Prof. Özgen: Artık her göç zorunludur

Geçen yüzyıldaki ekonomik temelli göç, zoraki olmayan göç gibi kavramların artık kotasının dolduğunu belirten Prof. Neşe Özgen, “Her göç, zorunlu bir göçtür” dedi.

Geçmiş yüzyıldaki göçlerden farklı olarak bu yüzyılda göç yolunun ve göçün bütün süreçlerinin artık aşikar olduğunu kaydeden Prof. Neşe Özgen, geçmişte belki sürecin ne olduğu bilinmeyen ama iyi bir sonuç olmasından yola çıkıldığını anımsatarak, oysa şimdi yeni yüzyılda şunun görüldüğünü ifade etti: “Göçmen aslında bütün etabı ve sonunda iyi bir şey olmayacağını da biliyor.  Yolun belirsizliklerle dolu olduğu düşüncesi artık bu yüzyılda yok. Yoldaki bütün güçlükleri, bunları göze almak zorunda olduğunu; öleceğini veya sakat kalacağını da biliyor. Hiçbir şey olmasa ruhen sakatlanacağını da… Gittiği yerin hiçbir şekilde ona cennet olmayacağını da biliyor ama bu yolculuğa çıkıyor.”

Mültecilik son yılların en önemli konusu. 

Türkiye-Yunanistan sınırı, Akdeniz, Polonya - Belarus sınırı gibi birçok sınır bölgesinde devletler, mültecilere insan olarak bakmaktan öteye mücadele edilmesi gereken bir “düşman” gözüyle bakıyor. 

Bu “düşman” gözüyle bakılan mültecilik içinde kadının konumu ayrıca önem arz ediyor. 

Biz de sınır, mültecilik ve göçmenlik konusunda uzman Prof. Neşe Özgen ile mülteciliği, göçü, kadınların göç yolunda ve varılan yerde maruz kaldığı uygulamaları; yaşamı nasıl yeniden inşa ettiği üzerine konuştuk.

Genel hatlarıyla göç süreci kadınlar için neyi ifade eder, vatanından kopmak kadınlar açısından ne anlama gelir?

Bildiğiniz üzere son yüzyıl, göçler yüzyılı olarak adlandırılıyor. Aslında 21. yüzyılın başından itibaren geçmiş yüzyılın göçlerinden farklı bir göç biçimi ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. 21. yüzyılın göçlerinin geçen yüzyılın başındaki savaş göçlerine benzetmek yanlış olmayacak. Şu anda yaşadığımız göç dalgası, 19. yüzyılın bitişi 20. yüzyılın başlangıcındaki devletlerin hemhal oluşu, altüst oluşu, dünya savaşlarının başlangıcı ile benzer özellikler taşıyor. 100 yıl boyunca gelişen ekonomik nedenlerden ve küçük yerel savaşlardan dolayı göç hareketlerine benzemiyor şu an yaşadığımız göç. Büyük savaş göçleri. Bu büyük savaş göçlerden anlamı değişik yalnız. Biz sadece kendi coğrafyamız nedeniyle aslında yalnızca silahlı çatışmalar nedeniyle göç etmiş insanlar üzerine konuşuyoruz. Oysa iklim göçleri, yoksulluk göçleri, mal varlığına el konulduğu için bir yerden bir yere göç etmek zorunda kalan insanlar, etnik kıyım göçleri geçen yüzyılın başlangıcındaki göçlere benzer bir hale sokuyor dünyamızı. 

Birkaç şeyden söz etmek istiyorum. Bunlardan bir tanesi; şimdi yeni olan ne ve biz ne ile karşı karşıyayız, nasıl hareket ediyoruz? Ne zaman artık mültecilik, göç, sığınmacılık konuşmaya başlasak neredeyse sürekli bir yıkım ve yenilgi öyküsü konuşmaya başladık. Ben bugün bunu biraz tersine çevirelim istiyorum ve biraz da hani bu yıkım ve gerilemeyi nasıl geriletebiliriz, nasıl onun üstesinden gelebiliriz, bunu nasıl tersine çevirebiliriz; hangi zor ve örgütlenme yöntemine odaklanmalıyız ve ne yapmalıyız’ı konuşalım diyorum.

Ne farklı? Geçen yüzyılın savaş göçlerinden farkı ne? 

Bir kere devletlerin güçlenmesi ve devletlerin giderek kendi otoritelerini sabitleştirmesi sadece devletlerin değil, halkların da toplumların da sağa doğru, sağ düşünceye doğru kayması göç hareketiyle, mültecilik hareketiyle ve mülteciler hareketiyle hem neden hem de sonuç açısından doğrudan bağlantılı. Yani göç hareketlerinin bu meselelerin aslında sonuçları olduğunu ve bu meselelerin, yani devletlerin doğrudan totaliterleşmesi ve toplumların sağcılaşması, göç hareketlerine yol açtığını ama bir yandan da göç hareketi sonucu bu yapının pekiştiğini söylemek mümkün. Böylesi bir kısır döngü içerisine girmiş durumda mültecilik meselesi. 

