Medya Haber Televizyonu’nda yayınlanan özel bir programda konuşan PKK MK Üyesi Hêlîn Ümit, Önder Apo’ya yönelik uluslararası komplonun yıl dönümü, İmralı’da adasında gerçekleştirilen görüşmelerin ardından yaşanan süreç, gerilla alanlarına devam eden saldırılar ve Türkiye ve Kürdistan’daki operasyonlar ve tutuklamalara yönelik değerlendirmelerde bulundu.
Önder Apo ile İmralı’da yapılan görüşmelerin içeriği konusunda artık Kürdistan Özgürlük Hareketinin bilgisi olduğunu belirten Ümit, şu anda önemli olanın Önder Apo’nun durumu olduğunu ifade etti.
Önder Apo’nun İmralı sistemi içerisindeki durumunun netleşmesi gerektiğinin altını çizen Hêlîn Ümit, bu konuda bir gelişme olması gerektiğini vurguladı. “Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü ve özgür çalışır hale gelmesi, eğer bir gelişme olacaksa, en temel gerekliliktir” diyen Ümit, artık İmralı Soykırım Sisteminin sonuna gelindiğini söyledi.
“Bu sistem böyle devam edemez; ortadan kalkması lazım. Bahsettiğimiz bir sistem meselesidir, mekan tartışması değil” şeklinde konuşan Hêlîn Ümit, Önder Apo’nun ancak bu gelişmenin ardından sürecin geri kalanı pratikleştireceğini ifade etti.
PKK Merkez Komitesi Üyesi Hêlîn Ümit’in değerlendirmeleri şu şekilde:
“Ben öncelikle, bir kez daha Önder Apo’yu tüm yoldaşlarım adına sevgi, selam ve özlemle selamlıyorum. 26 yıl tamamlanıyor, 27. yılına gireceğiz Uluslararası Komplo’nun, daha doğrusu 15 Şubat Komplosu kara gününün. Bu geride kalan süreç gerçekten birçok yönüyle değerlendirmeyi gerektiriyor. Aslında biz bu değerlendirmeyi hep yapıyoruz, her yıl yapıyoruz, neredeyse her gün yapıyoruz. Çünkü Uluslararası Komplo’nun kurduğu, 15 Şubat’tan itibaren inşa edilen İmralı soykırım sistemi, yalnızca Önder Apo’ya karşı değil, bir halkın üzerine kurulan bir soykırım düzeni anlamına geliyor. Bu nedenle hem halkımız hem biz büyük bir öz eleştiri temelinde bu 26 yılı geride bırakıyoruz.
Bu süreçte çıkardığımız çok önemli dersler var. Ancak bu sonuçlara geçmeden önce, yani geride kalan süre içinde hangi sonuçları çıkardığımıza değinmeden, öncelikle 26 yıl boyunca direnişi büyüten, Önder Apo etrafında büyük bir kahramanlık duruşu sergileyen, başta halkımız ve dostlarımız olmak üzere direnişe katılan herkesi selamlamak, onlara minnettarlığımı ifade etmek istiyorum. Elbette bu direniş sadece bir kişinin direnişi değildi; hiç kimse de öyle anlamadı.
Zaten Önder Apo da ilk günlerden itibaren “Milyonları bir hücrede nasıl tutacaksınız?” diyerek dikkat çekti. Sonuçta bunu yapamadılar. Hiç de düşünüldüğü gibi olmadı. Bunu sağlayan, öncelikle halkımızın Önder Apo’ya olan büyük bağlılığı, inancı ve güvenidir; bunun iyi görülmesi ve anlaşılması gerekir.
İkinci olarak da Uluslararası Komplo’nun başlangıçtaki tehlikeli hedefleri önemlidir. Bu hedeflerin hâlen devam ettiğini düşünüyorum. Tamamen ortadan kalktığını söyleyemeyiz. Uluslararası Komplo’yu önemli ölçüde geriletsek de, başarısız kılmış olsak da tamamen yenilgiye uğrattığımızı iddia edemeyiz.
Peki bu tehlikeli amaç neydi? Önder Apo’yu gerçekten fiziki olarak imha etmekti. Kürdistan ve Kürt tarihinde, günümüze dek önderlere layık görülen sonla bağlantılı bir plan mevcuttu. Komplo başından itibaren bunu hedefledi.
26 yıl boyunca bu doğrultuda arayışlar sürdü. Buna karşı, özellikle “Güneşimizi Karartamazsınız” eylemlerinin sembolü olan Halit, Aynur arkadaşlar ve isimlerini anamadığımız yüzlerce yurtsever, militan, genç kadın ve erkek, bedenlerini ateşten bir çembere dönüştürerek bu gidişatı durdurdular. 1999 yılını ve 15 Şubat’ı yaşayanlar için bu, çok yakıcı bir gerçekliktir. Gerçekten, eğer Önder Apo etrafında o büyük fedai duruş olmasaydı, komplo kendi amacına ulaşmak istiyordu. Önder Apo’nun fiziki imhasını gerçekleştirmek istiyorlardı. Bunu böyle görüyor, biliyor ve hissediyoruz.
Bu duygu, 1999’da, 15 Şubat’ta ortaya çıkan bir travmadır Kürtler açısından. 15 Şubat hiçbir zaman kolay karşılanmadı, hazmedilmedi ve anlaşılır bir yere oturtulamadı. Bu temelde de 26 yıldır, dünya halkları içinde örneğine çok az rastlanan bir direniş geleneği ortaya çıktı.
