Şimal Ülkem Güneş: Fikir devrimine öncülük ediyoruz

PAJK Koordinasyon Üyesi Şimal Ülkem Güneş, sosyalizme ilişkin yaptığı değerlendirmede, demokratik konfederalizmi hedeflediklerini belirterek, “Fikir devrimine öncülük ediyoruz ve bu mücadele büyük bir çaba, özveri, emek ve çaba gerektiriyor” dedi.

PAJK Koordinasyon Üyesi Şimal Ülkem Güneş, Jin TV’deki Xwebûn programında Arjin Baysal’ın sorularını yanıtladı. Programda sosyalizm, kapitalizm ve Kürt Halk Önderi Abullah Öcalan’ın demokratik konfederalizm paradigması ele alındı.

Sosyalizm sözcüğü nereden çıkmıştır?

Başlangıcına bakacak olursak insan varlığı boyunca hep bir değer ve içerik olarak var olmuştur. Belki bir kelime olarak bu şekilde tanımlanmadı. Ama insanlığı çoğu yüzde 98’i kadar bir şekilde sosyalist olarak yaşadı. Demokrasi özgürlük ve eşitlik değerlerine dayalı, yani doğasına uygun bir hayatı yaşadı. Eğer İdeolojik ve felsefi olarak ele alırsak, tarihsel olarak toplumsal yönünü esas aldığımızda doğal bir toplum alarak tanırız. O zaman bunu bu şekilde tanımlayabiliriz. Fakat şu an ki Marksist ve Reel Sosyalizm anlayışları esas olarak doğal toplumsal oluşumlar değil. Örneğin Çin’i ele alırsak ve sonrası toplumsallaşma ve tarih düzeninde sınıfların ortaya çıkışından sonra yani Sümerlerden günümüze kadar olan dönemi örnek alırsak, sınıf örneğini alırsak. Yani devleti kendi başına ele alırsak, yani toplumun düzenini incelemek ve bunun hakkında düşünmek ve konuşmak için devleti kendimize esas alırsak, doğrudur Çin modeli esastı. Bu yüzden sosyalizmin ömrü o kadar uzun sürmedi. Yani 5 bin yıl çıksa da baştan da söylediğim gibi o kadar da uzun olmayacak. Bunun için ideolojik bakış açımıza bağlı olarak sosyalizme yaklaşım değişiyor. Mesela teorik yönüne odaklanırsak, bunu bir ideolojik olarak ya da 19 yüzyılın başlarında politik bir yaklaşım olarak tanımlanır. Yani Robert Owen’in takipçilerine göre 1827 yılında sosyalist kelimesinin ilk kez o dönemde kullanılmış ve kullanıldığını söylüyorlar.

Etimolojik olarak sosyo, halk veya topluluk anlamına gelen Latince bir kelime olup, sosyalist ya da kominalist ya da toplumsal anlamında ele alındığında, yani halkın haklarını kabul eden, ya da halkın kendi amaçları için egemenlik kuran bir ideolojik ya da yöntem olarak bu anlamda ele alınabilir. Robert Owen’in takipçileri için neden böyle bir tanım yapılıyor? Döneme odaklanırsak 19. Yüzyıl başları yani kapitalizm Avrupa’da, özellikle İngiltere ve Hollanda’da bir patlama yaşadı. Diyelim ki sistemde çok büyük bir kriz yaşandı. Sanayi gelişti. İnsanlar kırsaldan metropollere taşınıyor. Açlık var. Göç var. Adaletsizlik ve çok fazla sömürü var. Yani toplum ahlaki ve siyasi açıdan birçok yanlış bilgiye maruz kalmış, ahlaktan, kültürden ve kimliğinden uzaklaşmıştır.

Düşününki doğduğunuz, büyüdüğünüz üzerinde kültür inşa ettiğiniz topraklar, sanayinin, fabrikaların, tekstilin burjuvazi gibi bir parçanın ya da küçük bir grubun, tüm gücü ya da gücün egemenliğine girmesiyle birdenbire daha da gelişti.  Üretim araçları, ham maddeler bir grubun eline geçmiş şehirlere, metropollere yerleşmişler ve kendilerine daha fazla işçi istiyorlar.