İkincisi, çok işlerine geldiği için öyle söylemek gerekiyor; BM’den tutun bütün dünya örgütlerine, evrensel adalet örgütlerine kadarki ölçütler, geçen yüzyılın başında kararlaştırıldığı için şu anda mültecilerin yapısı suç olarak adlandırılıyor. Yani bir yerden çıkmak, bir yerden çıkarılmış olmak, bir yerden çıkarılmaya maruz kalmak, bir yerden çıkmaya karar vermek eylemlerinin tamamı iradi olarak adlandırılıyor. Çıkanın, bu çıkış hareketini kendi iradesiyle yaptığına karar veriliyor, baştan itibaren iradi olduğu düşünülüyor. Bu göç hareketinin suç olduğu düşünülüyor. Oysa geçen yüzyılda, yani 1960’lardan itibaren göç hareketlerinin bir insan hakkı olduğu, insanların istedikleri yerde ve istedikleri kadar yaşam hakkının, evrensel bir hak olduğunu kabul etmiştik, ettirmiştik. Şimdi bu hakkımız tamamen geri alındı. Göçün tamamı neredeyse bir suç olarak adlandırılıyor. 

Bırakın göçün tamamının suç olarak adlandırılmasını ve suçlaştırılmasını, kriminalize edilmesini; şöyle bir düşünün, bir yerden bir yere gideceğimiz zaman en çok korktuğumuz şeylerden bir tanesi denetime uğramak değil mi? Yani bir yerden bir yere doğru hareket etmeniz gerektiğinde, bırakın uluslararası hareketi, ülkenin içinde bir yerden bir yere hareket etmeniz gerektiğinde yapmanız gereken ilk iş, bir kimliğinizi kanıtlamak ve kimliğinize dair bütün bilgileri bir otobüs şirketi portalı aracılığıyla aslında bir el sistemi, elektronik sisteme dahil etmek. Bu seyahati yapabileceğinize dair para güvencesi vermek. Şimdi bu iki güvenceyi vermeden yerinizden hareket edemiyorsunuz. Yaranamayan, kriminal olmayan, devlete karşı suç işlememiş ya da halka karşı suç işlememiş bir insan olduğunuzu kimliğinizle kanıtlamak zorundasınız. Ankara’dan İzmir’e gittiğinizde bile. Bu seyahati, banka kartıyla kanıtlamak zorundasınız. 

Şimdi bu iki belge o kadar içselleştirdiğimiz bir şey ki; aslında bizi, vatandaşı tamamen kriminal bir şey olarak kodluyor. Bir yerden bir yere doğru hareket ediyorsanız, göstermez gereken asgari temel iki belge ile hareket etmek zorundasınız. Çünkü vatandaş olarak da kriminal olduğunuz düşünülüyor. 

Bunu izinsiz bir biçimde ülke geçmek için yapmaya çalışan insanların nasıl yaptığını izleyebilmek, görmek bir kere zor. Bırakın İzmir’e gitmeyi, ulus aşırı gitmeye kalktığınızda o zaman taşımanız gereken belge sayısı katlanıyor. Sadece küresel salgın dolayısıyla yapılması gereken sağlık belgeleri değil; daha öncesinden de. 

Bundan yıllarca önce ilk kez yurt dışına çıktığımda öğrenci olarak şuna hayret etmiştim; benden başka kimse cebinde kimliğini taşımıyordu. Vatandaş beyanı yeterliydi. Ben yabancı olarak kendi pasaportumu cebimde taşımak zorundaydım. Oysa bugün geldiğimizde neredeyse bütün Avrupa ülkelerinde, Kuzey Amerika ülkelerinde vatandaşlar da kendi ceplerinde kimliklerini taşımak ve gerektiğinde göstermek zorundalar. Bu kimlikler iki tane; birisi bir banka kartı. Yani bir banka tarafından onay görmek zorundasınız. Bir diğeri de o ülke devletinin size verdiği vatandaşlık belgesi. Herkes bu belgeleri taşıyor artık ve sorulduğunda göstermek zorunda. 

Bu suçlaştırılma, kriminalize etme işi sadece mülteci ile sınırlı kalmadı; aslında ülkelerin kendi vatandaşları da ciddi derecede etkilendi ve ne yazık ki vatandaşlar da bunun çok farkında değil gibiler. Değişen şeylerden biri bu. Yani şimdi bir suçlaştırma var. Şimdi harekete geçen, ülkesini terk eden, ülkesini terk etmek zorunda olan herkes başlangıçtan itibaren suçlu ilan ediliyor. Suçlu ilan edildikten hemen sonra bu hareketin kendisi de kriminalize ediliyor. Bir yerden bir yere izinsiz hareket etmek bir dalga olarak nitelendiriliyor. En azından bir tür huruç harekatı/çıkış hareketi gibi görülüyor. Giderek daha çok bir tür orayı işgal harekatı gibi görülüyor. Gittiği yerdeki yerleri, mekanları, değerleri, yapıyı, birikmiş olan sosyal hakları ve bitmiş olan maddi hakları işgal etmiş gibi görülüyor. İlan ettiriliyor. Bir diğeri bu hakları ve bu yapıyı istismar ettiği söyleniyor. Giderek daha çok da aslında bunlar için savaşmak gerektiği söyleniyor. Aslında mültecilere karşı bir savaş halinde dünya. 