Bu süreçte 30 bine yakın insan —yani bu 26 yılda— uluslararası komployla mücadelede şehit düştü. “Güneşimizi Karartamazsınız” eylemlerinin ardından gerilla mücadelesi, serhildan direnişleri, sokak eylemleri gibi pek çok alanda Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü temelinde Kürdistan’a özgürlük, statü ve özgür yaşam isteyen bir gerçeklik oluştu. Ben bir kez daha bu şehitlere sevgi ve minnetimi ifade etmek istiyorum.
KOMPLONUN HEDEFİ HALKLARIN ÇATIŞTIRILMASI TEMELİNDEKİ HEGEMONİK DÜZENİN DEVAMINI AMAÇLIYORDU
Uluslararası komployu çözmek, 15 Şubat gerçekliğini çözmek ve onun açığa çıkardığı durumları deşifre etmek bizim açımızdan çok önemli bir hedefti. Çünkü 15 Şubat komplosu, tarihin gördüğü en karanlık komplolardan biriydi.
9 Ekim’den 15 Şubat’a kadar olan süreci biliyoruz. Bunun ötesinde, daha geniş bir perspektiften bakmamız gereken bir gerçeklik var: uluslararası sistemin, kapitalist sistemin bölge planları. Bu doğrultuda, 100 yıl önce Orta Doğu’da çizilen sınırların yarattığı bir gerçeklik söz konusu. Bunların hepsi bölgede çatışmaların sürmesi, başta Kürt ve Türk halkları olmak üzere bölge halklarının birbiriyle çatıştırılması üzerine inşa edilen hegemonik bir düzeni ifade ediyor. Aslında uluslararası komplonun en karanlık yönü, bu gerçekliğin sürekli perdelenmesidir.
Sanki sadece Türklerle Kürtler arasındaki bir savaş veya mücadeleymiş gibi ele alınıyor. Türk devletinin milliyetçi kodları da bunu besliyor. Biz ise çok iyi biliyoruz ki, Önderlik 1998’de Şam’dan ayrılırken kafasında tek bir amaç vardı. Kürt halkının özgürlük mücadelesine yeni bir yol açılabilir mi? Bir siyasal süreç, bir siyasal çözüm gelişebilir mi? PKK mücadelesinin açığa çıkardığı halk ve direniş değerleri, hukuki ve yasal bir zemine kavuşabilir mi? Önder Apo, “Avrupa macerası” dediği sürece bu arayışla adım attı. 15 Şubat’ta ise karanlık bir komployla karşı karşıya kalındı. Bu planda “ulus-devlet tanrıları”nın hemen hemen hepsi —ABD, İsrail ve Rusya gibi birbiriyle çelişen güçler bile— bir halkın özgürlük mücadelesine karşı birleşti. Tarihte eşine az rastlanan bir olaydır bu.
Evet, tarihte pek çok halk direnişi komplo, ihanet, yalan ve çarpıtmayla karşı karşıya kalmıştır. Halkların tarihi bu konuda son derece zengindir. Ancak Kürt realitesi, Kürt gerçeği ve Kürdistan sorununun biricikliği, böylesine özgün bir komployla yüzleşmemize neden oldu.
Bu, ne dünya tarihinde ne de kendi yakın tarihimizde karşılaşılması kolay bir durumdur. Bu nedenle anlaşılması ve aydınlatılması gereken en önemli gerçeklerden biridir. Eminim her Kürt bireyi, her Kürt ferdi, hatta Kürtlere yakın olan dostlar, Türkler, Lazlar, Çerkezler, Araplar da “Neden Kürtler böyle bir saldırıyla karşı karşıya kalıyor?” diye soruyordur.
Bazı tartışmalarda veya mitolojik hikâyelerde, “Kürtlere asla devlet olma hakkı verilmeyecek, Kürtlerin asla başını kaldırmasına izin verilmeyecek” dendiği söylenir. Bunlara kutsiyet atfedilen söylenceler de üretiliyor. Örneği bu diye veriyorum; aslında alakası yok. Bu mesele, bölgedeki küresel sistemin hesapları ve çıkarlarıyla; buna uymayan bir önderlik gerçeğiyle ve halk duruşuyla ilgilidir. Günümüzde de anlaşılması gereken en önemli boyutlardan biri budur.
15 Şubat 1999 Uluslararası Komplosu’nun geliştiği koşulları anladığımız ölçüde, bugünü de daha iyi anlarız. Çünkü o dönemde Önder Apo, “Bölgeye, Orta Doğu’ya yapılacak müdahalenin bir aşaması da Uluslararası Komplo olarak tasarlandı,” demişti.
26 YIL SONRA ÖNDERLİĞİN ÇAĞRISININ ÖNEMİ ANLAŞILDI
Uluslararası güçler, küresel güçler bölgeye müdahale etmeden önce, bu müdahaleden Kürtlerin yarar sağlamaması için çeşitli planlar kurdular. Önderliğin “tavşana kaç, tazıya tut” olarak ifade ettiği, başka bir deyişle Tunç yasası dediği, Kürt gerçekliğini inkâr edip onun üzerinde sürekli bir çatışma iklimi yaratan bir politikadan söz ediyoruz.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan ve inşa edilen bu düzeni anlamadan, günümüz Orta Doğu tablosunu da anlamak pek mümkün değil. Bu, benim açımdan önemli bir husustur. Uluslararası Komplo’yla mücadelenin açığa çıkardığı en önemli gerçeklerden biri, Komplo’nun sadece Türk Devleti veya Türk-Kürt çatışmasıyla ilgili olmadığı; uluslararası sistemin Kürt projesi, Kürt algısı ve Kürt gerçekliğiyle ilgili hesaplarının da devrede olduğudur.
