Türk Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı açılan 200’e yakın davaya ilişkin ikinci grup başvuruların duruşması Danıştay’da başladı.
Danıştay 10’uncu Daire Heyeti tarafından yürütülecek duruşma, Danıştay Konferans Salonu’nda görülecek. Duruşmaya, Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Pervin Buldan ve çok sayıda milletvekili, kadın ve çocuk hakları alanında çalışma yürüten birçok örgüt ve kurumun yanı sıra ülkenin dört bir yanından kadın katıldı.
'KADINLARI ÖLDÜREN ÖNCE DEVLETTİR'
Duruşmada ilk olarak Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği’nin başvurusuna dair savunma alındı. Dernek adına Avukat Müjde Tozbey konuştu.
Devletin kadın katliamlarındaki sorumluluğunu anlatan Tozbey, “Bu kadınların her birini öldüren ilk önce devlettir. Sözleşme olmasına rağmen kadınlar öldürüldü, bu yüzden devlet sorumluluğunu yerine getirmedi diyoruz. Devlet, sözleşmenin altına imzasını attı ama eğer korumuyorsa o zaman sorumludur. Evet, dedik ki katil devlet. Peki yaşayan kadınların sorumluluğunu kim alacak? Evet, savunma yapıyoruz ama bugün siyasi bir davada olduğumuzu hepimiz biliyoruz" dedi.
Dernek adına söz alan Doç. Dr. Özge Yüce de, sözleşmeden çekilme kararının amaç yönünden tehlikeli olduğunu dile getirdi.
Dernek adına söz alan Avukat Hülya Gülbahar, “Sözleşmeden tek kişinin kararıyla çıkıldığı günden beri okuma yazması olan olmayan tüm kadınlar Anayasa’nın ilgili maddelerine bakıyor. İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili karar Anayasa’ya aykırıdır" dedi.
BULDAN: TÜRKİYE MAHKÛM OLMUŞTUR
Duruşma, HDP adına HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’ın savunmasıyla sürdü.
Buldan'ın savunması şöyle:
"Kadına yönelik her türlü şiddetin önüne geçmek için birçok ülkede yürürlükte olan İstanbul Sözleşmesinin yürürlükten kaldırılmasının iptaline ilişkin açtığımız dava için burada bulunmaktayız. İsmim Pervin Buldan, Halkların Demokratik Partisi İstanbul Milletvekiliyim ve aynı zamanda partimin Eş Genel Başkanlık görevini yürütmekteyim. Fakat sadece HDP’li kadınlar adına değil, Türkiye’de yaşayan tüm kadınlar ve LGBTİ+’lar adına da bugün burada bulunmaktayım. Dolayısıyla yapacağım savunma, tüm kadınlar adınadır.
Kadına yönelik şiddet, erkek egemen sistemin sonuçlarından biridir ve aynı zamanda bu sistemi devam ettirmenin araçlarındandır. Bazı ülkeler uygulamaya koydukları gerçekçi ve çözüm üretici politikalar sayesinde kadına yönelik şiddeti azaltmayı başarabilmişlerdir. Ülkemizde de kadın örgütleri ve kurumlarının mücadelesi sonucu 2011 yılında imzalanan ve 2014’te yürürlüğe giren ancak 21 Mart 2021 yılında Cumhurbaşkanlığı kararıyla çekilen İstanbul Sözleşmesi de bu amacı taşımaktaydı.
Türkiye’yi bu sürece götüren esas olay, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2002 tarihinde verdiği Nahide Opuz kararıdır. Bu kararın altını özellikle çizmek isterim. Bu karar bazı önemli gelişmelere zemin olması ve kararın işaret ettiği hususlar bakımından son derece önemli bir karardır. Opuz davasında AİHM, Türkiye’yi yaşam hakkını koruyamadığı için mahkûm etmiştir. AİHM, tarihinde ilk defa, ev içi şiddette bir tarafın kadın olduğu için ayrımcılığa uğradığı gerekçesiyle bir devleti mahkûm etmiştir.
Bu, AİHM’in bu alanda verdiği ilk mahkûmiyet kararıdır. Bu karar Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde kabul ettiği yükümlülükleri yerine getirmediğine, dolayısıyla Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler nazarında oldukça olumsuz bir tabloya işaret etmiştir. Bu tablo ayrıca, Türkiye’yi 2012’de yürürlüğe girecek olan 6284 Sayılı aile içi şiddeti önlemeye yönelik yasanın hazırlıklarına itmiştir.