Neden? 

Çünkü onlar suçlu, çünkü onlar yerlerini terk etti. Çünkü onlar buraya geldi, onlar burayı işgal etti. Onlar burayı istismar etti. Dolayısıyla biz onlara karşı bir geriletme hareketinde bulunmalıyız. Topyekün bir milletin dilinde olan yerli ve milli söylem üzerinde durmalıyız. Bu dil, gelene hiç kolaylık göstermeyen bir dildir. Şimdi göç böyle suçlaştırılınca ve göçmen böyle suçlaştırılıp, kriminalize edilip ondan sonra göçmen meselesi bir geriletme, savaş meselesi gibi ele alınmaya başlayınca durumun göçmen üzerinde ne kadar hasar bıraktığını tahmin edebilirsiniz. Birinci mesele bu. Yani göçün geçmiş zamanlardan farkı bu.

İkinci fark nedir?

O da şu; şimdi biz göç ile ilgili konuşurken hep iten ve çeken pozisyonlar üzerinden konuşurduk. Pozitifistik sosyal bilimlerde göç, bir karar meselesidir diye ele alınır. Bir karar meselesidir. Efendim çeken güçler, iten güçlerden daha yüksek ise insanlar göçe karar verir. Yani bulunduğunuz yerde sizi iten güçler, sizi davet edenlerden daha düşükse yani sizi davet eden, size çağrı yapan, size hoş gelen, dışarısı size daha uygun geliyorsa o zaman göçe karar verirsiniz diye bir ibare vardır. Şimdi yeni dönem göçlerinin farkı bu. İten çok kuvvetli fakat gidilecek yerde hiç kimse yeni gelene hoşgeldiniz yapmıyor. İnsanlar çıktıkları yerden çıkmak zorunda bırakılıyorlar ama vardıkları yerde de hiç hoş bir şekilde de karşılanmıyorlar. Bırakın hoş karşılanmayı, biraz önce söylediğim gibi bir savaşlaştırılma durumu söz konusu. Sanki dalgalar halinde gelen mülteciler varmış ve bunlar orayı dalgalar halinde işgal edeceklermiş ve bu nedenle onlara karşı vatanı korumak için bu işgal hareketine karşı bir karşı savaş varmış gibi anlatılıyor mültecilik meselesi. Geçen dönem göçlerden farkı bu.

İnsanların yerinden edilmesi bir zulümdür. Yani o zamana kadar biriktirdikleri, yaşadıkları, kendi elleriyle yapılandırdıkları mevcut hallerini bırakarak ve geleceklerini de terk ederek bir yerden gitmeye karar vermek ağır bir karar. İnsanlar yere bağlı yaşar. Biz yerlerde yaşarız. Kendimizi yerlerle ifade ederiz. Filancalıyım, filanca yerliyim dediğinizde aslında siz bir yere olan bağlılığınızı söylüyorsunuz.

Burada araya gireceğim. Elbette kendimizi tanımlarken bir yere ait olarak tanımlıyoruz. Siz de ifade ettiniz. Bir de iten kuvvet ve çeken kuvvet üzerinden bir tanımlama yaptınız. İten kuvvetin karakteri ne ki insanlar orayı bırakıp diğer tarafa gidiyor? Örneğin baskın karakter anti demokratik olması mı ya da siz bunu nasıl tanımlarsınız?

Bizi her tür yapının dışarıda bırakılıp bir modern devletle kontrat halinde yaşayan vatandaş olmaya ikna eden neden nedir? Öyle değil mi şimdi? Kiminle? Özgür iradenizle aslında beraber yaşayacağınızı ve başınızda nasıl bir ortak otoritenin, bizim onay verdiğimiz ortak otoritenin ne olduğuna iradi ya da yarı iradi olarak karar vereceğimiz bir dünya düzeninden söz ediyoruz. Şurada yaşadığımız 60-70-80 yıllık bir süre içerisinde başımız sağ selamet, çoluk çocuğumuzla beraber yiyip içip doyarak, güzel bir su kenarında dostlarla birlikte bir şeyler yiyip içip sohbet etmek için yaşadığımız bir hayat. Herhalde yani dünyaya geldiğinde hiç kimse ikinci bir Einstein olmayı umut etmiyor. Aslında çocuklarımızın hepsinin ikinci bir Einstein olmasını istiyoruz. Bunun için de yaşıyoruz. Demek ki bir mevcut durumumuz var.

İkincisi de geleceğe bırakmak istediğimiz kontratlarımız var. Üçüncüsü de geçmişte beraber yaşarkenki yaptığımız ya da bize yapılmış olan, ya da topluca hepimizin yapıldığını düşündüğümüz hatalar üzerinden artık geri gitmemek üzerine de bir kontrat yapıyoruz. 