Çok kısa sürede daha fazla ürün getirip bir seferde dağıtıyorlar. Bu da küçük tüccarların bundan etkilenmesine neden oluyor. Topraklarında çalışan insanlar da bundan etkileniyor. Yani topluluk ekonomisi, komünal ekonomiyi öldürüyor. Sınıfın kendisi de gelişmiştir. Bu da kapitalizmin onun üzerinde büyümesine olanak sağlar. Yani kimisi kazanıyor, kimisi düşüyor. Yani küçük bir kesim daha büyük bir kesim üzerinde otoritesini kullanıyor. Daha fazla kar elde edip onlara iş buluyor. Sistemlerini bu temel üzerin kurmuştur.  Bu toplum ahlakının giderek değişmesini, toplum yaşamının değişmesini mümkün kılacaktır. Evlerini ve topraklarından bu şekilde ayrılma oluyor. Çünkü metropollerde yaşamak ailenin farklı sorunları, farklı ihtiyaçları ortaya çıkarıyor. Açlık olduğu ve kar az olduğu için insanlar artık kendilerine bakamıyor, hırsızlık gelişiyor. Kadınlara neredeyse bir meta olarak bakılıyor. Cinsiyet temelinde kadınlara yaklaşım var. Cinsel bir araç olarak yaklaşıyorlar. Kadınlar fuhuşa teşvik ediliyor. Erkeklere hizmet için kadınlar üzerinde çok fazla baskı var. Özelikle ne oldu: Toplumsallaşmayı teşvik eden, toplumsal ve demokratik değerleriyle toplumun ahlakını yücelten, toplumun düzeyini belirleyen kadındır. Bu nedenle kadınlar genel olarak toplumdan dışlanmış, öldürülmüş ya da ev ve çocuklarla sınırlandırılmıştır. Bu da kişilikte büyük çarpıklıklar yaratır. Mesela o süreçte 1789’da Fransız ihtilali ve cumhuriyet krizi yaşanıyor. Birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü cumhuriyetler dönemi oldu. Buna karşı İngiltere 7 yıl sürecek bir savaş başlattı. Bu arada Fransa’da Napolyon’un seferleri gerçekleşti. Zaten çok büyük bir savaş başlamıştı. İspanya İtalya’yı işgal etmişti. Faşizm ve liberal fikirler öne çıkmıştı. Buna karış kadınların, işçilerin ve ütopik sosyalistlerin öncülüğünde Paris komini gerçekleşmişti. Yani hem fikri yönde, hem de zihinsel ve sistemsel tarafta kültürel ve askeri taraflarda gelişmeler ve arayışlar var. Tam bu dönemde Karl Marx ve İngiltere’de geliştirilen ütopik sosyalistlerin geliştirdiği bu sosyalizm düşüncesi, Marx tarafından bilimsel açıdan tanımlanmıştır. İngiliz politikasının gerçek ekonomik düşüncesi; Alman diyalektik materyalizmi, Fransa’nın ütopik sosyalizmi ve sınıf sosyolojisi bunu bilimsel sosyalizm adına sentezliyor ve ortaya koyuyor.

-Bazıları gerçek sosyalizm, bazıları da bilimsel sosyalizm diyor. Ya da Marx ve Engels’in öncülüğünde gerçekleşen ve başarısız olan sosyalizmi ele alalım. Ama ondan önce somutlaştırmak gerekir, çünkü bahsedilince sanki ütopik geliyor. Yaşanmamış, sadece hayal ettiğimiz ve yaşamak istediğimiz gibi görünüyor. Biraz doğal toplumdan bahsedebilir misiniz? Doğal toplum nasıl nasıldır? Nasıl yaşardı? Siz bunu köylerden ya da Kurdistan’da örneklerle anlatabilir misiniz? 

Tabi ki siz sorunuzda insanlığın sosyalizmi nasıl yaşadığından bahsetmiştiniz. İnsanoğlunun toplum olarak yüzde 98 oranında demokratik ve komünal bir şekilde yaşadığını söylemiştik. Örneğin Marks ve arkadaşları bu dönemi ilkel dönem, yani geri kalmış, sosyalleşmesini tamamlamış bir dönem olarak tanımlıyorlar. Çünkü bu doğada var ve kendine ait bir totemi var. Diyelim ki her şeyi canlıdır. Animist bir yaklaşım vardır. İnsanın doğa ile ilişkisi özünde simbiyotiktir. İnsanlar doğayı, doğanın da insanları etkilediğini söylüyorlar. Yani hiçbir şeyi nesne olarak görmez. Her şeyi kendi parçası gibi görür ve her şeyi aynası gibi görür. Ağaçlarda, taşlarda, yıldızlarda, suda, güneşte ve ayda kendi varlığını görür. Bunun insan bedenini ve psikolojisini etkilediğini bilir. Yani insan henüz topluma ve doğaya yabancılaşmamıştı.

Marx’ın kendisi şöyle diyor: “İnsan ilk yabancılaşması doğaya karşı yaşadı.” Kendisi çok önemli tespitlerde bulunmuş. Zaten bir filozof olarak vardığı sonuçlar sosyalizmi ilerletmiş ve insanı hayrete düşüren sonuçlar üretiyor. Doğal toplumun göz ardı edilmiş olmasının durumunu tanımlıyor. İlk yabancılaşma isminde bir kitabı var. Yani insan, toplumun doğadan nasıl koptuğunu, neden koptuğunu, insanın doğa üzerinde egemenliğinin neden geliştiğini, neden kendisini nesne, doğayı da nesne olarak gördüğünü ortaya koyuyor. Bu konuda çok araştırma yapıldı ancak nasıl sonuçlar çıkardı?