Bunu özellikle vurguluyorum; günümüzde “anti-emperyalist” olduğunu söyleyen pek çok güç var. Hatta AKP ve Erdoğan bile ABD, İngiltere, Batı karşıtlığından, emperyalizmin bölgedeki oyunlarına karşı duracaklarından, İsrail planına gelmeyeceklerinden söz ediyor.
Ancak bunun yolu, o oyunu gerçekten bozmaktan geçer. O dönemde de böyleydi. Önder Apo bunu başından beri gördü. İlk Kenya’da yakalandığı günden itibaren, Türkiye’nin rolünün “gardiyanlık” olduğunu, aslında bölge halklarını birbirine düşürmeye dayalı bir planın devrede tutulduğunu görerek, o günleri hatırlıyorum; Önder Apo’nun yaptığı ilk çağrı, Türk-Kürt barışı veya Türk-Kürt ittifakının güncellenmesi ve demokratik cumhuriyetin inşa edilmesi yönünde oldu. 26 yıl sonra herkes giderek bunu daha fazla fark eder hale geldi. Bugün “Kürtsüz Türk olmaz, Türksüz Kürt olmaz” deniliyorsa ve bunu en karşıt olanlar bile söylüyorsa, Uluslararası Komplo’nun açığa çıkardığı gerçeklerden biri de budur.
Ben bunu çok önemli görüyorum. Fakat yeterince anlaşıldığını, kavrandığını, özümsendiğini düşünmüyorum. Özellikle Türkiye cephesi açısından söylüyorum. Bu konuda hâlâ çok fazla milliyetçi, şovenist yaklaşım ve buna dayalı tutum, tavır alma var. Önderliğimizin o dönemde geliştirdiği yaklaşımın, yakalanma dolayısıyla ortaya çıkan bir zayıflıktan kaynaklandığını zannedenler oldu. Fakat tekrar vurgulamak gerekir ki, sadece 1998’de değil, 1993’te, 1995’te, 1995-96 döneminde ve 1998’de, özellikle 1998 Ateşkesi’nde, kapitalist modernitenin bölgeye dönük planlarını görerek bunları boşa çıkarmaya çalışan gerçekten özgür bir önderlik gerçeği vardı. Bu temelde tutum alındı. 15 Şubat 1999’da önderlik Türk Devleti’nin eline esir düştüğünde de benimsediği tutum, Kürt-Türk çatışması yaratarak bölgeyi kan gölüne çevirmek isteyen hegemonik ve emperyal planlara karşı çıkma esasına dayandı.
Bunu Türkiye toplumuna daha iyi anlatmak gerekiyor. Türkiye toplumunun bu gerçeği çok daha iyi görmesi lazım. Çünkü giderek daha güncel ve yakıcı bir gerçek haline dönüşüyor.
KÜRT HALKININ ÖZGÜRLÜĞÜYLE ÖNDERLİĞİN ÖZGÜRLÜĞÜ ÖZDEŞLEŞTİ
İkincisi, Uluslararası Komplo ile mücadelede açığa çıkan sonuçlara değinmek istiyorum. Komplo gerçekleştiğinde “PKK bitecek, Önder Apo’nun artık hareket edebileceği bir zemin kalmadı, bu koşullarda Kürt Özgürlük Hareketi adım adım tasfiye olur, dağılır, parçalanır” diye düşünenler vardı. Fakat geride kalan 26 yıl, Önder Apo’nun da büyük çabalarıyla yeni bir mücadele çizgisi yarattı. Bunu açıkça söyleyebilirim. PKK tarihini incelediğimizde, 2000’lere kadar ağırlıklı olarak silahlı mücadele temelinde yürütülen bir varlık ve özgürlük savaşı varken, 2000 sonrası daha fazla toplumsallaşan, halklaşan ve siyasallaşan bir halk gerçekliği şekillendi.
Bu, hareketimizin Uluslararası Komplo’yu çözümlemesiyle ve Kürt sorununun sadece Türkiye’nin değil, uluslararası ölçekte bir sorun olduğunun fark edilmesiyle bağlantılı. Bu durum, daha evrensel ve küresel çapta bir mücadeleyi yükseltme ve bunun araçlarını geliştirme ihtiyacını doğurdu. Diğer yandan, en başta da belirttiğim gibi, Kürt halkı kendi varlığı ve özgürlüğüyle Önder Apo’nun varlığı ve özgürlüğünü özdeşleştirdi. İmralı’da gerçekleşen saldırıları kendisine yönelmiş kabul ederek büyük bir direniş gösterdi ve örgütlendi.
Böylece Uluslararası Komplo ile mücadele, geçmişi çok aşan büyük bir halk hareketini ortaya çıkardı. Kürt demokratik uluslaşması, komploya karşı mücadele sürecinde ivme kazandı. Bu mücadele, yalnızca Bakurê (Kuzey) Kürdistan’da değil, dört parça Kürdistan’da da halkı daha fazla bilinçlendirdi, bir araya getirdi, örgütlü kıldı ve Önder Apo etrafında yaşar, çalışır hale getirdi.
