Kürdistan ve Türkiye’de yargı sistemi siyasal iktidarın politikaları kapsamında karar veren bir merci haline dönüşmüş durumda. Özellikle kadın katliamlarında fail erkekleri koruyan, almaları gereken cezaların altında cezalar veren, hukuksal literatürde ‘cezasızlık’ olarak adlandırılan pratiğin uygulayıcısı konumunda.
Politik dosyalarda sürekli dillendirilen cezasızlık tanımı nedir ve neden gündemdedir? Yargısal sistem cezasızlık süreçlerini neden işliyor? Türk yargısının cezasızlık politikası failleri nasıl cesaretlendiriyor?
Amed Barosu Yönetim Kurulu üyesi Avukat Hatice Demir, cezasızlık politikasının aslında suçun faillerinin etkili ve yeterli soruşturmalara tabi tutulmaması olduğunu belirtti. Cezasızlığın, gerekli delillerin zamanında toplanmaması ve fail lehine bir yargılamanın yapılmamasıyla başlayan süreç olduğunu söyleyen Av. Demir, nihayetinde verilen cezanın eksik olması ya da hiç ceza verilmemesi gibi bir durumu ifade ettiğini kaydetti.
YARGI KADINLARI İKİNCİLLEŞTİRMEYE ARACILIK EDİYOR
Cezasızlığın uygulamalarını daha çok kadına yönelik politik şiddet dosyalarında gördüklerini ifade eden Av. Demir, şunları söyledi: “Eskiden insan hakları literatüründe cezasızlık, sadece devletin kurum ve aktörlerinin sebep olduğu zararlardan kaynaklı kamu görevini yerine getiren faillerin yargılanmasına ilişkin durumu ifade etmek için kullanılıyordu. Ama özellikle kadın hareketinin küresel çapta yaptığı çalışmalar, insan hakları alanındaki kazanımları, artık kadına yönelik şiddet dosyalarının da cezasızlıkla sonuçlandığını ortaya koymaya başladı. Bu cezasızlık meselesi, kadın hak alanında da kullanılan bir kavrama dönüştü. Türkiye'deki mevcut yargı düzeni ve pratiğine baktığımızda, aslında yargının, kadınları ikincilleştirmeye aracılık eden bir kurum olduğunu görüyoruz. Çünkü hem hukuki düzenlemeler hem de mahkemelerdeki yansımaları tamamen erkek deneyimini esas alıyor. Burada bir kadın deneyiminden, kadının varlığından, ihtiyaçlarından söz etmek çok mümkün değil maalesef.”
ATAERKİL SİSTEM KADINLARI ŞEYTANLAŞTIRIYOR
Genel anlamda ataerkil sistemde her koşulda kadını şeytanlaştıran ve mahkum eden bir ön kabulün olduğuna dikkat çeken Av. Hatice Demir, “Bu da aslında toplumun ataerkil örüntülerinin tüm kurumları nasıl biçimlendirdiğini bize gösteren çok somut veriler olarak karşımıza çıkıyor. Gelinen aşamada Pınar Gültekin dosyasını da esas alırsak, aslında bütün bunlar, bu ataerkil örüntülerin ve bunun yarattığı kültürün yargı uygulayıcılarına nasıl yansıdığını ve nasıl kararlara dönüştüğünün bir sonucudur. Çünkü yargı uygulayıcıları da bu toplumun gerçekliğinden, kültüründen azade değiller. Tam olarak bu toplum içinde şekilleniyorlar. Bu erkek deneyimini esas alarak belli bir bilince, hayata ve bakışa ulaşıyorlar. Bu da kararları üzerinde çok etkili bir şeye dönüşüyor. Biz kadın hakları alanında çalışan kadın hakları aktivistleri, kadın kurumları, meslek örgütleri olarak aslında kadınların maruz kaldığı hak ihlalleri karşısında, onların adalete erişimi ve hak arama özgürlüklerinin en üst seviyeye çıkarılması için mücadele ediyoruz” diye konuştu.
FAİL ERKEKSE KORUNUYOR
Hatice Demir, söz konusu mücadeleyi yürüten kadın kurumları ve aktivistler olarak birçok engelleme ve yargı tacizine maruz kaldıkları bilgisini vererek, şunları paylaştı: “Hatta özellikle Kürt illerinde bu yargı tacizi meselesi doğrudan Terörle Mücadele Kanunu üzerinden yürütülüyor. Aslında ceza yargılamasının bir toplumsal ve siyasal denetim aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Bu denetim araçları bizim üzerimizde de çokça deneniyor. Kürt kadınlar bununla çok fazla sınanıyor. Özellikle Kürt Kadın Hareketi açısından bu ikili hukuk meselesini çok görüyoruz. Fakat diğer taraftan da aslında mahkemelerdeki kadınların mağdur olduğu dosyalarda gördüğümüz şey ise, aslında iki şekilde tezahür ediyor. Biri, bütün bu yargı mekanizması içerisinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yansımalarıdır. Yani kadın ve erkek eşitliğinin esas alınmamasıdır. Diğeri ise, aslında tam da cezasızlık politikasıdır. Bu cezasızlık politikası, özellikle suçun faili erkekse, bir kamu görevlisi ise, Türk ise, yani Türklük hukukunun bütün imtiyazlarından yararlanan birisi ise çok daha somut bir şekilde karşımıza çıkıyor.”