Sonuçta insanın doğa üzerindeki egemenliğini, yani sosyalizm ilan etmesi için insanın iktidarda olması gerektiğini söylüyor. Neden? Çünkü ilmi yaklaştığı için pozitif bir bakış açısına sahiptir. Yani olguyu kendine mal eder. İnsan olarak yalnızca canlıları görür.  Örneğin ekolojik yaklaşımlarda çok zayıf, daha çok endüstri ve sanayi övülüyor. Kapitalizmi daha çok sol ve Marksistler eleştirmiştir. Ancak onlar anarşistler kadar bunu reddetmiyorlar. Kapitalizmi daha çok ileri bir sistem olarak görürler. Örneğin feministleri karşılarında bir engel olarak görüyorlar ve kadın özgürlük mücadelesinin sosyalizmin önüne geçmesini engelliyorlar. Yani genel olarak kadınların, kadın ve erkeklerin özgürlüğü meselesi sınıf mücadelesinin önünde gelmelidir. Toplumda kadın cinayetleri genelde olumlu karşılanır, çünkü sermaye de insanlık tarihinin cinayetler tarihi olduğunu söyler. Bunu sadece bir gerçek olarak görmüyor, buna inanıyor. Bunun gerekli olduğunu söylüyor. Dolayısıyla başlangıca dönersek buzul çağından 20 bin yıl önce toplum dördüncü buzul çağından sonra 12 bin yıl öncesine kadar insanlar sürü halinde yaşıyordu. Şu an ki ailelerimiz anlamında ama biraz daha büyük. Çünkü aile henüz devletin teşkilatının küçük bir hücresi olarak var değildir. Yani otorite, baskı ve hiyerarşi düşünce yoktur. Yine de kadınlara bakış mal bakışı gibi değildir. Onun için tarihe bugünün gözüyle bakıp suçlamayalım. Aksi halde Marksistlerle, sosyalistlerle aynı hatayı yaparız. Her şeyi dönemine göre değerlendirelim. O günün şartlarına göre sayıları 30-35 civarına olan aileler(insanlık) binlerce yıldır yaşamış. Her kabile bir fikir etrafında açlıktan ölmemek, yaşamak ve geçimlerin sağlamak için birbirlerine yaklaşıyorlar. Doğal afetlere, hayvan saldırılarına karşı kendini korumak için bir toplum oluşturmuşlar. Gerçek şu ki insan sosyalleşerek güçlenir, sosyalleşerek kendini devam ettirebilir ve tanımlayabilir. Bu şekilde ihtiyaçlarını daha güçlü ve hızlı çözebilir. Bu nedenle o zamanın şartlarında analitik zekâ bu kadar gelişmemişti ve şimdiki gibi bir sistemde yoktu. İnsanlar el ele vererek, birbirlerine destek oldular. Tek başına bir sınıf yoktur. O dönemde kadın zekâsı ve insanlara muamelesi, kadın düşüncesi, akıl ve duygularıyla, manevi ve ahlaki güçleriyle öne çıktı. Siyaseti inşa ve yönetmesini de sağladı. Binlerce yıldır kadınlar yaşamı ve insanları yönetiyor. Onun için o dönemin temel taşının kadın olduğunu söyleyebiliriz. Neolitik Çağın doğuşundan 2 bin yıl önce, Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki bu topraklarda insanlık ortaya çıkmış. Hangi medeniyetin, hangi araçlarla, hangi yöntemle, medeniyet olarak, insanlık ve toplumsallaşma olarak ilerlediği araştırılmaktadır.  