'SÖZLEŞME KADINLARIN BAŞARISIDIR'
İstanbul Sözleşmesi kadınların uzun soluklu mücadelesinin sonucu kazanılmış ve erkek şiddetine karşı mücadelenin yollarını adım adım örmüş temel bir sözleşmedir. Her ne kadar 2011 yılında imzalandığında AKP iktidarı kendilerinin bir kazanımı gibi lanse etse de esasen Cumhuriyet tarihinden daha eski bir mücadele olan bu topraklardaki kadınların mücadelesinin bir başarısıdır. Bu Sözleşme kadın örgütleri başta olmak üzere yıllarca erkek şiddetine karşı mücadele edenlerin zaferi olarak tarihe geçmiştir.
İstanbul Sözleşmesi kadınlara yönelik her türlü şiddetin önlenmesi, kadınların her türlü şiddetten korunması, kadınlara yönelik şiddetin faillerinin kovuşturulması, yargılanması ve cezalandırılması için özenle hazırlanmış bir metindir. Yani bu sözleşme erkek şiddetine son vermek için muazzam bir yol haritası sunmaktadır....
İstanbul Sözleşmesi, şiddete karşı sistematik bir mücadelenin nasıl adım adım örüleceğini anlatmaktadır. Sözleşme şiddetin ekonomik ve psikolojik boyutlarının altını da çizmektedir. Kadına yönelik şiddetin ister kamusal, ister özel alanda olsun, bir insan hakkı ihlali olduğuna, ayrımcılığın bir biçimi olarak anlaşılması gerektiğine dikkat çekmektedir. Fiziksel ve cinsel şiddetin yanında, ızdırap veren her türlü eylem, her türlü baskı ve şiddet suç sayılmaktadır.
'SÖZLEŞME TOPLUMSAL CİNSİYETİN TANIMINI YAPMAKTADIR'
Yine ilk kez uluslararası bir sözleşme, toplumsal cinsiyetin tanımını yapmaktadır ve şiddetle mücadele etmek isteyen taraf devletin, toplumsal cinsiyet paravanının arkasına sığınamayacağını özellikle vurgulamaktadır. Sözleşmenin getirdiği yükümlülükler o denli önemlidir ki; silahlı çatışma durumlarında bile geçerliliğini korur ve taraf devletlerin bunu garanti altına alması gerektiğini savunur. Sözleşmenin getirdiği yükümlülükler öncelikle devlet görevlilerine yöneliktir. Bu nedenle devlet kendi adına hareket eden görevlilerinin İstanbul Sözleşmesi’nin gereklerini yerine getirmesini sağlamak zorundadır.
Sözleşme, tarafların her türlü şiddet eylemini ve ayrımcılığı önleyecek "Gerekli yasal ve diğer tedbirleri" almasını zorunlu kılmaktadır. Kadınları güçlendirecek faaliyetlerin yaygınlaştırılmasını istemektedir. Sözleşmeyle birlikte taraflara, ulusal anayasalarına veya ilgili diğer mevzuata kadın erkek eşitliği ilkesini dâhil etme ve bu ilkenin uygulanmasını sağlama, kadınlara karşı ayrımcılığı yasaklama ve kadınlara karşı ayrımcılık yapan yasa ile uygulamaları yürürlükten kaldırma zorunluluğu getirilmektedir.
Devlet görevlilerinden ve kurumlarından sözleşmenin getirdiği yükümlülüklere uygun bir biçimde hareket etmeleri istenmektedir. Taraflardan sözleşme hükümlerinin yerine getirilmesi için gerekli finansal ve insani kaynakları tahsis etmelerinin yanında, kadına karşı mücadelede aktif rol oynayan sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını desteklemeleri ve bu kuruluşlarla işbirliğine gitmeleri de talep edilmektedir.
İstanbul Sözleşmesi yalnızca cezasızlık sebebiyle işlenen cinayetlerin önüne geçilmesi için alınması gereken önlemleri salık vermekten ibaret bir sözleşme değildir. Bu yapısal sorunun en derinine inmek gerektiğini; eğitimle ve toplumsal düzenlemelerle cinsiyet eşitliğinin yaşam alanlarında kalıcı olarak sağlanmasını beyan etmektedir.
'TÜM MAĞDURLAR İÇİN'
Yine kapsadığı kesimlerin din, dil, ırk farklılıklarından dolayı mağdur edilmemesini esas alır. Bu esasın önemini daha önce maalesef Fatma Altınmakas davasında gördük. Evli olduğu erkek tarafından katledilen Fatma’nın Türkçe bilmediği için jandarma karakolunda kendisini ifade edemediği ortaya çıkmıştı.
