ilişkiye zorladığı’ kadın öğrencilerin beyanıyla ortaya çıkmıştı. Gülistan Doku’nun faili olduğu şüphelenilen Zaynal Abarokov’un babasının polis olması, Gülistan’ın akıbetine ilişkin soruşturmanın ve aramaların ancak büyük bir kamuoyu tepkisi ile gerçekleşebilmesi, olayın üstünün örtüldüğü kanaatini güçlendirmişti.

Şırnak’ta bir Jandarma Özel Harekat mensubu uzman çavuş, 13 yaşındaki bir çocuğa cinsel istismarda bulunduğu ortaya kondu; aile sonradan şikayetini çekse de bölge halkı benzer başka saldırılar dolayısıyla şüphelerini sürdürüyor.

Batman’da 17 yaşındaki bir genç kadına tecavüzün ortaya çıkmasından sonra gözaltına alınan fail uzman çavuş, adli kontrol tedbiriyle serbest bırakıldı. Üstelik de Adli Tıp raporu tecavüzü ortaya koyarken, tecavüze uğrayan genç kadın bir mektup yazıp intihara girişmiş, hastanede can savaşı verirken, doktorları, yüzde 80 felçli kalabileceği bilgisini verirken… Üstelik de daha önce bu uzman çavuş hakkında jandarma ve savcılığa yapılan şikâyetin işleme konulmadığı ortaya çıkmışken…

Şimdi bunun 90’lı yıllarda gözaltına alınan Şükran Esen, Musa Çitil’in karakol komutanı olduğu dönemde bizzat onun talimatıyla cinsel işkenceye maruz kaldığını ortaya koymuşken, Musa Çitil’in beraat ettirilmesiyle, sonra da bölge komutanı yapılmasıyla ilgisi olmadığını, bu devamlılığın kadınların ve çocukların hayatını tarumar etmeye devam etmediğini kim söyleyebilir?

Sadece cinsel saldırılar ya da cinsiyetçi uygulamalarla değil, gündelik yaşamı tümüyle bir “savaş alanı” haline getiren OHAL uygulamaları da 90’lardan enstantaneler sunuyor adeta.

Bugün aynı keyfi ve hukuksuz uygulamalar, kadınların ve çocukların hayatlarının denetim altına alınmasını da beraberinde getiriyor.

FİİLİ OHAL KADINI KÖŞEYE SIKIŞTIRYOR

Peki, bu savaş yöntemi kadınların yaşamında başka ne şekillerde ortaya çıkıyor?

Kürt illerinde “terörle mücadele” adı altında fiili olarak süren OHAL uygulamalarının kentlerin her sokağında kolluk güçlerinin fiziki varlığının yanı sıra gündelik yaşamı belirleyen, gündelik hayatın sınırlarını çizen varlığı da özellikle kadınlar ve çocuklar için çok önemli sorunlar yarattı, bakın bunlar bugün konuşulamıyor bile… Kürt illerinde, genç kadınlara dönük tacizlerin arttığını, çocuk istismarı vakalarının çoğaldığını, istismara adeta göz yumularak şebekeler kurulduğunu her gün yeni bir haberle öğreniyoruz. Ancak bir de yansıyamayan gerçekler var;

Kadınların sokaklarda sürekli denetim altında hissettiği, kimlik kontrolü, GBT uygulaması gibi uygulamaların kadınları özel olarak gözetim altında tutmanın özel bir yöntemi haline getirildiğini görüyoruz. Sokakta sürekli gözetlenme duygusu, sokağın kadınlara kapatılması olarak da yansıyor. Bölge illerinde kadınların kamusal alanı kullanımındaki bu kısıtlamalar, kadınların adeta şiddet yuvası haline gelmiş evlerinden başka hiçbir yerde var olamamalarını da beraberinde getiriyor. Bu, soyut bir “kamusal alan-özel alan” karmaşası değil; sokakta var olamıyorsun sürekli denetim, gözetleme altındasın, üç kişiyle yan yana gelemiyorsun, baskı altındasın, evde güvende değilsin; aile baskısı ve şiddet tehdidi hala yaygın bir gerçek… Sonuç?

Son dönemde Kürt illerinde dikkat çekici bir biçimde kadın intiharlarının arttığını gözlemliyoruz. Bu fiili OHAL sürecinin bu intiharlarla ilişkisinin ortaya konması gerekir.

Tecavüz faili uzman çavuşun “bana hiçbir şey olmaz” cüretinin kadınların ve çocukların “bize her şey olur, devlet sahip çıkmaz” duygusunu tetiklediği, kadınları ve çocukları yalnızlığa mahkum ettiği açık.