En zayıf halka olarak görülen Rojhilat (Doğu) Kürdistan’da bile kültürel olarak direnen bir Kürt gerçekliği vardı. Bu durum, İran rejiminin bazı kültürel hakları tanıması, dil yasağının olmaması, bir Kürdistan bölgesinin varlığı gibi etkenlere dayanıyordu. Yine de Rojhilat Kürdistanı’ndaki Kürt toplumu, hem coğrafi koşullar hem de diğer faktörler nedeniyle nispeten daha dağınıktı. Ancak 15 Şubat saldırısı gerçekleştiğinde, Rojhilat’ta kendiliğinden çok büyük bir toplumsal hareketlilik yaşandı.
Bakurê Kudistan’da, Amed’de başlayan PKK mücadelesi tüm parçalara yayılırken, dört parça Kürdistan’ın demokratik uluslaşmasında ortak bir ruh oluştu. Ulusu sadece ortak bir pazarın paylaşılması değil, ortak bir manevi dünyayı, bir dili, kültürel geçmişi ve duyguyu paylaşmak olarak tanımlayacaksak, Önder Apo’ya yönelik saldırılara karşı tüm Kürt ulusunun birleşmesi bu ortak ruhu ortaya çıkardı.
Dolayısıyla Uluslararası Komplo ile mücadele, Kürt halkının demokratik uluslaşmasında çok büyük bir rol oynadı. Şimdi muhataplar “kara kara” düşünüyor. Eskiden “PKK vardı,” deniliyordu. PKK, Kürt halkının öz savunma gücü olarak inkâra, imhaya, soykırıma, işgale, yok sayılmaya karşı bir varlık mücadelesi veriyordu. Fakat 26. yılın sonunda, Kürt halkı siyasal, kültürel, zihniyet ve başka alanlarda derli toplu bir çerçeveye oturmamış görünse de, çok daha gelişkin ve boyutlu bir mücadele hareketi haline geldi.
Bu çok önemli. Örneğin bir akademisyen, şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Mevcut Kürt gerçekliği, PKK mücadelesi olmadan bu düzeye gelemezdi. Kürtler yok oluşun eşiğinden PKK’nin amansız mücadelesiyle çıktılar. Fakat gelinen noktada Kürt halkının gerçekliği ve örgütlenmesi, PKK’nin varlığını da aşar hale geldi; daha kapsamlı bir güce dönüştü.” Gerçekten bunda büyük bir hakikat payı var.
ARTIK ULUSLARARASI KOMPLO BAŞARISIZ OLMUŞTUR
26. yıla girerken buna değinebilirim. Önderliğimiz, 10 yıl önce “Müjdemi veriyorum; inkâr bitti,” demişti. Uluslararası Komplo’yla mücadele ve PKK öncülüğünde yürütülen varlık ve özgürlük savaşı, Kürt halkını kuşatan inkâr ağını parçaladı. Dünya sisteminin büyük güçleri —ABD, İsrail, İngiltere— zaten Kürtlerin varlığının farkındaydı, ama artık bunu resmen dile getirir hale geldiler. Bölgede inkârcı çizgiyi temsil eden Türkiye’de de bu kırıldı. O bakımdan inkâr aşıldı. 15 Şubat Komplosu’nun 26. yılı dolarken, 27. yılına girerken buna rahatlıkla işaret edebiliriz.
Dolayısıyla Uluslararası Komplo, 15 Şubat Komplosu başarısız olmuştur. Amaçlarına ulaşamamıştır. Başlangıçtaki hedeflerini gerçekleştirememiştir. Türkiye ve Kürdistan halkları arasında öngördüğü o büyük çatışma ve birbirini kırdırma planı da hayata geçememiştir.
Bu konuda Önderliğimizin sağduyusu büyük rol oynadı. Kimse sanmasın ki çatışmalar başka sebeplerle derinleşmedi. Eğer Önder Apo’nun uluslararası sistem çözümlemeleri, devlet gerçeği, komplonun nedenleri ve nasıl gerçekleştiğine dair aydınlatıcı tutumu olmasaydı, Kürtler de o öfkeyle “kırmızı görmüş boğa” misali saldırganlaşabilirdi. Ancak Önder Apo’nun öncülüğü bu oyunu bozdu.
Tam tersine, bu gerilimi daha fazla büyütmemeyi amaçladığını düşünüyorum. Çatışma ortamını asgari düzeyde tutarak demokratik ulusun doğuşunu güçlendirdi, Kürt toplumunun örgütlenmesinin önünü açtı. Aynı zamanda Türkiye toplumuyla diyalog zeminlerini hep canlı tuttu. Böylece emperyalist planları boşa çıkardı.
Son olarak bir noktayı daha vurgulamak istiyorum… Daha birçok boyutu var ama bütün bunların hayata geçmesinde çok önemli bir nokta öne çıkıyor. 15 Şubat Uluslararası Komplosu’nu boşa çıkarmada ve Kürt Demokratik Uluslaşması’nın bu düzeyde gelişmesinde, İmralı zemininde gerçekleşen büyük zihniyet ve vicdan devrimi önemli bir rol oynadı. Bunu iyi görmek lazım.
Komplo altında, önderlik devlet ve iktidar odaklı çözüm ile düşünce sistematiğinden koparak, “demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü toplum paradigması” diye ifade ettiğimiz devlet dışı bir paradigmayı inşa etti. Bu, o koşullarda çok önemliydi. Başınıza bir imha kılıcı dayandığında, doğru tercihleri yapmak zorundasınız. Önder Apo’yu farklı, özel ve biricik kılan gerçeklik, böyle bir iradeye ve özgür kişiliğe sahip olmasıdır. Bu anlamda, dört bir yandan “devletçi çözüm”ün dayatıldığı ve saldırıların olduğu bir dönemde, devlet olgusundan vazgeçmek son derece önemli bir karardı ve büyük bir aydınlanma sağladı.
