Kadına şiddet virüsün yaygın hızına paralel artış gösteriyor. Şiddetin haritası, çetele tablosu salgın hastalığa karşı gösterilen duyarlılık kadar saniye saniye takip edilip tutulamıyor. Çünkü bu aralar tek bir gündem var o da korona virüsüdür. Mesele ölüm ise kadına karşı uygulanan şiddetle bir çok ölüm zaten yaşanıyor. O zaman mesele salt ölüm değil. Belli ki mesele ölüme yol açan etkendedir.
Ölümlerden biri görünmeyen bir düşman eliyle diğeri ise görünen-yakınımızda devlet ve yasaları tarafından korunan, kollanan ve erkeklik olarak övgüler dizilen bir zihniyet sonucu hortlatılan bir yapısallık taşıyor. O zaman ataerkil sistemin damgası ve sponsorluğu ile gelişen şiddet ve kadın katliamları bu zor zamanlarda neden artış içinde, neden toplumun eve tıkıldığı şu günlerde yükselişe geçiyor?
Yaşam hakkı kutsaldır. Evet bu kutsallığı sürdürmek için insan olmanın gereğine saygı önce beklenir. İnsan ise konuşma hakkına, düşünme hakkına, eyleme geçme hakkına, beslenme hakkına, barınma hakkına, sağlık hakkı, kültür-sanat hakkı ve daha burada sayamayacağımız bir çok hakka daha sahiptir.
Haklar ve ödevler....
Totaliter rejimlerde ödevler her zaman çok fazladır. Hak demenin kendisi bile yasaktır. Liberalizm hak-ödev çizelgesinde usta bir cambazdır. Ödevler çoktur ama haklarını da bir bir sayarak sanki yaşıyormuşsun illizyonunu muazzam geliştirir. Bu yüzden yaşam hakkı kutsaldır dediğimizde bu sistemlerde kimin yaşam hakkı kutsaldır diye sormamız gerekiyor ki doğru yanıtı alabilelim. Soruyu doğru sormak yanıta giden dikenli yolları gül bahçesi için zorunlu hale getirir.
Ataerkil sistem bir erk sistemi olarak gücü ve güçlüyü temsil eden egemen erkek aklının, vicdanının ve ahlakının eseri olarak yaşam hakkını canlıların elinden alan bir sisteme çoktan dönüştü. Bu sistem doğa karşıtı bir sistemdir. Ekolojik yaşamı kendisine tehdit gören bir sistemdir. Demokratik yaşamın doğrudan katılımcılığına düşman, çeşitliliğine düşman bir sistemdir. Ekolojik tarım veya yeşil teknoloji bu sistemde birer ucube olarak görülüyor. Kar ve talan üzerine kurulu olmayan bu sistemlerin hepsi zayıfların, güçsüzlerin tarafı olarak kadın, doğa ve toplum olarak görülüyor.
Korona virüs görünmeyen bir düşman olarak solunum yollarımızı işgal ederek nefesimizi kesiyor. Erkek şiddeti ise görünen bir virüs olarak boğazımıza yapışan bir el gibi, hayatımızı karartan bir hayalet gibi hanelerden hanelere, sokaklardan, semtlere, mahallelere ve yaşam alanlarına doluşuyor. Kuşkusuz şiddet de bulaşıcıdır. Şiddet kışkırtılmış erkekliği biraz daha kışkırtıyor, pohpohluyor ‘yürü be kulum’ diyor.
Virüs ile birlikte içine girmiş olduğumuz ev hapsi her ne kadar ‘’Hayat eve sığar’’ olarak ifade edilse de eve en çok sığan şeyin son zamanlarda şiddet olduğunu gördük yaşadık. Şiddetin bin türlüsü var. Kabaca olanından bahsetmiyoruz. En çok da ‘karda yürü iz belletme’ diye ifade edilen psikolojik şiddet ise en az korona kadar manevi ölüme yol açabiliyor. Sözüyle, davranışıyla ezen otoriter devlet- baba-koca-sevgili erkek şiddeti, küçümseyen, ‘’ bir işe yara bari’’ veya ‘’ işe yaramıyorsun ki’’ ile psikolojik teröre dönüşmüştür. Evde Kal çağrısı erkeklerde bir meşgulüyet arama-çıkartma fırsatı tanımış olmalı ki kadına sarma halinde bir ilerleme açığa çıktı-çıkıyor.