BU POLİTİKALAR İNCE İNCE İŞLENMİŞ

Bu da güvensizliği getiriyor haliyle…

Böylesi bir cüreti taşıyanların “güvenlik gücü” olarak görev aldığı kentlerde hangi kadın, hangi çocuk kendini güvende hissedebilir? Hangi kadın ya da çocuk, bizzat bu güvenlik güçlerinden gelen şiddeti devlete şikâyet edebilir ve gereğinin yerine getirileceğine, etkili bir adalet sürecinin işletileceğine inanabilir? Direkt bu kamu görevlileri tarafından gelmese de şiddet, örneğin kocası, babası, akrabası, yakın bir tanıdık, ya da sokaktaki tanımadığı bir erkeğin şiddetine, tacizine, istismarına uğrayan kadınlar ve çocuklar nasıl güvenip de bu güvenlik güçlerine şikâyetçi olabilir ve korunmayı talep edebilir? Üstelik de Kürt illerindeki kadın örgütlerinin büyük kısmının KHK’larla kapatıldığı, belediyelerin kadın birimlerinin kayyumlarca işlevsiz hale getirildiği, baroların cendere altına alındığı, hak savunucularının çeşitli örgüt bağlantıları iddialarıyla gözaltına alınıp tutuklandıkları koşullarda, kadınlar ve çocuklar tümüyle yapayalnız, korunmasız, birilerinin inayetine bırakılmış durumda. Bu toplam tablo, kadınları ve çocukları şiddetin ortasında yapayalnız bırakmanın mekanizmasının ince ince işlediğini gösteriyor bize.

Bu tablo, ev içi şiddeti, kadınların ve çocukların en yakınları tarafından da şiddete uğrama olasılıklarını da elbette arttırıyor. Biliyoruz ki sistematik olarak göz yumulan her türlü şiddet, şiddetin olağanlaşmasını, ev içlerinde erkeklerin de aslında farkında olsalar da olmasalar da olağanlaştırılmış bu devlet şiddetinin yarattığı “açık alanda” şiddet uygulama “hakkını” kendilerinde daha çok görmesini beraberinde getirir. Şiddetin arttığı gerçeğini verilerle ortaya koyacak kadın kurumları kapatılmasa, devlet bu verileri tutmak ve önlem alma sorumluluğunu yerine getirmek için adım atsa bu tablonun ne kadar ağır olduğu daha çok ortaya çıkacaktır eminim. Ancak bu; şiddetin faili olandan aman beklemek gibi bir şey…

Peki, buradaki çözüm nedir? Kadın mücadelesi ya da toplam politik alana yansıması ne oluyor sizce?

“Ne yapmalı” sorusu çok politik bir soru… Bugün Kürt illerinde kadına ve çocuklara yönelik baskı, şiddet ve istismarın bölgede uygulanan fiili OHAL’le, kayyum politikasıyla, irade gaspıyla, halkın örgütlendiği ve her sorunlarında başvurabildikleri kurumların kapatılması, buralarda görev alınan uzmanların, siyasetçilerin, örgütçülerin tutuklanmalarıyla elbette çok büyük bir ilgisi var. Dolayısıyla bölgedeki şiddet, kadına yönelik şiddet ve çocuk istismarlarıyla ilgili hep söylediğimiz “şiddet politiktir” sözünün ne demek olduğunu açık seçik ortaya seriyor. Her bir kadının, çocuğun yaşadıklarını takip etmek, adalet mekanizmalarını zorlamak, etkili kovuşturma, soruşturma, cezalandırma süreçlerini talep edip zorlamak, yaşananları görünür kılmak, bilinir hale getirmek elbette oldukça önemli. Ancak yetemeyebiliyor.

En son Muş’ta kocasının erkek kardeşi tarafından tecavüze uğradıktan sonra öldürülen Fatma Altınmakas’ın jandarma karakoluna şikayette bulunmak için gittiği; ancak karakolda Kürtçe tercüman olmadığı için şikayetinin alınamadığı ortaya çıktı. Fatma, yoksul bir Kürt kadını. Pınar Gültekin’in vahşice öldürüldüğünün ortaya çıktığı günlerde yaşadıkları yansıdı basına. Pınar Gültekin için haklı olarak gösterdiğimiz tepkinin, Fatma’nın yaşadıklarının da en az Pınar’ın yaşadıkları kadar vahşi olduğu, üstelik de devlet destekli olduğunun açık olduğu gerçeğiyle daha çok birleşmesi gerekirdi. Burada elbette tepki veren geniş toplumsal kesimleri “neden tepki vermediniz” ya da “eksik tepki verdiniz?” diye suçlamak da anlamı değil. Burada kadın mücadelesinin örgütlü kesimlerinin yaşananlara böylesi bir bütünlükle, bu iki kadının hayatını hepimizin hayatının bir özeti olarak ortaya koyma çabasını daha çok göstererek yaklaşması bu geniş tepkinin kapsamını da etkilemek bakımından önemli görüyorum. Kadın hareketinin de böylesi bir perspektifle hareket etme kapasitesinin, çabasının, inayetinin olduğu kanaatindeyim…