Şöyle okuduk, böyle anladık: Böyle bir komployu gerçekleştiren “ulus-devlet tanrıları” çözülmek zorundaydı. Kimdi bu “tanrılar”? Nereden gelmişlerdi, ne yapıyorlardı, ne istiyorlardı? Bu doğrultuda, iktidar ve devlet çözümlemelerinde derinleşme, İmralı’yı Önderlik açısından böyle bir zemine dönüştürdü. Ortaya çıkan gerçeklik şuydu: Devletçi çözümler asla özgürlük getirmez. Devletin kendisi, aracı olduğu iktidar ve sınıf oluşumlarıyla sonuçta sömürüyü ve eşitsizliği doğurur. Devletler özgürlük üretmez; tam tersine, kölelik ve iktidar ilişkilerini pekiştirir.
Evet, sosyoloji alanında hâlâ tartışmalar var. Bazıları sınıfların ve toplumsal çeşitliliğin doğam ihtiyaçtan kaynaklanarak devleti yarattığını savunuyor. Fakat son araştırmalar, devlet ortaya çıktıktan sonra asıl sınıflaşmanın derinleştiğini daha fazla gösteriyor. Sınıflaşma, toplumun egemen ve ezilen olarak ikiye ayrılması demektir. Devlet bir özgürlük aracı değildir. Ondan vazgeçmek ve demokratik topluma yönelmek, bizim açımızdan büyük bir gelişme oldu. Devletçi bakış açısı, insanı benzer formlara zorlayan, düşünce özgürlüğünü sınırlayan ve kalıplar içinde hareket etmeye mahkûm eden bir zihniyet formu yaratıyor. Bu prangadan kurtulmak, toplumsal çeşitliliğin ve farklı mücadele yöntemlerinin önünü açtı.
15 Şubat Uluslararası Komplosu’yla mücadelede, bu “devletçi paradigmadan” vazgeçip “demokratik toplum paradigmasına” yönelme çok büyük bir rol oynadı. Bu sayede Kürt toplumu demokratik uluslaşmayı bu kadar güçlü sağlayabildi, bir araya geldi ve ortak bir ruh kazandı. Buna elbette pek çok kişi karşı çıktı. Nasıl ki komplo geliştiğinde Önder Apo’nun tutumuna yönelik yanlış yaklaşımlar olduysa, paradigma değişimi sırasında da benzer tepkiler oldu.
Devlet ve iktidar odaklı düşünen, sınıf ve sermaye yaratmak isteyen, sömürü ve gasp peşindeki güçler için devlet çok büyük bir imkândır. Eğer gasp etmek, talan etmek, başkalarının yarattıklarına el koymak istiyorsanız, devlet sahibi olmanız gerekir. Devlet bunun aracıdır; siyasi, askeri ve ekonomik tekellerin bir araya geldiği bir tekel mekanizmasıdır. Bundan vazgeçmek, devlet ve iktidar güçleri açısından “zayıflık” gibi görüldü. Benzer şekilde reel sosyalist güçler de “devlet aracıyla” sosyalizme ulaşılacağına inandıkları için bu yaklaşımı eleştirdiler. Ayrıca milliyetçi —hele ki ilkel milliyetçi— kesimler de buna şiddetle karşı çıktılar.
Ancak PKK olarak biz, 2003-2004’ten beri devletçi çözümden vazgeçmiş durumdayız. Bunu bu vesileyle yeniden vurguluyorum; çünkü hâlâ Türk Meclisi’nde veya farklı yerlerde, sanki PKK devlet istediği, Türkiye’yi böleceği gibi söylemler dile getiriliyor. Bu, ya bilinçli bir çarpıtma ya da cahilliktir. Önder Apo, 20 yıldır küresel kapitalist modernitenin ve onun ürettiği ulus-devlet formunun halklara getirdiği acıları görerek yeni bir toplum paradigması inşa etti ve çizgiyi netleştirdi. Herkes rahat olsun: PKK devletçi çözüme dayanmıyor. Önder Apo, “Bana altın tepside de sunsanız istemem,” dedi; çünkü bu bir özgürlük aracı değildir. Özgürlük arayanlar için devlet bir kurtuluş aracı olamaz. Önderliğin veciz sözlerinden birinde ifade edildiği gibi, “Amaçlar kadar araçlar da temiz olmalı.”
Uluslararası Komployla, 15 Şubat komplosuyla mücadelede ortaya çıkan en önemli olgulardan biri de devletin prangalarından kurtulmaktı. Biz toplumcuyuz ve toplumu özgürlük alanı olarak görüyoruz. Devlet ise toplumu bir sömürü alanı olarak görür. Bu nedenle demokratik toplumculuk, özgür kadın gerçeğini ve kadın kültürü temelinde demokratik komünalizmin inşasını da beraberinde getirdi.