Demek ki bizim irade ile yaptığımız kontratımız; birincisi düzgün bir hayatı sürmek; ikincisi geleceğe yönelik çocuklara daha iyi bir yaşam bırakmak; üçüncüsü de geçmişte yaptığımız hatalar üzerinden en azından ortak bir adalet alanını hukuklaştırabilmek. Bu işin hem materyal kısmı var, hem ideolojik kısmı var hem de düşünsel kısmı var. Bunun için biz bir kontrat yapıyoruz, bir ortak otoriteyle. 

Bütün bunları az çok yerine getirebileceğini düşündüğümüz ortak bir otorite var. Bunun adına kimi yerde modern devlet diyoruz; kimi yerde bu devlet yapısı değişebiliyor ama bizim şimdi Türkiye Cumhuriyeti ile modern devlet yapısı kontratımız var. O da nedir? Çoluğumuzu çocuğumuzu açlığa mahkum etmeden geçmişte yaptığımız hataların hesabını hep beraber görelim ve ortak katkımız olsun. Demokrasi adına ortak anlayışımız olsun.

Vatandaşlık kontratında bizim iki tür kontratımız var. Bir tanesi bölüşüm kontratı, ikincisi tanınma kontratı. Vatandaşlık mekanizmasını iki tür işletiyoruz biz. Sadece bölüşüm üzerinden işletmiyoruz; tanınma kontratı üzerinden de. Tanınma kontratı nedir? Benim söz söyleme hakkımın yükseltilmesidir tanınma kontratı. Sadece insanların varlık olarak tanınması değil, benim bu tanınma üzerine söz söyleme hakkımın yüksek olması. Sadece Kürt olduğumun itibarının iadesini istemiyorum örneğin. Katılmak da istiyorum, tanınmak bu anlama gelir. Söz hakkımın tanınması gerekiyor. Şimdi bu iki mesele üzerinden kontrata giriyoruz. Eğer bu iki mesele, iki kontrat şiddetle bastırılıyorsa ve geriletiliyorsa insanlar göçe doğru giderler. Bırakın o kişiler üzerinde bir şiddet uygulanmasını, sadece komşumuza bunun üzerinden şiddet uygulandığını gördüğümüzde ikinci gün başınıza ne geleceğini bilirsiniz. Biz biliriz ki sınıfta bir çocuğa tokat atmak, aslında 40 çocuğa birden tokat atmaktır. Aslında bir tek örnek seçer ve onu cezalandırırsınız ve onun üzerinden sizin neler yapabileceğinizi görürler. 

Dolayısıyla geçmiş yüzyıldaki göçlerin artık tersine adlandırılmasını gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda bir iddiam var. Göçün iradi bir karar olduğunu söyleyen geçen yüzyıl kavramlaştırmasının, bu yüzyılda artık geçerli olmadığını düşünüyorum. Ben göçün iradi bir karar değil; aksine bütün göçlerin bir yerinden edilme olarak düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir bölgeyi bütün akarsularını çitleyerek, tarım alanlarını barajlar yoluyla yok ederek, yaşam alanlarını yok ederek, o bölgedeki bütün varlık alanlarını ortadan kaldırarak, insanların geçim kaynaklarını elinden alarak çitlerseniz, otoriter yapının eline verirseniz, bu insanın göç kararı almaması için hiçbir neden yoktur. Bu ekonomik bir zorlama değildir; bu bir insanın yaşam alanının yok edilmesi sonucu kalkıştığı bir göçtür. O insan arzu ediyorsa, ondan sonrası zaten onun seçme hakkına girer. Ondan önceki hayatını seçememiştir o. Ondan önceki hayatı zorlamadır. Bir insan eğer sadece ailesi ya da akrabalarından bir ya da birkaçı siyasi bir nedenle suçlanmışsa ve bu nedenle kendisinin de hayatının geleceği tehlikeye girmişse, burada kendisi için göç kararı iradi bir karar değildir, zoraki bir karardır. Dolayısıyla geçen yüzyılda ekonomik temelli göç, zoraki olmayan göç gibi bütün kavramların bu yüzyılda artık kotasının dolduğunu düşünüyorum. 

Göç her zaman gidenin iradi bir karar vermesinden ziyade geride kalanların onu göçe zorlamasının sonucudur. Yani her göç, zorunlu bir göçtür aslında. Böyle bir iddiam var. 