Örneğin kurdukları köyler, geliştirdikleri tarım yöntemleri, yapılan su kanalları, sanayi ve savaşta kullandıkları aletler bunların başlangıcı Neolitiktir. Neolitik çağın öncüsü kim? O bir kadın, bir anne ve bir tanrıçadır. Onun tanrıça diyoruz. Belki artık tanrıçalar yok ama artık kadın filozoflar var. Toplumlar, animist yaklaşımı nedeniyle manevi olarak, sanki kadın da olağanüstü manevi bir güç varmış gibi, yani kadının yaratıcılığı, doğal duygusu ile geliştirdiği inisiyatifi kabul etmiş ve kadına kutsal bir bakışı oluşturmuş. Yani kutsaldır. Bu değerlendirmeler ışığında şimdi nasıl bir toplum var? Öyle bir toplum ki özel mülkiyeti yoktur. Küçük ve yoğun bir aile oluştuğunda ne erkek kadını evinin sahibi yapar, ne de kadın erkeği evinin sahibi yapar. Çocuklar kimsenin otoritesine girmez. Tek bir cinsiyete göre yönetilmezler. Maddi değerler meselesi kimseye ait değil, tartışılmaz. Mesela mali yönetim açısından kimse benimkinin diğerinde fazla olması gerektiğini söylemiyor. Yani bu fikir henüz topluma girmemiştir. Çalmak, çok kazanmak, çok çalışmak, kimine can vermek, kimini kendine köle etmek, kiminin hakkını yemek, kiminin yaşam tarzını küçüksemek diye bir şey yoktur. Toplum her haliyle canlı, şiirsel ve renklidir. Demokrasi özgürlük, eşitlik adalet şimdi diyorlar ki o dönem yaşanmış ancak isim olarak tanımlanmamıştır. Toplum genel olarak komünaldir. Sosyalist değere sahiptir. Çünkü sosyalizm, toplumu koruyan, geliştiren değerlere sahiptir. Sümer uygarlığına kadar ve ilk devlete kadar bu topraklar üzerine kurulan yönetimler, rahipler Ziguratlar öncülüğünde cinayetler, sınıf ve kölelik gelişir. Feodalizm dönemiyle birlikte hanedanlar gelişir ve peygamberler günümüze kadar gelişir. Bunlar ortaya çıktıktan sonra durum değişiyor. Ondan önce hayat genel olarak sosyalist ve komünal, herkes bulunduğu yerden ve halinden memnun. Herkes birbiri için yaşıyor. Sosyalizm ahlakında da bu mevcut. Sosyalizmin böyle ahlaki ve felsefe görüşü var. Hiç kimsenin bir başkası üzerinde üstünlük yetkisi yoktur. Peki neden yapısal sosyalizm devletçiliğe dönüştü ya da şimdi Marksist olmadığımızı söylerken Marksizm’e de karşı çıkmıyoruz. Neden Marksist değiliz? Çünkü Marksizm ve bilimsel sosyalizm aynı şey oldu. Bu durum yaşandıktan sonra Marx ve Engels bir çalışma yapmış ve sonunda bir sentez oluşturmuşlardır. Özelikle 1871 yılında Paris Komünü kurulup, 71-72 gün ayakta kalıp, sonra çökünce böyle bir ders çıkarması, proletaryanın iktidarı ele geçirdiğini ama kendisini mutlak kılacak bir mekanizma ve sistem olmadığını söylediler. Kendisini mutlak kılmıyordu. Proletarya, devletin ve ordunun elindeki yetki ve araçlara sahip değildi. Devam edemedi ve genellikle tarihi bu şekilde izledi. Kapitalist sistemi bu kadar eleştirmelerine rağmen onu modernitelerden çok daha ileri görüyorlar ve eleştirmiyorlar. Medeniyeti nasıl ele aldıkları bulanıktır. Medeniyetin demokratik yönünü görüp görmediklerini bilmiyoruz. Örneğin Önderlik soruyor: “ Marks gibi bir dahi nasıl medeniyetin ikiye bölündüğünü görmemiştir”  İnsanlığın başlangıcından günümüze kadar ana uygarlık ve merkezi uygarlık hep var olmuştur.  M.Ö 5 bin yıl önce Sümerlerin kentleşme ve devletleşmesi sonucu bağlantısı kesildi.  Başka bir deyişle devletçilik ve kapitalizmden oluşan kapitalist uygarlığın, temelini Sümerlere dayandırırsak. Bunun ömrü 5 bin yıldır.