Ne zaman ki şiddete karşı görünür bir çaba ve mücadele açığa çıksa önce devlet bundan rahatsızlık duyoyor. Tabii bunun en önemli nedeni devletin vatandaşına sunmuş olduğu evin içinde veya dışındaki aile markalı saadet zincirinin hergün bir halkasının kopuyor olmasıdır. Geleneksel aile saadet zincirinin altın hücresi olarak kutsanırda kutsanır devlet tarafından. Saadet zincirinin halkası kopunca eve sığdırılan yaşamlar eve sığmaz hale geliyor ve kamuya aktarılıyor. Bu da devleti zorluyor. Devletin kutsal aile cevheri aniden kabusa dönüşüyor. O yüzden şiddet artışı, artan kadın cinayetleri, maçoluk, kabadayılık ve mafyavari gibi hususlar erkek eliyle geliştirilen dejenerasyonların tamamı toplumsal cinsiyetçilik olarak gelişiyor. Korona virüs salgını ile artan şiddet evlere doldurulan cinsiyetçi bakış açılarının hortlamasıdır. Büyük ve güçlü erkekler evde kalmış olmanın gereksiz meşguliyetini yaşadıkça daha fazla saldırganlaşıyor ve kontrol dışına çıkıyor. Zaten bir çok saldırıda televizyon kumandası kimin elinde olacak, kanaldan kanala zaplama nasıl olacak, her daim erkek zevkleri esas alınacak üzerine, örneğin maç izlenecek, kadınca filmler yerine mafyatik filmler izlenecek, keyif çatılırken çilingir sofrası eksik olmayacak, ağızlar hep kıpır kıpır yeyip içilecek garson rolü biçilen kadın hizmetini dört dörtlük yapmalı. Buna itiraz eden bu konuda dayanışma isteyen, eşitlik isteyen kadın şiddete maruz kalıyor ve şiddet bu vesilelerle artışa geçiyor.
Çin, İtalya, Türkiye, Filipinler, Brezilya, Türkmenistan... Bu ülkelerin bazısında şiddet artışı yaşandı bazısında da devlet başkanları şiddet kaynağı olarak racon kesiyor. Biri sokağa çıkanları vurun öldürün diyor, öbürü sözcükleri yasaklıyor, bir diğeri halkın dayanışması ile ortaya çıkan değerlere göz koyuyor devlet, adına fakir fukaranın geçim parasını yasal gasp aracılığıyla toplama derdinde.
Mesele korona virüsünde değil mesele hasta beyinlerde ve hasta ruhlarda. Mesele kanserleşmiş erkek egemen zihniyetinin topluma dayattığı biyolojik yaşam hakkındadır. Zaten mevcut durumda kapitalizm ve ulus devlet yönetimi korona virüs bahanesiyle tüm toplumu biyolojik bir makinaya dönüştürmek istiyor. Biyolojik makinaya dönüşmek salt insan olarak varlığını sürdürmektir. Varlıktan anlam çıkartılırsa yani özgürlük çıkartılırsa, insan içi boş bir makina olarak zaten korona virüs salgınından önce ölmüş sayılır. Şiddetin her türlüsü görüneni-görünmeyeni de yaşamı böyle cendereye alan önemli bir araçsallıktır. Dolayısıyla ona karşı daha fazla mücadele, itiraz ve örgütlenme hakkı meşru olduğu gibi, gereklidir de.
Kadınların ve toplumların başına bela kesilen böylesi bir erkeklik ile ne virüsler baş edebilir ne de salgınlar. Bu ideolojik ve yaşamsal sorun haline gelen erkek aklı, vicdanı ve zihniyetine karşı bir tek iyilik, güzellik, erdemlilik, özgürlük, eşitlik değerleri ile yanıt verilebilir. Bunun için de gerçek demokratik değerleri özümseyen bu değerleri kendi kişiliğinde karaktere kavuşturan, erkekliğini öldüren özgür erkek tipolojisine ihtiyaç var.
Hanelere giriş-çıkışların yasaklandığı şu günlerde ‘’Ben Kimim’’, ‘’ Kendimi ne kadar biliyor ve tanıyorum?’’ üzerine derinleşme, değişim ve dönüşüm yaşanırsa erkek egemen sistemin çarkından çıkış, özgürlük sistemine geçiş çok daha kolay ve hızlı olacaktır. Bu nedenle kadınların dayanışması yetmez, erkeklerin değişim-dönüşüm istemi ve çabası çok daha önemlidir. Evinde, sokakda, işte, okulda ve yaşamın her alanında dürüstlüğü, samimiyeti, sevgiyi, saygıyı esas almak, ev içinde ve dışında paylaşım kültürü ile hareket etmek ve dayanışmak şiddete karşı aranan kandır, antikordur.