Bugün ülkede Türkçe bilmeyen belki milyonlarca kadın bulunmaktadır. Özellikle ülkede son dönemlerde kamu kurumlarında ve toplumda körüklenen ırkçılık Türkçe bilmeyen kadınların ölümüne de sebep olmaktadır. Ülkenin bu kadar dış göç aldığı ve kadınların savaş sonrası göç sürecinden en çok etkilenen kesim olduğu gerçeği göz önünde bulundurulunca İstanbul Sözleşmesi’nin devleti sorumlu kıldığı tercüme konusu hayati bir önem kazanmaktadır.
'TÜRKİYE'NİN BAŞARISIZLIK VE YETERSİZLİĞİ TESPİT EDİLMİŞTİR'
İstanbul Sözleşmesi tüm devletlere, şiddet mağduru kadınlar için barınma, yaşamını sürdürme gibi her türlü ihtiyacını karşılayacak bütçeyi zorunlu kılar. Ancak; bugün Türkiye'de kadınların yaşadığı yoksulluk derinleşirken kadınların nafaka hakkı dahi gasp edilmek istenmektedir. İstanbul Sözleşmesi imzalanmış olsa da ne yazık ki hiçbir zaman etkin biçimde uygulanmamıştır.
Taraf devletlerin sözleşmeyi uygulayıp uygulamadığını takip eden GREVİO, 2018’de yayınladığı raporunda bunun altını çizerek Türkiye’yi yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırmıştır. GREVİO, Türkiye’nin bu kapsamdaki çalışmalarının son derece başarısız ve yetersiz olduğu tespitini yapmıştır.
'2011'DEN BERİ 3 BİNDEN ÇOK KADIN KATLEDİLDİ'
Nitekim bunun ağır sonuçları yıllar içerisinde çok daha derinleşmiştir. 2011 yılından bu yana 3 binin üzerinde kadın erkekler tarafından katledilmiştir. Buna karşın; kadınları katledenler ya da katletmeye teşebbüs edenler adeta adliyelerin ön kapısından girip arka kapısından çıkmış, haksız tahrik indirimleri almış, pandemi döneminde serbest bırakılmışlardır. Bir kısmı bu süreçte teşebbüsünü tamamlayarak söz konusu kadını ya da bir başka kadını katletmiştir...
Özellikle Kürt kadınlara yönelik işlenen suçlarda, failler iktidar veya bağlantılı kurumlarda görevli olan kişilerse özel bir cezasızlık politikası uygulanmıştır. Failler hakkında hukuki süreç işletilmemiş, resmi kimlikli failler iktidarın koruması altına alınmıştır.
ÇOCUĞA YÖNELİK SALDIRI
Yine çocuk istismarı Türkiye’nin yıllardır yapısal çözümler üretemediği yakıcı sorunlardan biri olarak karşımızdadır. Kamusal ve özel alanlarda çocuklara yönelik istismarla ilgili çokça olay açığa çıkmasına rağmen, Ensar Vakfı ve Rabia Naz örneklerinde görüldüğü gibi bu istismar vakalarının bizzat iktidar tarafından üzeri örtülmektedir. Yine bu nedenle de; çocuğa yönelik her türlü istismarın önlenmesi için İstanbul Sözleşmesi hükümlerinin uygulanması elzemdir diyoruz.
'KADIN CİNAYETİ TANIMLAMASI YAPILMALI'
Türkiye’de kadına yönelik, çocuklara yönelik, şiddet ve cezasızlık bu boyutlara ulaşmışken asıl yapılması gereken kadın cinayetlerinin ayrımcılık sebebiyle işlendiğine dair yasalara özel bir ibare düşülmesidir. “Adam öldürme” diyerek münferitleştirmek yerine kadın cinayeti tanımlamasıyla sorunu görmek ve çözüm yoluna gitmektir. Ancak bugün iyileştirme yerine sözleşmeden çekilmeyi tartışıyoruz. Bu bir utançtır bu ülke için, bu ülkenin tarihi ve ülkede yaşayan bütün kadınlar için.
İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılma kısmı, adım adım ilerletilmiştir. Önce iktidara yakın medya aracılığıyla sözleşme “kabahat” gibi gösterilerek algı yaratılmaya çalışılmış ve kadın düşmanlarının hedefi haline getirilmiştir. Yine iktidar yetkilileri tarafından sözleşmenin yürürlükten kalkması için, öncesi ve sonrası hedef gösterici açıklamalar yapılmıştır.
AKP Genel Başkanı Erdoğan, kendisine verdiği yetkiyle bir gece yarısı Cumhurbaşkanı Kararnameleri yayınlamıştır. Ve İstanbul Sözleşmesinden çekilmeyi açıklamıştır. Erdoğan önce kendisine yetki veren bir kararname yayınladı, verilen bu yetki kararnamesine dayanarak işlem yaptı. Tek adam tek adama yetki vererek tek adam adına kararname çıkardı. Bu kadar basit!