Şunu da biliyoruz; geçmiş yüzyıldaki göçlerden farklı olarak bu 21. yüzyılda göç yolunun ve göçün bütün süreçleri artık apaçık aşikar bize. Yani geçmişte belki sürecin ne olduğu bilinmeyen ama iyi bir sonuç olmasından yola çıkılıyordu. Oysa şimdi yeni yüzyılda biz şunu görüyoruz; göçmen aslında bütün etabı biliyor ve sonunda iyi bir şey olmayacağını da biliyor. O gidilen yerin cennet olması, cennet olacağı hayat yaşayacağı hayali artık bu yüzyılda yok. Yolun belirsizliklerle dolu olduğu düşüncesi artık bu yüzyılda yok. Yoldaki bütün güçlükleri biliyor göçmen. Bunları göze almak zorunda olduğunu biliyor. Öleceğini de biliyor veya sakat kalacağını. Hiçbir şey olmasa ruhen sakatlanacağını biliyor. Gittiği yerin hiçbir şekilde ona cennet olmayacağını da biliyor ama bu yolculuğa çıkıyor.

Şimdi değişiklikler bunlar. Bunlar, bu yüzyılın göçlerinin aslında bize cehennem yolu olduğunu da anlatıyor.

Göç yollarında kadınların özel olarak maruz kaldığı uygulamalardan bahsedebilir misiniz?

Birincisi şuna itirazım var; sanki göç yollarında zorluk varmış da gidilen ülkede her şey kolaylaşıyormuş gibi düşünülüyor. Aslında bu koca bir yalan. Çünkü kadına yönelik eşitsizlik kadının kendi çıkış ülkesinde yaşadığı ağır bir yük. O, yol boyunca taşınıyor ve gidilen ülkeye de taşınıyor. İkincisi, yeni eşitsizlikler de icat oluyor bu yol boyunca. Yani göç kadına yönelik eski eşitsizlikleri hem besliyor hem de yeni eşitsizlikler yaratıyor. Sadece yol boyunca olmuyor, varılan yerde de devam ediyor. Yani çıkış zamanındaki bütün zayıflıklar, bütün güçlükler, kadına yüklenmiş olan bütün zorluklar yol boyunca ağırlaşıyor. Kadının o zamana kadar kazandığı ne kadar hakkı varsa, ne kadar kazanımı varsa yol boyunca kaybediyor. Varış yerinde bunun telafisini yapabileceği, en azından kazanımlarını geri alabileceği bir yeni yapıyla da karşılaşmıyor; aksine yol boyunca kaybetmiş olan yeni sıfatıyla karşılanıyor. Diyelim ki öğretmen bir kadın ya da meslek sahibi bir kadın, kendi ülkesinde de aslında güçlükler ve zayıflaştırma saldırıları altında yola çıkıyor. Yol boyunca bütün statülerini ve bütün kazanımlarını kaybediyor. Varış yerinde de artık tamamen kendi yapısına soyutlanmış zavallı bir mülteci olarak karşılanıyor. Dolayısıyla aslında göç yolu, mültecilik yolu, sığınmacılık yolu ya da göç etme yolu sadece ülkeler arası değil ülke içinde de göç etme yolu ,özellikle kadının ve çocukların bütün kazanımlarını elinden alan ve sonuçta onu sadece varış yerindekilerinin kabul edebileceği kadar insan olmasına hak veren bir yapıya sıkıştıran çok zorlu bir yoldur.

Nelerle karşılaşıyor kadınlar? Pek çok araştırma var. Mesela nelerle hırpalanıyor kadınlar bu süreçte? Cinsiyet temelli bir şiddetle karşılaşıyor. Artık adını böyle koyduğumuz, özel olarak ona karşı yönelmiş bir şiddetle karşılaşıyor. Bir mal olarak görülmeye başlanıyor göç yolunda kadın. Bence bu çok önemli. Bu mal olarak görülme, onu insan olma halinden soyutluyor, insan haklarından soyutluyor; satın almadan, tacize, tecavüze kiralanmaktan ev kölesi olarak çalıştırılmaya, bütün haklarından yalıtmadan bir bedene kadar indirgenmeye giden sürece, bu mal haline gelme kavramı anlatabilir. Aslında bu kavram da değil, bu bir yapı. Dolayısıyla aslında insan haklarından söz ederken kadının ve mülteci kadının insan haklarından özel olarak söz etmemiz gerekiyor. 

Geçtiğimiz aylarda Yunanistan’da Af Örgütü’nün yaptığı bir çalışma var, mülteci kamplarında kalan kadınlarla. Neler istiyorlar, neler talep ediyorlar diye bir sıralama yapıldı. O kadar aslında temel insan hakkı talep ediyor ki kadınlar mülteci kamplarında! Mesela konaklama hakkını talep ediyorlar. Böyle bir hakları yok. Çünkü kadın ya ailesiyle beraber bir bütün olarak alınıyor, eğer yalnız kalmışsa bir yapı olarak alınmıyor. Onun konaklama hakkına başkası karar veriyor. Aile olarak ele alınmışsa, aile içinde ele alınmışsa da, kamp yönetimi de devlet de erkeği otorite olarak kabul ediyor. Kadının ne düşündüğünü ve ihtiyaçlarını asla sormuyor. Erkeğin ne kadar aktarabiliyorsa o kadar aktarabildiğini kabul ediyor ve bu çok işine geliyor.