KOMPLOYLA MÜCADELE ÖZGÜR KADININ YAŞAM BULACAĞI ZEMİNİ ORTAYA ÇIKARDI
Bu noktada şunu vurgulamak isterim: Uluslararası Komplo ve 15 Şubat komplosuna karşı mücadele, özgür kadının yaşam bulacağı zemini de açığa çıkardı. Kadın mücadelesi sadece bizimle başlamadı; ancak Kürt kadın hareketi, bunu farklı bir düzeye taşıdı. Kadınlar 5 bin, hatta 9 bin yıldır —hiyerarşinin ilk ortaya çıktığı dönemden beri— erkek egemenliğine ve onun yarattığı yaşam formlarına karşı bazen bilinçli, bazen de tepkisel bir özgürlük arayışı içindeydi. Kadınlar asla tam anlamıyla teslim alınamadı. Fakat kapitalist dönemde, “Güçleneceksen erkek egemenliğinin oluşturduğu devlet ve yaşam formlarına göre olacaksın” şeklinde bir ikilem yaratıldı. Kürtler için “Cumhurbaşkanı bile olabiliyorlar, ne sakınılmış ki?” denmesi gibi, kadına da “Cumhurbaşkanı olabilir, yönetici olabilir” denilerek aslında onun kendi doğasından uzaklaşması ve erkek egemen sistemin koşullarına tabi olması dayatılıyor.
Demokratik toplum paradigması ve devletçi paradigmanın zihniyette çözülmesiyle, özgür kadın ve “kendisi olmak isteyen kadınlar” için yeni bir alan, “xwebûnlaşma” dediğimiz zemin oluştu. Bu nedenle 15 Şubat Uluslararası Komplosu’nu kadınlar olarak, kadın gerçeğine yönelen en büyük komplo olarak da gördük. Verdiğimiz mücadele bizi böyle bir özgürlük alanına taşıdı. 26 yıldır devam eden bu çabanın açığa çıkardığı sonuçlardan biri de güncelde yaşanan gelişmelerdir.
ARTIK İMRALI SOYKIRIM SİSTEMİNİN SONUNA GELİNDİ
Şu anda Önder Apo’yla yapılan görüşmenin içeriği hakkında bilgilerimiz var. Bu nedenle, Önder Apo’nun görüşmede söylediği gerçeklikleri anlamaya, doğru kavramaya ve buna dayanarak kendi görevlerimizi doğru belirlemeye çalışıyoruz. Şimdilik bunları söyleyeyim. Çağrının olup olmayacağı, içeriği, konuları önümüzdeki günlerde netleşecek.
Burada önemli olan birkaç nokta var. Her şeyden önce, diğer arkadaşlar da ifade etti; heval Cemal dile getirdi, heval Besê söyledi, heval Abbas anlattı. Programlarda, yazılarda ve önceki konuşmalarda da belirtmiştik: Önemli olan Önder Apo’nun durumudur. Öncelikle bunun netleşmesi lazım. Bu konuda gelişme olmalı. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü ve özgür çalışır hale gelmesi, eğer bir gelişme olacaksa, en temel gerekliliktir. Bazı kavramlar çok farklı yerlere çekildiği için dikkatli konuşmaya çalışıyorum, ama bu olmazsa olmaz. Karşılıklı bir inisiyatif söz konusu. Önder Apo’dan bir şey isteniyorsa, bir çağrı yapması isteniyorsa, bunu yapabilmesi için özgür ve çalışır bir konumda olması gerekir. Artık İmralı Soykırım Sistemi’nin sonuna gelindi. Bu sistem böyle devam edemez; ortadan kalkması lazım. Bahsettiğimiz bir sistem meselesidir, mekan tartışması değil.
Türk medyası bu konuda çok geri bir noktada duruyor; ayrıntılara saplanıp özünü perdeler bir yaklaşım içinde. O yüzden esas konu, Önder Apo’nun özgür çalışır ve iletişim kurabilir hale gelmesidir. Şimdilik en temel husus budur. Diğerini zaten Önderlik pratikleştirecektir, o biliyor. Böyle söylemek lazım.
DEĞİŞİM DÖNÜŞÜM SÜRECİ…
Bir başka konu da bu süreçle bağlantılı olarak söylemek istediğim bir şey: Eski kabilelerde, doğal toplum süreçlerinde, yeni doğan çocuklara hemen isim verilmezmiş. Bunun birkaç nedeni varmış: Çocuğun içinde bir ruh olduğu, o ruhun ortaya çıkması gerektiği, bazen hayvanların ruhuna sahip olabileceği, ayrıca çocuk bir başarı gösterdikten sonra isim verilmesinin beklendiği... Bana hep ilginç gelmiştir; sanki o çocuğa irade ve tercih hakkı tanıyan bir tavır gibi görünüyor. Daha sonra bu gelenek değişiyor, çocuk mülkiyet konusu hâline gelince anne karnındayken bile isim koyuluyor ve “Şöyle olsun, böyle olsun” deniyor.
Bunu şunun için anlatıyorum: Böyle bir süreç yaşıyoruz ve herkes bir isim koymaya çalışsa da rahat tanımlanabilir bir süreç değil. Yaşayarak, tecrübe ederek ismini koyacağız. Türkiye’de özellikle Kürt demokratik siyasetinin ısrarla vurguladığı “Barış süreci” meselesinde olduğu gibi, bu bir barış süreci değil. Zaten karşıtları da “Barış süreci yok” diyor. Bir müzakere süreci de değil. Bir çözüm süreci olduğunu da söyleyemeyiz, çünkü gerçekten böyle bir durum yok.
Peki nedir? Bir dönüşüm, değişim süreci. En azından biz böyle algılıyor, öyle anlamaya çalışıyoruz. İlk soruda uzun uzun ifade ettiğim gibi, Uluslararası Komplo’yla mücadele ve PKK’nin ortaya çıkardığı halk gerçekliği, direnişi, tüm bunları bir değişim süreci olarak tanımlayabiliriz. Bu dönüşümü doğru kavramak önemli.
