KJK’den dünya kadınlarına çağrı
Komalên Jinên Kurdistan (KJK), dünya kadınlarına seslenerek, “kapitalist salgına” karşı küresel kadın mücadelesini yükseltmenin zamanı olduğunu bildirdi.
Komalên Jinên Kurdistan (KJK), dünya kadınlarına seslenerek, “kapitalist salgına” karşı küresel kadın mücadelesini yükseltmenin zamanı olduğunu bildirdi.
Kürdistan Kadınlar Topluluğu (KJK), Aralık ayında ortaya çıkan Covid-19 pandemisi ve bağlantılı çoklu krize işaret ederek, bu durumun kapitalist modernitenin doğrudan sonucu olduğunu kaydetti.
Dünya kadınlarını mücadeleyi yükseltmeye çağıran KJK, “Hepimiz aynı geminin yolcuları değiliz. Ve hepimiz aynı düzeyde bu krizden sorumlu değiliz” vurgusunda bulundu.
Her türlü sınırı aşarak, direnişle ortak mücadele formu oluşturulmasını isteyen KJK, “Kendimizi, varlığımızı, toplumsal değerlerimizi, doğayı, gezegenimizi, yani yaşamı her alanda savunacağız!” dedi.
KJK’nin açıklaması şöyle:
Şu anda dünyada yaşanmakta olan Covid-19 salgını ve onunla bağlantılı çoklu kriz durumu, sürekli kâr ve sermaye birikimine dayalı kapitalist modernitenin doğrudan sonucudur. Doğal dünya olan birinci doğanın iktidarcı zihniyet tarafından nesneleştirilmesi sonucu gelişen her müdahale eko dengesini biraz daha bozup tahrip ederken, devletli uygar sisteminin son aşaması olan kapitalist modernite ile birlikte bu müdahale kanserojen bir karakter edinmiştir. Öyle ki sömürgecilik ile başlayan doğal/yaban yaşam alanlarının bozulması, yeraltı ve yerüstü kaynakların sömürülmesi, doğanın zehirlenmesi, çevrenin yıkılması, yerli toplumsal sistemlerin yok edilmesi, aşırı şehirleşme, üretimin ahlaki normlardan yoksun bir şekilde sanayileştirilmesi sonucu ve birilerinin hep daha az masraf (ve daha çok sömürü ile) ile daha fazla kâr elde etmesi uğruna gezegenimiz giderek daha hastalıklı bir hal alıyor. Doğa, intikam almıyor. Doğa, kapitalist zihniyetin sınır tanımayan kâr hırsı ve talanını artık kaldıramıyor. Birinci doğa, ikinci -yani toplumsal- doğanın kendisinden kopuşunu daha fazla kaldıramıyor. Ki esas kopuş, bu iki doğa arasındaki ayrım ile başladı. İktidarcı zihniyet ile doğanın nesneleştirilmesi, erkek egemen zihniyet ile kadının nesneleştirilmesi iç içe gelişim gösterip, doğrudan birbiriyle bağlantılıdır. Sonrasında ise bütün toplumu da içine alacak şekilde, giderek daha geniş kesimler kendini özne kılan iktidarcı zihniyet tarafından köleleştirilip sömürülürken, günümüze gelindiğinde dokunulmamış tek karış toprak, tek toplumsal hücre bırakılmamıştır. Kapitalist sistem, temas ettiği bütün hücrelere kanser yayıyor. Ve durmuyor. Öyle ki, Türk devleti Covid-19 virüsünün beraberinde getirdiği karmaşayı fırsat bilip, bir ekolojik yıkım projesi olan, su havzalarının ve ormanların yok edilmesine neden olacak Kanal İstanbul için ilk ihalesini bu süreçte yaptı. ABD’deki petrol endüstrisi, salgını kullanarak şimdiye kadar başarıyla engellenen Keystone XL boru hattı projesinin inşaatına başladı. Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir.