İkincisi, şiddete yönelik önlemlerin alınması gerektiği söyleniyor. Bunlar talepler. Kadın tercüman ve sağlıkçı talepleri var. Biliyor musunuz mülteci kamplarında, Türkiye’dekiler de dahil olmak üzere, buna Almanya’dakiler de ve Yunanistan’dakiler de dahildir; kadınlar doktora gittiklerinde kadın tercüman talep ettiklerinde bu taleplerinin karşılanamayacağı söylenir. Benim birkaç gözlemim var. Kadın doğum doktoruna giden Suriyeli bir kadın, kendisine sadece Arapça bilen erkek bir tercümanın verildiğinden yakınıyordu. Yani muayene sırasında ve muayene sonrasında kadın sadece Kürtçe bilen bir kadın, sadece Arapça bilen bir erkek tercüman aracılığıyla kendi doğumcusu ile konuşmak zorundaydı. Şimdi bu, göçmen olmanın, göç sürecinde hastalanmanın, hastalandıktan sonra da ayrıca böylesi bir mekanizma ile kendisine işkence edilmesinin katlanmış halinin en sarih göstergesi herhalde.

Bilgiye erişim talepleri var. Hizmetlere tam erişim talepleri var. Kamplarda izolasyon ve izole edilmeye karşı mutlaka önlemler alınması gerektiği talepleri var. Geçim olanaklarının sağlanması talepleri var. Geçim olanakları genellikle erkeğin üstlenmesi gereken bir şey olarak görülüyor mültecilik sürecinde. Kadınlara özel alanların özel olarak desteklenmesi ve kadınların yalnız kalabilecekleri alanların arttırılması talepleri var. Sürekli erkeklerle çevrili bir alanda yaşamak kadınları evin içine kapatıyor ya da barınma yerinin içine kapatıyor ve oradan çıkamamalarıyla sonuçlanıyor. Güvenli ve yasal yollardan başvuru hakkının desteklenmesi talepleri var. Katılmacı planlama talepleri var. Şunu biliyoruz; erkeklerle aynı tuvalete gitmek zorunda oldukları için kamplarda binlerce kadın su içmemeye ve yemek yememeye çalışıyor. Tuvalete gitmemek için… Yanında kendi erkek akrabası olmadan gezebilecek durumda bırakılıyorlar. Bu durum, aslında kamp idaresinin aslında çok hoşuna gidiyor, çünkü mülteciler kontrol edilmesi, hatta savaşılması gereken bir nüfus olarak ele alınıyor. Bir sayı olarak ele anıyor. Dolayısıyla yol sürecinde bütün bu yapı kadını bir mal değerine indirgerken gittiği yerde de bütün haklarından, geçmişten getirdiği bütün birikimlerinden artık sıyrılmış ve sadece tek statüye indirgenmiş bir halde bırakıyor. Sadece yolun çok zorlu olduğunu düşünüyoruz. Oysa bu yolun sonunda gidilen ülkedeki yapı da yolun zorluklarını asla dikkate almadığından, almamak işine geldiğinden sadece birbiri ile aynılaştırılmış bedenlere indirgenmiş bir kadın grubunu bir nüfus olarak yolun sonunda görmekten çok memnun. Yolun sonu da iyi bir son değil. Aynı şiddet devam ediyor.

Uzun süre kamplarda çalıştınız, kamp deneyimlerini araştırdınız. Bildiğimiz kadarıyla Yunanistan’da da bulundunuz. Kamplarda, kadınların maruz kaldığı bunca uygulama ve pratiğe karşın, kadınların yaşamı yeniden inşa etmelerine dair bir gözleminiz ya da anlatabileceğiniz bir anekdotunuz var mı?

Kadının bulunduğu yerde örgütlenebilmesi birkaç şeye bağlı. Bir tanesi geçmişten getirdiği kişisel birikimine bağlı. Aile olarak, sınıf olarak, sınıfsal yapı olarak, eğitim olarak ne getiriyor? O birikimi kampa kadar getirebiliyor mu? Yoldan artık söz etmiyoruz, varış yerinden söz ediyoruz. Artık kısmen de olsa geçici bir kalıcılık da sağlanmış oluyor. Bu geçicilik süreklileştiği için, yani her an yeniden yerinden edilme, tekrar tekrar yola çıkma ihtimali süreklileştiği için kadının aslında son derece güvensiz ve güvencesiz bir biçimde bulunduğu yerde tutunmaya çalıştığını görüyoruz. Kamplar böyle yerler. Kamplar yolun içerisinde geçici ama sürekli kaygı üreten, problem üreten bir alan. İzole alanlar. Şimdi bu izole alanın içinde her an başkaları tarafından tekrar yola çıkma/çıkarılma, gitme kararının verileceği, sizin hakkınızda başkalarının vereceği kararı aylar boyunca beklediğiniz bir yerde kadın olarak tutulduğunuzu düşünün. Akrabalarınızdan uzaktasınız, evin belki de tek telefonu erkeğin elinde ve sizin kendi akrabalarınıza, kendi arkadaşlarınıza en azından acil durumlar için ulaşma şansını veren telefon ücretini ödeme şansınız elinizde yok. Devlet yardımı alma yetkesi erkeğin elinde. Devlet yardımı veya sivil toplum yardımı alan erkek. Dolayısıyla sıkışmış bir durumdasınız. Hiçbir şeye ulaşma şansınız yok. Değil sosyalleşmek, acil durumları bile haber verebilme şansınız yok. Üstünüzde bütün ailenin yükü var. Çocuk hastalansa ya da evdekilerden bir tanesine bir zarar gelse, bunun sorumlusunun tamamen siz olacağınızı biliyorsunuz. Kendi bedeninizi korumak ve kollamak olan sizsiniz kadın olarak ve bunun sorumluluğunun da dışarıya karşı tamamen size verildiğini biliyorsunuz.