1990 sonrasında özellikle reel sosyalizmin, Sovyet Rusya’nın iç sebeplerle çözülmesinden sonra “Sosyalizm mücadelesi nasıl olacak?” sorusuna bir arayış başladı. 5. PKK Kongresi bu arayışları ifade eden, somutlaştırmaya çalışan bir kongreydi. Mesela o dönem “orak-çekiç”in bayraktan çıkarılması, Önder Apo’nun “İnsanlık Durumu” başlıklı politik raporu; orada yapılan sistem ve dünya analizi bunu ortaya koyuyordu. Yalnızca güncel bir değişim değil, devletçi paradigmadan kopma meselesi var. Sosyalist hareketler bugüne kadar çoğunlukla devletçi paradigmayla yol aldılar, bu paradigmaya çözümler aradılar. Şimdi ise yeni bir mücadele döneminin, yeni bir örgütlenme arayışının yaşandığını söyleyebiliriz.
Bu tür değişim adımları atıldığında, Türk Devleti her zaman “Bittiler, bitiriyoruz, tasfiye ettik” diyerek kendi toplumunu kandırıyor ve sonra boşluğa düşüyor. Bu aşırı yalan niye? Hakikatlere daha fazla saygı duyulsa, açık olunsa, gerçeklerin daha rahat tartışılacağı bir ortam olsa, Türkiye toplumu da bölge halkları da kazanır. O yüzden bu durumu “değişim süreci” olarak değerlendirmek daha doğru. PKK veya Kürt Özgürlük Hareketi değiştikçe dönüştürecek; biz zaten buna hazırız. Bu, yeni bir şey değil. 2000 öncesini bir kenara koyarsak, 2000 sonrası Önder Apo’nun savunmaları çerçevesinde sürekli bir eğitim sürecine girdik. Paradigma değişikliğine göre zihniyet, duygu ve pratik geliştirmeye çalışan bir hareketiz. Değişim ve dönüşüm hayatın diyalektiğidir; biz de buna bilimsel yaklaşıyoruz.
Asıl sorun şurada: Türkiye buna hazır mı? Türkiye, Kürt özgürlüğü temelinde dönüşüme hazır mı? Mevcut tabloda Türk Devleti buna hazır görünmüyor. Devlet içindeki bazı kesimler ayak oyunlarıyla süreci tersine çevirmeye çalışıyor. Yine de sorunun ciddiyetini kavrayan kesimlerin var olduğunu da belirtmek gerekir. Mesela Devlet Bahçeli hasta yatağından mesaj vererek “Türkiye’de bir doğum sancısı var, bu da tehlike demektir, birlik olalım” dedi. Hastayken bile bu mesaja başvurması çarpıcı. Gerçekten Türk Devleti, Kürt özgürlüğü temelinde dönüşüme hazır mı? Biz hazırız. Dönüşüme de dönüştürmeye de hazırız. Bu konuda özgüven ve inancımız var. Tarihsel ve sosyolojik bakış açımız da bunu sağlıyor.
Böylesi bir sürecin geliştirilmesinin birkaç nedeni var. Dünyadaki ve bölgedeki gelişmeler artık bunu zorluyor. Daha önceki programlarda ayrıntılı bahsedildiği için çok girmeyeceğim, ama 100 yıl önceki denge Orta Doğu’da yok artık. Suriye çöktü, bu da Orta Doğu’nun çöküşünü temsil ediyor. El Şara veya Muhammed Colani’nin ortaya çıkışıyla dengeler yeniden yerine oturdu mu? Hayır, henüz hiçbir şey belli değil. Hamas ile İsrail arasında dün ateşkes anlaşması varken, bugün Hamas bunu durdurduğunu açıkladı. Gazze’deki duruma ilişkin açıklamalar da ortada. Orta Doğu’da savaş kızışarak devam ediyor; sermaye ve nüfuz kavgaları, işgaller sürüyor. Bu, Türkiye’yi de tehdit eden bir durum haline geldi.
Kimseyi tehdit etmek için söylemiyorum; bu bir realite. Türkiye, bölgede en azından bölgesel hegemonya iddiasında bir ülke. Suriye, Irak ve diğer bölge/dünya güçleriyle ilişkileri de bu yönde. Afrika ülkeleriyle kurduğu ilişkiler de kapitalist güçleri rahatsız ediyor. Ancak Orta Doğu’da kapitalist modernitenin çekirdek gücü olarak konumlanan bir İsrail gerçeği var. Bu iki güç arasında rekabet ve gerilim yaşanması doğal. Bunu biz üretmiyoruz; böyle bir gerçeklik mevcut. Bu yüzden Türkiye’ye dönük farklı planların devrede olması abartılı bir söylem değil, bir gerçek. Hangisinin devreye gireceğini şu an kestirmek zor. Türkiye’deki iktidar, emperyalist güçlerle tam uzlaşıp boyun eğerse belki ayakta kalabilir. Ama mevcut politikalarını sürdürürse büyük bir risk var.
Türkiye bunu nasıl aşacak? Önder Apo’nun hep vurguladığı tarihi Türk-Kürt ilişkileri temelinde aşabilir. “Kürtsüz Türk olmaz, Türksüz Kürt olmaz. İki halk bin yıldır birlikte hareket ederek var olmuştur.” Bu gerçeklik, 1999’da Uluslararası Komplo günlerinde de konuşuluyordu.
BÖLGEDE AYAKTA KALMAK İÇİN KÜRTLERLE İTTİFAK
Önderlik o zaman söyledi, bugün tekrar söylüyor. Eğer bölgede ayakta kalmak istiyorsa Türk toplumu, Türkiye halkı veya Türk iktidarları, bu bin yıllık Kürtlerle ittifak tarihinden geçiyor. Selçuklularda böyle olmuş, sonrasında böyle olmuş, Yavuz döneminde de böyle olmuş; hep bu ittifakla sağlanmış.