Kaderci bir anlayış da var. Yani kapitalizmi doğal bir şey olarak görüyorlar o yüzden mi eleştiriler gelişmemiş?

Kapitalizmi ilerlemiş olarak çok da kabul etmiyorlar. Örneğin tarihte sosyalleşmenin nasıl geliştiğin, önce komünalizmin, sonra köleliğin, sonra feodalizm, sonra kapitalizmin yaşanması gerektiğini söylüyorlar. Avrupa’da kapitalizmin canlandırılması ve zirveye ulaşması, proletarya ona karşı mücadele etmeli, iktidarı ele geçirip burjuvaziyi oradan uzaklaştırmalı, proletarya iktidarı alacak, sosyalizmi ilan edecek, sosyalizm mücadelesi ve çalışması ile komünizmi inşa edecektir. Yani komünizm için sosyalizm, sosyalizmin de yaşanabilmesi için de kapitalizm yaşanması gerekir. Yani zorunluluk görür, tarih doğrudur, pragmatist topluma o kadar statik yaklaşır ve öyle görür ki, o kadar çok nesneyi canlı bir şeymiş gibi değil, yani mücadele ile sizin anlattığınız yöntem ile ele alır. Kullanılmış, bunu organize etme şekli. Bu daha fazlasını elde etme mücadelesiyle ilgili olarak bunun gerekli olduğunu söylüyor. Öncelikle kapitalizm bu kadar ileri iken doğal toplum yani insanlığın yüzde 98’i doğal bir şekilde yaşamıştır. O dönemde doğal toplum en zalim toplumdur, en geri toplumdur ve en barbar toplumdur. Bu nedenle kölelik doğal toplumdan, feodal toplum ise köle toplumundan gelişmiştir. Kapitalizm feodal toplumdan daha ileri düzeydedir. Sosyalizm kapitalizmden farklıdır. Sosyalizmin ve komünizmin yaşaması ve gelişmesi için tüm toplumun süreçten geçmesi gerekmiyordu. Medeniyet nehri başka türlü akabilirdi. Neolitik örneği yok olmayabilirdi. Sümerlerde devlet hiç ortaya çıkmamış olabilirdi. Bu ideolojik açıdan bir zorunluluk değildi. Mesela Neolitik’in bir adama yenilmesi gerekmiyordu. Enki, Gılgameş, Marduk kazanırdı. Üç büyük dinin, üç İbrahimi dinin ortaya çıkışına bakalım. Çünkü nehirin akışı çoktan değişmişti. Bu sistem karşıtı hareketlerin sonuçları devrimci ahlakın sonuçlarıydı. Hepsi toplumu değiştirmek istiyordu. Topluma yapılan haksızlıkları, toplumun bölünmesini, kadınlara yapılan baskıları, hiç yaşanılmayan hayatı iyi yönde değiştirmek istediler. Ancak hedeflerine ulaşamadılar. Şimdi Marksizm de aynı hatayı yaptı. Tarih analizlerinden biri yanlıştı. Pozitivistler ve pragmatistler toplumu yaklaşımı, toplumu bir nesne olarak görüyorlar. Sınıf temelinde, sınıfı ileri bir şey olarak görürler. Doğayı canlı görmüyorlar ve özelikle kadınların mücadelesini, ekolojistlerin mücadelesini, etki kökenlerin, inançların, doğal yaşayan insanların mücadelesini geri kalmışlık olarak görüyorlar. Önlerinde bir tuzak olarak görüyorlar. Modernleşmeleri gerektiğini söylüyorlar ve onlar modernist. Dikkatli bakarsak, onlarla aramızdaki fark, bilimsel sosyalizmin liderlerinin tamamının aristokrat ailelerden gelmesidir. Yani onların aileleri ve burjuvadır. Mesela konumuz anarşizm değil. Krapotkin’den Bakunin’e, Prodon’a hepsi üst sınıftan geliyor. Yani açlık yaşamamışlar, çalışmamışlar, ezilen bir toplamda yaşamamışlar ve hepsi erkek. Roza Luxemburg’un yorumunun bu kadar derin ve doğru olmasının nedeni budur. Marx’a sorar “ Kapitalizm sürecinin yaşanması gerektiğini söylüyorsunuz. Bütün toplumun bu süreçten geçmesi gerekiyor. Ama bütün toplumun kapitalist olması mümkün değil. Eğer bütün toplum kapitalist olursa o zaman kim ayağa kalkıp ona karşı mücadele edecek?”  Roza Luxemburg’un bir kadın olarak bu kararlılığı onu gerçeğe daha da yaklaştırıyor. Daha doğru düşünüyor. Belki kimliğinden ya da bir kadından geliyor. Dolayısıyla grupları bir araya getirirsek tarihte kadınların öncülüğünde pek çok sosyalist, demokratik ve toplumsal hareket ortaya çıkmıştı. Neolitik döneme kadar doğal toplumun tüm tanrılarını miras olarak alırsak, ondan sonra Zerdüşt’ün yeryüzünde ortaya çıkmasından sonra Sokrates, Erasmus, Bruno, Thomas Mor gibi Engizisyonlarda yargılanıp mahkûm edilenleri sayarsak, zehirlenerek öldürülen Sokrates gibi derisi kemiklerinden ayrılan Bruno. Toplumda gerçeği koruyanlar bunlardır.