AYNI GEMİDE DEĞİLİZ
Şunu vurgulamak durumundayız: Hepimiz aynı geminin yolcuları değiliz. Ve hepimiz aynı düzeyde bu krizden sorumlu değiliz. Hepimiz virüsten korunmak için aynı olanaklara da sahip değiliz. Bu krizin birincil sorumlusu, küresel finans kapitali ve azami kâr kanununun sürekliliğini sağlayan ulus-devletlerdir. Bir kez daha çok net bir şekilde görüldü ki devletlerin önceliği toplumun değil küresel kapitalin sağlığı ve yararıdır. Bundan dolayı da hükümetlerin gündeminde, özellikle son 30 yılda uygulanan (ve aynı çizgide olmayan devletlere zorla uygulatılan) neoliberal özelleştirme politikalarının sağlık alanında yarattığı büyük tahribatları ortadan kaldıracak toplumcu sağlık politikaları olmadığı gibi, sağlık emekçilerini daha fazla sömürebilmenin yasaları bu süreçte çıkarıldı. Bir tarafta gerçeğini gizlemek için sağlık çalışanlarına alkış tutarken, diğer tarafta onları güvenli olmayan koşullarda çalıştırarak ölmelerine sebep oluyor. Şimdiye kadar yüzlerce doktor, hemşire ve sağlık personeli virüsün bulaştığı insanları tedavi etmeye çalışırken Covid-19’a yakalanıp hayatını kaybetti. Sistemin maddi-manevi yük olarak görüp çoktan gözden çıkardığı huzurevlerindeki yaşlılar ölüme terk ediliyor. Dönemin sloganları “Evde Kal” ve “Güvende Kal”; evde kalmak, her türlü sosyal ve ekonomik güvenceden yoksun toplumun çoğunluğu için bir seçenekmiş gibi. Kadınlardansa bir kez daha ‘fedakarlık’ yapıp devletin üstünden attığı sorumlulukları yerine getirmesi bekleniyor; evde kalarak, çocuk bakımını üstlenerek, ev işlerini yaparak, yani yeniden ücretsiz ev işçisi pozisyonuna dönerek. Kadının özgür yaşam iddia ve arayışının tokat gibi ataerkil düzene çarptığı 8 Mart’tan henüz çok zaman geçmeden fırsatçı erkek egemen sistem krizi kadınları eve kapatmak için kullanmanın hesabını yapıyor. Salgın zamanında kadına yönelik aile içi şiddetin ve cinayetlerin yükselişi bu bağlamda elbette tesadüf değil.
TOPLUMA KARŞI DEVLETÇİLİK YÜKSELİŞTE
Krizi el birliğiyle ortaya çıkaranlar savaş terimlerini kullanarak, toplumlarla aynı cephede oldukları, hatta onları ön cepheden savundukları algısını yaratmaya çalışırken esasen toplum düşmanlıklarını sürdürüyor. Devletler krizi fırsat bilip toplum üzerindeki gözetim ve denetim sistemlerini büyütüyor, sözde güvenlik adına hak ve özgürlükleri gasp ediyor, toplumlarda yükselen özgürlük, demokrasi ve ekoloji mücadelesine karşı cinsiyetçilik, milliyetçilik ve bilimciliği besliyor. Bu üç ‘ciliğin’ kapitalist ulus-devletin temel ayaklarını oluşturduğunu vurgulamaya gerek yok. Nihayetinde yükselişe geçen devletçilik oluyor. O nedenle de, 20. yüzyıl ulus-devlet paradigması çerçevesinde oluşturulan diğer devletlerarası kuruluşlar gibi artık iflas eden BM’nin ateşkes çağrısına devletdışı aktörler olumlu yanıt verirken, devlet ordularının bu süreçte saldırı savaşlarını sürdürüyor olmasına, hatta krizden fırsat yaratıp yoğunlaştırmasına kimsenin sesini çıkardığı yok.
Ulus-devletçiliğin resmi dini haline getirilen pozitivizmin bilime hakim kılınması, belki de en fazla sağlık alanında toplum açısından ağır sonuçlar üretmiştir. İktidarların ve sermayenin değil, toplumun ve doğanın temel ihtiyaçlarına cevap olacak, sorunlarına çözüm üretecek ve bunu yaparken ayrım gözetmeyen bir bilime her zamankinden daha acil gereklilik var. Kafa karıştıran, hakikati muğlaklaştıran, iktidarların elinde manipülatif bir araca dönüşen değil, aydınlatan ve yol gösteren bir bilime ihtiyacımız var.
Covid-19 virüsü ister bilinçli ister kazayla, ister doğrudan ister dolaylı olarak insan eliyle yaratılmış olsun, sonuç itibariyle biyolojik bir silah olarak işlev görmektedir. Ve bu silah bize varlığımızı biyolojik yaşama indirgemeyi kabul ettirmeye çalışıyor. Ancak yaşamak, sadece hayatta kalmak anlamına indirgendiğinde hala varlıktan, var olmaktan söz edebilecek miyiz? Ki bu, bölge ve hegemon devlet güçleri tarafından yüz yıldır biz Kürtlere ve bizim gibi çok sayıda yerli halka dayatılan bir soykırım politikasıdır: Hayatta kalmak istiyorsan kendinden, yani kimliğinden, siyasal mücadelenden, toplumsallığından, kültürel dokundan vazgeçeceksin! Ama benliğimizden vazgeçmiyoruz! Kendi rengimizle iradeli ve özgür yaşamda ısrar ediyoruz!