Şimdi bütün bu yükün altında nasıl hareket ediyor kadınlar? Bir yapı çıkartabiliyorlar mı ona baktım. Evet, birincisi, geçmişten getirdikleri birikimleri çok önemli onların ve o birikimlerin kendilerini geçmişte nasıl dönüştürdükleri önemli. İkincisi, bu birikimi kendisi ile birlikte taşıyan diğer kadınlarla buluşup buluşamadığı kampın içinde önemli. Üçüncüsü, bunu erkeklere rağmen ve erkeklerin içerisinde bir anlamda nasıl örgütleyebildikleri önemli. Dördüncüsü, dağılma anından sonra da birbirileriyle nasıl tekrar haberleşebildiklerine baktım. Bu da önemliydi. Evet bazı örnekler var. İyi örnekler var. Örneğin geçmişte Kürdistan bölgesinden gelen, örgütlü yapının içinde olmayan ama en azından buna dair bir duyumu olan, ilgisi olan, örneğin Efrîn’de kadın kooperatiflerinin olduğunu fark eden ve buna dair bazı gözlemleri olan, örneğin örgütlü kadınlardan dahi söz etmiyorum. Kürt kadınlarının Diavata kampında 2018’de geldiklerinden 5 gün sonra nasıl birdenbire örgütlenebildiklerini gördüm ben. Getirdikleri örnek, iyinin nasıl yapılabileceğine dair örnek çok önemliydi.

Biraz önce dedim ya neyi getiriyorlar, neyi biriktiriyorlar diye. O işte biriktirme sadece yüksek eğitim falan değil, yüksek eğitimli olmak ya da iyi bir aileden gelmek ya da yüksek statülü bir aileden gelmek değil. O birikim geçmişte kendisine iradesini nasıl kullanacağını, nasıl kullanabileceğini göstermiş olan iyi örneklerle iyi bir biçimde karşılaşmış olmanın bilgisi. Bizim görgü dediğimiz şey.

Bu görgü ile geldiklerinde, ikinci mesele, orada nasıl karşılandıkları. Anarşist bir kadın grubuyla birlikte Diavata kampından birkaç gün çalıştıktan sonra kadınlarla beraber, kendilerine güvenlerinin ne kadar yükseldiğini ve hemen örgütlenebildiklerini gördük. Burada önemli olan dış desteğin onları araçsallaştırarak onlara gelmemesiydi. Biz onları aslında araçsallaştırmadık. Öznenin özne ile karşılaşmasıydı bizim yaptığımız. Biz de bir özneydik, onlar da özneydiler. Bizim için oradaki temel slogan eşitimizle buluşmaktı. Birisine yardım etmek, destek vermek onunla dayanışma göstermek gibi kavramlar değildi. Eşitlerimizle buluştuk. Aynı durumdayken birbirimizin bilgisini alıp verdik birbirimize. Örneğin öğretmen olan arkadaşlar, Yunanistan’da anarşist eğitim kooperatifleri var, oralarda öğretmen olan arkadaşlar kendileri de öğretmenlik yapmış olan, geçmişte öğretmenlik yapan mülteci kadınlarla çok daha çabuk harekete geçtiler. Onlardan bazılarını bazı okullarda öğretmen yapabildiler. Yarı formel biçimde, ama o çıkış yolunu bulabildiler. Aynı şekilde mülteci öğretmen kadınlar da bizim öğretmen kadın arkadaşlarımızın kampa girmesini ve kendi çocuklarına öğretmenlik yapabilmesini sağladılar, kendi kurdukları organizasyon sayesinde. Demek ki bu iş bir karşılıklılıkla oluyor. Yani öznenin özne ile birlikte olması halinde, eşitlenme haliyle oluyor. İkincisi de bu.

Üçüncüsü, neye örgütlendiler diye düşünürseniz aslında çok temel meselelerde örgütlendiler. Bir tanesi beraber konuşarak kimin daha kırılgan olduğuna karar verdiler. Bunu yapmaları çok önemlidir. Bir liste yapmak zorundaydık. O listede, yani kampa yeni gelmiş olan insanların hangilerinin en çabuk bir biçimde desteğe ihtiyacı olduğunu ortak karar vermek zorundaydılar. Herkesin çok kırılgan olduğu bir dönemde, bir durumda, aranızdan hangisinin daha kırılgan ve daha çok ihtiyacı olduğunu sizin seçmenizi istiyoruz, söz basit bir söz değildir. Birçok yeni çatışmaya da yol açabilecek sözdür. Bunu insanların kendi aralarında çatışmaksızın ama konuşarak ve tartışarak bu kadar sürede halletmeleri bizi çok mutlu etti. Onları da mutlu etti aslında. Bunu yapabileceğimizi gösterdi.