Orta çağda yakılan tüm rahipler, kadın peygamberler, İbrahimi peygamberler ve şu anda Kurdistan dağlarında işgale karşı özgürlükleri için mücadele eden tüm savaşçılar, hepsi sosyalizmin takipçileridir. Yani hiç yok olmadılar. Bazen mücadele yükseldi, yayıldı. Bazen uluslararası alana yayılarak küreselleşti. Ancak bazen yetkililere karşı çıkıp, geri kalmak zorunda kaldı. Mesela Şeyh Bedrettin cemaatçiydi, demokrattı, sosyalistti ama sosyalizm demiyordu.  Başka bir deyişle Karmatiler 200 yıldan fazla Irak topraklarında ortak bir sistem sürdürdüler. Kimse kimseye ait değil ve komünal, sosyalist bir toplumda yaşıyorlar. Ya da uğruna kolları, bacakları ve başı kesilen Babek ya da Cawidan ya da Mazdek hareketi. Önderliğin deyimiyle “Mâni Sasanilerin kapısında katledilmeseydi. Ortadoğu’nun Rönesansı Mani’nin öncülüğünde gelişirdi.” Çünkü o dönemin dinleri ve inançları arasında bir sentez oluşturmuştu. Tarihteki bu hareketleri genel olarak sosyalist hareketler olarak tanımlayabiliriz.

Sosyalizmin tanımlanması belki de 200 yıldır yapılıyor. Siz de insanlığın başlangıcından beri bu mücadelenin yürütüldüğünü söylediniz. Şimdi kısaca sormak istiyorum. Yeni paradigma çerçevesinde hareket olarak kendinizi sosyalist olarak görüyor musunuz? Önder Apo, Marx ve Engels’in felsefesinden çok yararlandığını söyledi.  1999’dan beri ideolojik, siyasi ve askeri mücadelelerinizi bu temele dayandırdınız, ancak yeni bir paradigmaya geçtiniz. Bunun sebebi neydi? Birçok taraf eleştirdi, sosyalist çizginin dışına çıktığını söylediler. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sosyalizm konusu derin ve geniş bir konudur. 45 gün boyunca 45 dakikaya bunu tartışmak yeterli olmayacaktır. Sosyalizm ortaya çıkışı ilk başta bir hayal gibi görünür ve sisteme karşı çıkar. Başlangıçta, hatta 1845’te önce Marx çıkış yapmadan önce, sosyalistler iki gruba ayrılmış ve bu devam ediyor. Mücadelelerini sendikalar aracılığıyla yürüterek, siyasi partiler kurarak ve bu temelde, işçilerin mücadelesini kazanarak, haklarını koruyarak, durumlarını ve koşullarını iyileştirdiler. Bazıları sosyalizme devrim ile ulaşılacağını söylüyor. Bunun içinde araçlarımızın devrime uygun olması, yani sistemde değişiklik yapılması gerektiğini söylüyorlar. Siyasi partiler ve sendikaları destekleyen sosyalistler bugün varlığını sürdürüyor ve sosyal demokrat olarak anılıyor. Devrimciler ise hareketten çok sisteme karşı. İşte o zaman onların temelde moderniteye karşı değil. Kapitalizme karşı olduklarını söylüyor. Bu çelişki hem sosyalizm sorunun hem de sosyalizmin diğer hedefinin değişmesine, sosyalizm için ulaşmak istediği araçların değişmesine olanak sağlar. Özgürlük hareketimiz için de aynı şey geçerli. Avrupalılar gibi başlamak mecburiyetinde değiliz. Hareketimiz başlangıçta Marksist-Leninist olduğu doğrudur. Ama PKK kuruluşunun başlangıcından bugüne kadar Önderlik sosyalizm üzerine araştırmalar yapıyor. Sürekli yeni araştırmalarını dile getiriyor. Sosyalizmi paradigma açısından demokratikleştirmek istiyor. Yeni demokratik, ekolojik ve kadın özgürlüğü paradigmamız çerçevesinde ideolojik yaklaşımlarımızı demokratik ve sosyalist olarak ortaya koyuyoruz.  Demokratik sosyalist ideolojiyi savunuyoruz. Ama siyasi olarak sistem olarak demokratik Konfederalizmi hedefliyoruz.

Yöntem, sosyalistlerin dediği gibi bazen savaş, bazen barışa, bazen müzakere ile götürülür. Yani devrimci halk savaşı için kullanılabilecek her yöntem bizim için esastır. Bu devletçilik değildir. Yani demokratik sosyalizm devleti kendisi için hedeflemez. Artık gerçek sosyalizm, Lenin’in 1917 yılında Rusya’da devrimi yenilediği bilimsel sosyalizmin uygulamasıydı. Sonra Çin, Arnavutluk da kabul etti. Yani Asya’da birçok ülke, yani dünyanın üçte birini etkilediler ve milyarlarca insan bu sistemi seçti. Ancak 90’lı yıllara doğru geriledi ve yıkıma gitti. Neden böyle oldu?  Amaç devletse, eğer devlete doğru gidecekseniz devlet olmanın araçlarına sahip olacaksınız.