TOPLUMSAL DAMARLAR DİRENİYOR
Görüyoruz ki kapitalist modernitenin bütün sinsi ve fırsatçı saldırılarına karşı demokratik toplumsallığın kesilemeyen damarları direniyor: Bireyciliğe karşı dayanışma, bencilliğe karşı yardımlaşma, izolasyona karşı ortaklaşma demokratik modernitenin toplumsal değerleri olarak karşı duruyor. Toplumun direnme hakkı yaratıcılıkla savunuluyor. Daha da savunulmalı. Örgütlenmeyi, mücadeleyi, direnişi uygun yol ve yöntemlerle geliştirip büyütmeliyiz. Çünkü ekmek ve su kadar bize lazım olan budur. Siyasal özneler olarak varlığımızı ‘dondurursak’ devletler, uğruna mücadele ettiğimiz, direnişle elde ettiğimiz kazanımlarımızı ortadan kaldırmakla kalmayıp, sosyal hareketler ve bir bütünen toplum olarak bize büyük darbeler indirecektir. Antidemokratik siyasi rejimler bunun için fırsat kolluyor. Örneğin Türk devleti, virüs gerekçesiyle toplanmalarını yasakladığı dernek ve vakıfların internet üzerinden toplantı yapmasını bakanlık kararnamesiyle yasaklayıp fiilen sivil toplumun örgütlenme hakkını ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Devletlerin görünmez ve sessiz kılmaya çalıştığı siyasi öznelerin başında, muhalif tutsaklar geliyor. Onlar şu anda en güvensiz ve korumasız durumdalar. Birçok devlet, virüsün cezaevlerine bulaşmasını önlemek amacıyla çeşitli ceza erteleme, indirim ve af kararı ile çok sayıda tutsağı serbest bıraktı. Bazı hükümetler bu durumu kendi yandaşlarını cezaevlerinden çıkarmak için değerlendirdi. Bunun sonucu olarak mafya-çete mensupları, katiller ve tecavüzcüler serbest bırakılırken, muhalif ve siyasi tutsaklar ise söz konusu düzenlemelerin dışında tutulup ölüme terk ediliyor. Zira antidemokratik rejimler tarafından siyasi düşman olarak görülüp, virüse yakalanmaları resmen bekleniyor ve isteniyor. Biz ‘dışarıdakiler’ bu süreçte ‘içerdeki’ direnişçi kızkardeşlerimizi, muhalif, devrimci ve siyasi tutsakları savunmalı, onların hayatını korumalıyız! Çünkü onlar, kriz ve kaostan kalıcı çıkış için şart olan özgür yaşamın inşa gücünün önemli bir boyutunu oluşturuyorlar. O yüzden esirler ve o yüzden onları özgürleştirmeliyiz.
ENDÜSTRİYALİZM VE HEGEMONYA SAVAŞLARI
Krizle bağlantılı olarak tartışmamız gereken bir nokta da endüstriyalizmdir. Olgu olarak endüstriyi salgınlardan sorumlu tutmak yanlış olacaktır. Zira sorun endüstrinin kendisinde değil, kullanılış tarzındadır. İnsanlığın varlık gerekçeleriyle bütünleştirilmiş bir endüstri, dünyayı hem insan hayatı hem de tüm canlı-cansız yaşamlar -nehirler, denizler, hava, toprak, hayvanlar, dağlar vs.- için Üçüncü Doğa haline getirmede, yani birinci ile ikinci doğa arasında yeniden kurulacak olan ekolojik ilişki, belirleyici rol oynayabilir. Ancak kâr-sermayenin kontrolüne giren bir endüstri, dünyayı bir avuç tekelcinin dışında tüm insanlık için cehenneme çevirebilir. Nitekim yaşanan da budur. Ulus-devletçik ve kapitalist üretimcilik ile beraber kapitalist modernitenin dayandığı üçlü sacayağını oluşturan endüstriyalizme yüklenen işlev, genelde ekonomik toplumu, özelde de tarım-köy toplumunu çökertmektir. Bunu, 3. Dünya Savaşı’nın güncel sahasına dönüşen ülkemiz Kürdistan ve genel olarak Ortadoğu’da çok somut bir şekilde görebilmekteyiz. Daha otuz yıl öncesine kadar ekonominin ve toplumun ana bölümünü teşkil eden tarım-köy toplumu ve ekonomisi günümüze doğru hızla çözdürülmekte, iflasa ve işsizliğe sürüklenmekte, borca batırılmakta, göçertilmektedir. Emperyalizmin, kapitalist modernite hegemonyacılığının Ortadoğu savaşlarında endüstriyalizm başat rol oynar. Su ve petrol savaşları tipiktir. Aynı şekilde insanların kitlesel düzeyde göçertilip mültecileştirilmesi. Köylünün topraktan koparılışını da bir savaş olarak anlamak gerekir. Endüstriyalizm bu konuda ideolojik-ekonomik tekel ve iktidar tekeli olarak eylemleşir. İnsan toplumu ve ekonomisinin azami kâr kanununa göre endüstriyalizmin hegemonyasına girmesinin getirdiği çözülüş ve yıkılışın sonuçları son 200 yılda yeterince açığa çıkmıştır.