TÜRKLÜK HUKUKUNUN İMTİYAZLARI
Türklük hukukunun imtiyazlarından faydalananların yargısal süreç içerisinde fail de olsalar bu imtiyazdan sonuna kadar azade bırakıldıklarını vurgulayan Av. Demir, “Örneğin Pınar Gültekin davasında bunu çok net gördük. Pınar, Kürt bir kadındı. Fail ise anladığımız kadarıyla Türk bir erkekti. Varlıklı bir ailenin çocuğu olduğu söyleniyordu. Pınar'a yönelik ısrarlı takibi, tacizi, baskısı, denetimi, nihayetinde Pınar'ı bu hayattan almakla sonuçlanıyor. Fakat bu fail, mahkemede sürekli ifadesini değiştirmesine ve Pınar'a iftiralar atmasına rağmen her defasında dinlendi. Ama Pınar'ın ailesinin aynı şekilde tutanaklara baktığımızda dinlenmediğini, duygu, düşünce, taleplerinin ve adalete olan susamışlıklarının yeterince dinlenmediğini görüyoruz. Bir tarafta varlığı ortadan kaldırılan bir kadın var bir tarafta da bu suçun faili olan bir erkek var. Bu erkeğin bütün kurguları, ithamları, suçlamaları, yargılamaları, Pınar'ın onuruna saldıracak düzeye varan, bütün savunma kurguları maalesef mahkeme tarafından dinlendi. Bu ifadeleri haksız tahrik indirimi sayılabildi” şeklinde konuştu.
ULUSLARARASI SÖZLEŞMELER ESAS ALINMIYOR
Tanık oldukları dosyaların bunlarla sınırlı olmadığını ve özellikle kadının şiddet mağduru olduğu dosyalarda yine o kadının hayatının sorgulandığını ve yargılandığını gördüklerini dile getiren Av. Demir, şunları paylaştı: “Aslında kadın ve mağdur üzerinden delillerin tartışılamayacağı ceza yargılamasının genel bir ilkesidir. Fail üzerinden bu tartışmaların yapılması gerekirken kadının özel hayatı, geçmişi, ilişkileri, tartışılıyor, inandırıcılığı sorgulanıyor ve şikayeti ciddiye alınmıyor. Çoğu zaman acil önlemler zamanında alınmıyor. Yine fail erkekler genellikle tutuksuz yargılanıyor. Deliller zamanında toplanmadığı için bu durum erkeklerin lehine sonuçlar yaratıyor. Verilen cezalar ya çok cüzi oluyor, ya cezasızlıkla kapanıyor ya da hükmün açıklanmasının geri bırakılmasıyla ceza erteleniyor. Burada eğer kişi iki yıldan az hapis cezası almış ise, hiç o cezayı almamış gibi sonuçları olan bir durumla karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla aslında bir bütün olarak Türkiye'nin taraf olduğu evrensel insan hakları değerleriyle oluşturulan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sözleşmesi'ndeki hükümlerin ve belirlenen standartların da uygulanmadığını, esas alınmadığını bir bütün olarak görüyoruz.”
CEZASIZLIĞA KARŞI ÜÇÜNCÜL POLİTİKALARA İHTİYAÇ VAR
Cezasızlık politikasının kadına yönelik şiddet meselesinin son halkası olduğunu ve bunun için şiddeti önleyecek politikaların hayata geçirilmesi gerektiğini savunan Av. Demir, konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Türkiye'de bu yönlü bir düzenleme yok. Tamamen aileyi önceleyen, muhafazakar bir toplum tahayyülünü esas alan, kadın erkek eşitliğinden rahatsızlık duyan bir siyasal iktidardan ve böyle bir düzen yaratma hayallerinden söz ediyoruz. Cezasızlık meselesi çok önemli bir meseledir. Bununla, biz hukukçular mücadele ediyoruz. Fakat bundan önce tüm sivil toplum örgütlerinin, yerel yönetimlerin, sendikaların ve siyasi partilerin katılımını sağlayan üçüncül politikalara ihtiyacımız var. Bunların koşulsuz bir şekilde uygulanması gerekiyor. Bütün bunlar olurken tabii ki bir toplumsal barışa da ihtiyacımız var. Çünkü toplumsal barış olmadığı için, bir ikili hukuk yapısı var Türkiye'de. Yani muhaliflere olağanüstü hukuk uygulanıyor. Bu ikili hukukun ortadan kaldırılması, olağan hukuka geçirilmesi, hukuki güvencelerimizin olması, hukuk güvenliği ilkesinin bir bütün olarak yaşam bulması gerekiyor.”