800 kişinin en fazla kalabileceği bir kampa 2 bin 400 kişi yığılmıştı. Durum çok gergindi. Erkekler arası kavgalar hemen başlamıştı. O yüzden kadınların bu örgütlenmesi bütün bu yapıyı bir an önce kadınların denetimine verdi. Şimdi bunlar önemli. Geldikleri yerde aslında kendilerine özne olarak yaklaşan bir yapıyla beraber olabiliyorsa kadınlar, gördükleri iyi örnekleri, iyi görgülerini ve bilgilerini yeni duruma taşıyıp beraberce yükseltebiliyor.

Şimdi Yunanistan’da Ritzsona kampında yeni dönem Afgan göçlerinden söz etmemiz lazım. Çok genç bir kadın. 15 yaşındayken Afganistan’dan kaçıp gelmiş, aile desteği yok. Sadece birkaç akrabasıyla birlikte gelmiş. Anne ve baba, yani kendi ebeveyn ailesiyle birlikte değil. İki yıl kampta kapalı ve bütün haklarından mahrum kaldıktan, üstelik 15 yaşında bir çocuktan söz ediyoruz. Bir genç kızdan. 17 yaşında kampta bir kitap yazarak bütün dünyaya sesini duyurmayı başardı. Kampta kadın örgütlenmesini başlatmayı başarabildi fakat onun arkasında gerçekten kendisi ile birlikte hareket edebilen ya da onun kendisiyle birlikte hareket edebildiği genç bir kadın Afgan grubu toparlandı. Tamamen desteksiz, bireysel bir örnek olarak çıkmadı.

Bu tür örnekler sayılı olmakla birlikte bize şunu gösteriyor. Eğer geçmişte de bir görgü ile, iyi bir örnekle karşılaşabilmişse insanlar, -sadece eğitimden ve yüksek statüden bahsetmiyorum; iyi bir örneğin kendi dünyalarına nasıl iyilik getirebileceğini anlayabilmişlerse- geldikleri yerde de bir eşitlik yapısı kurabilmişlerse o zaman mucizeler yaratılabiliyor gerçekten. Kadınlar güçlenebiliyor ve kamp gibi biraz önce sözünü ettiğimiz çok izole, özellikle kadınlara özel olarak aşağılayan ve aşağıya düşürmeye yönelik bir yerde dahi hakikatten tadına doyulmaz çok şey öğreneceğimiz, bizim hayat öğretisi çıkarabileceğimiz örgütlenmeler çıkarabiliyor. 

O yüzden benim söylemek istediğim bir şey var. Şimdi çok farkında değiliz ama hemen herkesin böyle bir yolculuğa çıkması, göçe durması ve hatta mülteciliğe dönüşmesi an meselesi. Orta sınıflığına güvenir insanlar. Benim gördüğüm kadarıyla, benim gördüğüm yollarda çok fazla orta sınıftan insan vardı. Bir devlet totaliterleşmeye görsün, bir yapı otoriterliğe ve mafya yapılara yol açmaya, yol vermeye baksın, anında bütün orta sınıfın banka hesabından üç kuşaklık birikimine kadar el koyarlar, ona çökerler. Bu sadece Türkiye’de olan birşey değil. Bu görebildiğim bütün ülkelerde devlet tarafının ilan edildiği bütün ülkelerde böyle. Dolayısıyla mültecilik an meselesi.

Bir şey daha var. Mülteciler gittikleri yerleri değiştiriyorlar. Yapısal olarak değiştiriyorlar. Düşünsel olarak değiştiriyorlar. Onlarla karşılaşan insanlar değişiyor. Üçüncüsü; çok önemli bir şey. Sendikaların dikkatini çekmek istiyorum, kadın örgütlerinin dikkatini çekmek istiyorum. Hiçbir göç bütünüyle geri dönmüyor. İnsanların ben geri döneceğim diye bir tahayyülleri yok artık. Bütün bu süreç içerisinde o kadar çok baraj aşılmış ki ve öyle çok hayal yıkılmış olarak devam ediliyor ki, gidilen yerde artık yaşanılacak. Dolayısıyla yeni gelenin bizlerle birlikte nasıl yaşayabilecekleri, bizim onlarla birlikte nasıl yaşayabileceğimizi dikkatle gözden geçirmemiz gerekiyor. Şöyle söyleyeyim; mülteciler yeni dönemin işçi sınıfı. Bütün sendikaların, yapıların, bütün örgütlenmelerin buna çok dikkat ederek, bu düşünceyle artık barışarak hareket etmeleri gerekiyor.