YAŞAMI HER ALANDA SAVUNACAĞIZ
Krizi yaratan küresel finans kapitalidir ancak bizler de yaşam tarzımızın ne kadar ekolojik olduğunu ve ekolojik yaşamın ne anlama geldiğini sorgulamak durumundayız. Bununla bağlantılı olarak yaşamımızda radikal bir değişime gitmeli, yaşam ve tüketim tarzımızı ekolojikleştirmeliyiz. Ne “dünyayı ben mi kurtaracağım” deyip kapitalist moderniteye teslim olmalıyız ne de “benim bireysel yaşamım ekolojik ve çevreci, dolayısıyla içim rahat” deyip kendimizi çevremizden soyutlayamayız. Doğa için mücadele etmeden, bireysel ekolojik yaşam üzerinden vicdanını rahatlatmak da kapitalizmin ideolojisi olan liberalizmin kolektif mücadeleden uzak tutma taktiklerinden biridir. Oysa gerekli olan, hem bireysel hem de kolektif düzeyde ekolojik yaşamın inşası ve doğanın savunulmasıdır. Bunun için doğayı ve yaşamı savunma gücünü oluşturmalıyız. Kadınlar olarak bunun öncülüğünü biz geliştirmeliyiz, ki insanlığın temel değerlerine karşı bir savaş halini andıran bu kriz en çok bizi etkiliyor, en çok bizi vuruyor! Öyleyse kendimizi, varlığımızı, toplumsal değerlerimizi, doğayı, gezegenimizi, yani yaşamı her alanda savunacağız!
ÖRGÜTLENECEĞİZ, DİRENECEĞİZ
· Özelde kadın, genelde halk sağlığını devlete bırakıp kendimizi farma endüstrisinin ve neoliberalizmin özelleştirme politikasının eline teslim etmeyeceğiz. Komünal kadın ve halk sağlığı ocak ve komünlerini kuracağız!
· Siyasal özneliğimizi ne derin dondurucu ne de mezara koyup gömdürmeyeceğiz! Yaratıcılıkla toplumsal mücadelemizi sürdüreceğiz, örgütleneceğiz, direneceğiz!
· İktidara başkaldırdıkları için esir alınan cezaevlerindeki siyasi tutsakların hastalık ve ölüme terk edilmesine izin vermeyeceğiz! Onların özgürlüğü için mücadele edeceğiz!
· Kapitalist sistemin yalnızlaştırma, tekleştirme, bireyselleştirme politikalarına karşı toplumsal dayanışma, yardımlaşma, ortaklaşma ile yaşamı güzelleştirip özgürleştireceğiz!
DOĞA BİZE DEĞİL, BİZ DOĞAYA AİTİZ!
· Doğa bize değil, biz doğaya aitiz! Doğa bizsiz yaşayabilir ama insanlık doğasız yaşayamaz! Kâr uğruna daha fazla talan edilmesine, sömürülmesine, yok edilmesine izin vermeyeceğiz! Bunun için hem yaşam ve tüketim alışkanlıklarımızı ekolojikleştireceğiz, hem de finans kapitalin talancı çetelerine karşı bir olacağız!
· Salgın şeklinde kendini dışa vuran krizin temelinde iktidarcı zihniyet ve sömürü yatıyor. O yüzden sistemin ürettiği kriz ve kaoslardan kalıcı olarak kurtulmak, her türden sömürü ve işgali sonlandırmakla mümkündür. İnsanın, toprağın, doğanın sömürüsü ve işgaline karşı direnişi ortaklaştırarak büyüteceğiz!
· Emek, üretim ve yeniden üretimi finans kapitalin değil, toplumun ihtiyaçları doğrultusunda belirlenmesini sağlayacak radikal bir sistem değişikliğini istiyoruz!
Bu demokratik-ekolojik-kadın özgürlükçü sistemin inşasına şimdiden başladık ve kadınlar olarak öncülüğünü yapıyoruz. Şimdi gerekli olan, her türlü sınırın ötesindeki direnişlerimizi, koca bir nehrin dalları gibi birbirine akıtıp derya olacak yeni bir ortak mücadele formunu geliştirmektir. Bunu başarabiliriz! Çünkü kadınız ve dünyayı değiştirecek gücümüz var!"