Mesela kapitalizmin varlığının krize bağlı olduğunu, kriz olmazsa ayakta kalmayacağını, devletinde ayakta kalmayacağını söylüyoruz. Bu nedenle Rusya’da gerçekleşen sosyalizm, ilk olarak sosyalist bir sistem kurduğu için bu şekilde tanınıyor. Yani reel sosyalizm, o anlamda gerçekleşen sosyalizm 70 yıldır ayakta duruyor. Bu büyük bir miras. Bunu kendimiz için büyük bir miras olarak görüyoruz ve sahip çıkıyoruz. Aynı zamanda demokratik medeniyetin güçleri, yani demokratik modernliğin bir bileşeni olarak görüyoruz. Ancak reel sosyalizmin kendini yenilemesi, eleştirmesi ve eleştiri yapması gerekiyor. Tarih, toplum, hayat, kadın mesela, nerede yanlışların yapıldığı, küçümsendiği noktalar üzerinde durulmalıdır. Bunun eleştirisi bu ülkedeki anarşistlerin örneğini yaratmadı. Dinamik olan ve arayış içinde olanlar feminist kadınlardır. Yenilik için, açıklık için yani yeni sorunların ya da yeni çözümlerin ortaya çıktığında hep kendilerini araştırmaya koyuyorlar. İdeolojik açıdan kadınlar her zaman mücadelenin içinde değil. Eksikleri olsa da yani kadın özgürlüğü konusunda tüm sorunlara cevap vermiyorsa hala cevap vermiyorsa bir gelişme içindedir. Ama anarşizm için, sosyalizm için, komünizm için bunları söyleyemeyiz. Sonunu kadar kalıpçı ve pozitif yaklaşıp otoriteyi kabul ederler. Dolayısıyla 1999’dan itibaren paradigmamız değişti. Devletten ve amacından kurtuldu. Yani değişim bu ülkede yaşandı. Yani sosyalizmden vazgeçmedik ve sosyalizmi koruyan, destekleyen, yani onun eksik tarafını eleştiren, ilerleyen bir hareketi savunuyoruz.

Mesela “Sosyalizmde ısrar, insanlıkta ısrar” denilir.  Sosyalizmden şüphe etmek insanlıktan şüphe etmektir. Bunlar ayın zamanda Önderliğin sözleridir. Sosyalizm fikrinden ve amacından şüphe edemezsiniz. Eğer bunu yaparsanız kendinizden şüphe etmiş olursunuz. Beğensek de beğenmesek de katılsak da katılmasak da uğruna mücadele etsek de etmesek de sosyalizm toplumda yaşanır. Sanki herkes Paris’te, Londra’da, İstanbul’da yaşıyormuş gibi doğal toplumda da bu değer vardır. Hayat yaratır.  Cemaatin yüzde 90’ı hala köylerde küçük kasabalarda yaşıyor ve kendi aralarında bunu yaşatıyorlar. Geneli sistem ile birleşmemişler, ulusal devletlerin sistemlerin ayakta kalması için değil. Doğal yaşamın bir üyesi gönüllü kölelik yapma, yani toplumun bu şekilde devlete ihtiyacı yoktur.

- Önder Apo 5’inci savunmasında reel sosyalizmden bahsederken, eğer koşullar devrim için uygunsa sosyalist yaşamı inşa etmenin iyi olduğunu söyler. Devrim güçlü bir avantajdır, ancak sosyalist bir yaşam inşa etmek için devrimi beklemek gerekli değildir.  Rojava örneğinde yola çıkarsak, Kuzey, Güney ve Doğu’nun Konfederal sistemlerini kurması ve sosyalist şahsiyetler gibi yaşaması için Rojava gibi bir devrim olmasını mı beklemeleri lazım?

Paradigmanın değişmesiyle birlikte devrime ve devrimciliği yaklaşımda değişti. Yani hayatın paradigması, iletişim, devrim ve savaş araçları değiştirilerek, bunların hepsi yavaş yavaş bir değişimi girmiştir. Yani sadece zihinsel yönden değil. Biz devrimimizi böyle yapıyoruz. Yani düşünce ve eylemlerin bir arada olması gerekiyor. Evet, zihinsel açıdan devlet hedefinden uzaklaştırıldı, hayatın demokratikleşmesi, hayatın sosyalleşmesi, toplumun sosyalleşmesi esas alındı. Bu aynı zamanda toplumdaki komün ve meclislerin gelişmesinde de temel bir şekilde değerlendirilecektir. Ancak sosyalist olarak yaşamak için devrim yapmanıza gerek yok. Eğer böyle düşünüyorsanız gerçek bir sosyalistsiniz demektir. Sosyalizm kadınlara nasıl yaklaşıyor? Kadın sorununu, sosyalizm hayata geçtikten sonra çözüleceğini söylüyor. Devrim olduktan sonra kapitalizm yıkılır, sosyalizm gelir. Kendisi için birincil bir sorun görmüyor. Yani kadınların kendi özüne dönmesi, kimliğine kavuşması esas sorun değil. Onların doğası kimliğine dönmesi onlar için sorun değil. Çin, proletarya ve işçiler olarak çok ilerledi. Bu onların gözlerini kör etti. Başlangıç olarak Çin’de herkes işçi olması lazımdı. Herkesin proletarya olması gerekirdi. Onun için bütün konuşmalarda, sloganlarda, mitinglerde, reklamlarda işçi her şeydir. İşçiyi o kadar övüyorlar ki, kadın evde ezilse de bunu iş bile saymıyorlar. Bu sefer bütün kadınlar fabrikalara yerleştirilip çalıştırılıyor. Yani kadınlar sosyalizmin niteliğine kavuşacak. Erkek olarak makinelerin kontrolüne girerse ne yapacağı belli değildir. o döngünün içinde çalışırsa yeni bir insan olur ve bu şekilde mücadelesini verir, böyle bir mantık yanlıştır.