Fakat kadınların anayasal metni olan İstanbul Sözleşmesi öyle tek adam keyfiyetiyle çekilecek bir statüde değildir. İstanbul Sözleşmesi, Anayasanın 90. maddesine göre usulüne uygun olarak 24 Kasım 2011 tarihinde TBMM tarafından onaylanmış ve 6251 sayılı Kanun ile TBMM tarafından yürürlüğe konulmuş uluslararası bir sözleşmedir.
'İKTİDARIN KARARI YOK HÜKMÜNDE'
Kaldı ki, İstanbul Sözleşmesi şiddetle mücadele konusunda bir insan hakları sözleşmesidir. Anayasamızın 104. maddesi uyarınca, 'temel haklar, kişi hakları konusunda Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıkarılamaz.' Bu itibarla Cumhurbaşkanı Kararıyla yapılan işlem 'fonksiyon gaspı' niteliğinde olup yok hükmündedir!..
Dolayısıyla gereği yapılmasını, İstanbul Sözleşmesi bir an evvel yürürlüğe konularak etkin bir şekilde uygulanmasını tekrardan talep ediyoruz. Nitekim İstanbul Sözleşmesinden çekilmeden bu yana kadınlara yönelik olarak gerçekleşen suçlardaki anlamlı artış oranları bu çekilme kararı ile sadece hukukun çiğnenmediğini, birçok suça da yol verildiğini kanıtlar niteliktedir...
Başta Kürt kadınları, HDP’li kadınlar olmak üzere ülkede siyaset yaptığı, muhalif olduğu veya başka bir görüşü savunduğu için erkek/devlet şiddetine maruz kalan, yargılanan, ceza alan tüm kadınlara uygulanan bu politikalar insan haklarına, kadın haklarına aykırı olduğu gibi İstanbul Sözleşmesine de aykırıdır, suçtur.
Bugün partimize açılmış Kobanî Kumpas Davasında, Gezi Davasında, 8 Mart ve 25 Kasım yürüyüşlerinin yargılandığı davalarda ve yüzlerce başka davada çok sayıda kadın ağır cezalarla yargılanmaktadır. Kadına yönelik şiddetle mücadele eden kadın dernekleri ya ağır baskılar altında ya da kapatma davalarıyla sindirilmek istenmektedir.
Kadınlar tekçi erkek zihniyetin kendilerine çizdiği sınırları kabul etmediği, bu sınırlarla yaşamak istemediği için yargılanmaktadır. Kadınlar “artık ölmek istemiyoruz”, “şiddet, baskı altında yaşamak istemiyoruz”, “özgür ve eşit bir yaşam istiyoruz” dedikleri için yargılanmaktadır. Kadınlar doğasına-suyuna, yaşam alanlarına sahip çıktığı için yargılanmaktadır. Kadınlar, en kutsal mücadele olan barış mücadelesini yürüttüğü için yargılanmaktadır. Kadınlar kadın özgürlükçü, demokratik bir toplumu savundukları için yargılanmaktadır. Kadınlar faşizme biat etmedikleri için yargılanmaktadır. Kadınlar; faşizme, tekçiliğe, ırkçılığa ve nefret siyasetine karşı öncü bir mücadele yürüttükleri için yargılanmaktadır.
'SÖZLEŞME ETKİN UYGULANANA KADAR MÜCADELE EDECEĞİZ'
Yani kadınlar mücadeleleriyle İstanbul Sözleşmesini somut olarak uygulamaya çalıştıkları için yargılanmaktadır. Bu nedenle her zaman söylediğimiz gibi erkek yargı değil, gerçek yargı diyoruz! Güçlülerin hukuku değil, haklıların hukuku diyoruz! Erkeklerin üstünlüğünü değil, eşitliğin üstünlüğünü gözeten bir yargı sistemi diyoruz! Eşitlik gözetilsin ki, adalet olsun diyoruz! Bu nedenle; eşitlik için, adalet için, yaşam için İstanbul Sözleşmesini bugüne kadar her alanda ve platformda nasıl savunduysak bugünde en inançlı ve kararlı şekilde savunuyoruz.
İstanbul Sözleşmesi’ni savunmaya da, etkin bir şekilde uygulanıncaya kadar mücadele etmeye de devam edeceğiz. Ortak kadın mücadelemiz engellenemez, durdurulamaz!
Bugün belki de tarihi bir karar vereceksiniz. Bu vereceğiniz kararla Türkiye’nin vicdanına öyle bir imza atın ki, ileride sizden vicdanlı yargıçlar olarak bahsedilsin. Türkiye'deki milyonlarca kadın adına sizden sadece vicdanlı olmanızı talep ediyorum."