Ama demokratik sosyalizmde bizim paradigmamızda ya da yaklaşımımızda diyelim ki, hayatta devrim her zaman yapılır, yani hayattaki her an, her adım, her düşünce, her eylem bir harekettir ya da bir duruş ve tavır olsun ister bir sosyalist. Yani hem kadın-erkek ilişkilerimiz, hem de parti içindeki kadın-erkek ilişkilerimiz, halkla ilişkilerimiz, çalışmalarımız, tavrımız, düşüncemiz, hayallerimiz genel olarak sosyalisttir. Yani ahlaki ve politik bir toplum inşa etmek, komünal ve meclisler temelinde demokratik konfederalizm sistemini inşa etmek için önce bunu kendi içimizde inşa etmeliyiz.

Yani PKK ve PAJK gerçekliğine göre partimizde devrimin prototipinin ya da sosyalizm düşüncesinin öncelikle militanlarda oluşturulması gerekiyor. Bir militan tek söz, tek ırk felsefesiyle yaşamıyorsa, düşüncelerinde özgür yaşamıyorsa, karşı cinse eşitlik ve özgürlük temelinde yaklaşmıyorsa, cinsiyetçiliği yenmeyen kişi, militan ya da kadro, partili ve devrimin öncüsü değildir. PKK aslında mücadele sırasında devrim içinde devrim yapıyor. Amacımız devlet kurmak değil yani kimse bizden bir yerde devlet kurmamızı beklemesin. Ama herkesin gördüğü gibi Rojava Kurdistan’ında daha birçok yerde onun yansıması yaşanıyor. Ahlaki ve siyasal ilkeler üzerinde yaşayan, günümüz toplumun kendi kendine örgütlediği ve sonuna kadar özgür olduğu ilkeler üzerinde yaşayan, kadın-erkek eşitliği özgürlüğü elbette aynı anda yaratılmış bir toplum. Yani BAAS Rejimi Rojava’da çıkarıldığında toplum bir anda demokratik olmadı. Erkekler feodalizmden ve gerici tutumlarından kurtulmadı. Kadınlar kölelikten bir anda kurtulamadı. 5 bin yıllık erkeğin monarşiye, devlete, sınıfa, cinsiyetçiliğe ve tecavüz kültürüne dair algısı, yetiştirilen kadın bir günde, on yılda da değişmez. Yani hep kendi içinde bir mücadele yaşayacak, eksiklikler olacak, çizgiler olacak, mesela çizgiler oluştuğunda bazıları çok büyütüyor. Devrim yapıldığını söylüyor. Bir yılda bir şeyler değişseydi, doğası gereği gerçek bir devrim olmazdı.

Amacımız doğal toplum içinde yaşanan doğaya geri dönmek olduğunu ve bunun rahat olmayacağını da daha önce söylemiştik. Bu devrimci zihniyeti kısa sürede hayata geçirmek zorunda değiliz. Zihinsel devrimlerin zamanı çoktan geldi. Kesinlik bir zihinsel devrime ihtiyacımız var. Başlangıçta kadın özgürlük hareketi olarak amacımız da bu ve Kurdistan Özürlük Hareketinde de böyle bir rol oynuyoruz. Yani fikir devrimine öncülük ediyoruz ve bu mücadele büyük bir çaba, özveri, emek ve çaba gerektiriyor.  O yüzden diyelim ki biz gerçek sosyalist değiliz, ama 70 yıllık bir geleneğin korsanıyız. Reel Sosyalizmi ve 200 yıllık en uzun mücadeleyi insanlık tarihinde kapitalizmin sistemine karşı bir hareket ve ideoloji olarak bilimsel sosyalizmi vazgeçilmez bir miras ve ittifak olarak görüyoruz. Demokratik sosyalizmi eleştirerek ve geliştirerek geliştirmeyi hedefliyoruz.