Bu nedenle şu anda gündemde olması ve tartışılması gereken asıl konu bu. İkinci olarak şunu da eklemek isterim: Türkiye’de gerçekten böyle bir ittifak olsa, yani Kürt-Türk ittifakı gerçekleşse; yeniden bir demokratik anayasa etrafında… Evet, anayasasız bu olmaz. Kürt sorununun çözümü anayasal çözümdür. Bundan kaçınmaya gerek yok. Kürt toplumunun eşit yurttaş olarak tanımlanacağı —üstelik sadece Kürtlerin değil, farklı tüm halkların da eşit vatandaşlık şeklinde yer alacağı— bir demokratik anayasayla toplumsal sözleşmemizi güncelleyebiliriz. Böylece bölgede kendini dayatan emperyalist planlara karşı durmak mümkün olur. Yoksa “başkalarının planları” devreye girer.
Trump’ın bir “çözümü” vardı örneğin; Gazze’ye dayattı. “Burası zaten yerle bir edildi, yeniden inşasını da engelliyoruz” diye açıkladı. Bu bir “Trump çözümüdür.” Böyle bir çözüm Kürt sorununa da gelebilir, ama nasıl bir çözüm olacağını iyi tartışmak gerekir.
Burada bir parantez daha açmak istiyorum: Herkes Trump Amerika’da iktidara geldiğinde nasıl bir politika izleyeceğini bekledi. Ben sadece şunu söyleyebilirim: Evet, tarihte devlet yönetimleri çeşitli aşamalardan geçti, ama ilk kez finans kapital çağında, patronların devleti yönettiği bir dönemde faşizmin en alasını görüyoruz. Üstelik daha fazlasını da göreceğiz. Her şeyin paranın egemenliğine bırakıldığı, değersiz ve ahlaksız bir dünya gerçeğinden, Orta Doğu toplumlarının payına ne düşebilir? Türkiye’deki mevcut iktidarları, siyasileri, demokratları ben bu gerçekliği görmeye ve doğru adımlar atmaya çağırıyorum.
Süreçle ilgili olarak esas söyleyeceklerim bunlar. Önemli olan, tekrar etmek istiyorum, mevcut oyunu boşa çıkarmak isteniyorsa Kürt-Türk ittifakının güncellenmesidir. Böyle olursa sadece Bakurê Kürdistan’daki Kürtler değil, dört parça Kürdistan’da yaşayan tüm Kürtler Türkiye’yi güçlendirecek bir pozisyona girerler. Türkiye halkı kazanır, Kürt halkı kazanır. Türkiye’de çok ciddi bir ekonomik kriz, kültürel kriz, ahlaki kriz var. Bunun çözüm yolu, demokratikleşmenin Türkiye toplumunun gündemine girmesi ve 100 yıl önce cumhuriyetten dışlanan Kürtlerin, demokratik cumhuriyete dahil edilmesidir.
MÜCADELEYİ DAHA DA YÜKSELTMEMİZ GEREKİYOR
Anketlere yansıdığı üzere Kürt toplumunun önemli bir kısmı devlete güvenmiyor; ama Önder Apo’ya güveniyor, ondan beklentileri var. Eylemlerden yansıdığı kadarıyla büyük bir coşku ve heyecanla sürece yaklaşmak istiyorlar; karanlığı yırtacak yeni bir 15 Şubat görmek istiyorlar. Fakat Türk devletine güvensizlik hâkim.
Savaş bağlamında şunu söylemeliyim: Evet, biz 50 yıldır Türk devletiyle mücadele halindeyiz. Askeri boyutu, ideolojik boyutu, kültürel boyutu, toplumsal boyutu oldu. Birbirimizi iyi tanıyoruz. Kimse sanmasın ki Kürt Özgürlük Hareketi, PKK önderlik gerçekliği kolayca kandırılabilir. Halkımız da bunun farkında. Savaş tabii ki sürüyor. Zaten devlet her fırsatta “Tasfiye edeceğim, saldırı yürüteceğim, imha edeceğim. Terörist vuruyorum,” diyor. Dediğini de yapıyor. Bu gerçekliğin gevşediğini, sona erdiğini düşünen olmamalı. Bu bir mücadele süreci ve daha da yükseltmemiz gerekiyor.
Medya Savunma Alanlarında da savaş sürüyor. Arkadaşlarımızın eylemleri devam ediyor. Türk Devleti’nin işgalci konumlanması ve bu konudaki ısrarı da sürüyor. Nisan 2022’de başlamıştı, “Pençe-Kilit” deniyor. Hedeflerine ulaşamadılar. Üst bölgeleri kurdular, KDP’yle işbirliği temelinde anlaştılar. Irak’ı da buna dahil etmek istiyorlar. En son Haftanin’de bir provokasyon gerçekleştirerek Irak ordusuyla bizi çatıştırmayı hedeflediler. Anlaşılan o ki, Irak’ın içindeki bazı kesimler de bundan menfaat umuyor. Irak’ta zaten bir bütünlük yok, ordu içinde de yok. Türk Devleti, Hakan Fidan’ın diplomasi ve istihbaratı birleştirerek yürüttüğü bir dış politika çerçevesinde, “Biz Suriye’de Colani’yle, Irak’ta da mevcut Bağdat yönetimiyle anlaşarak PKK’yı daha sonuç alıcı şekilde tasfiye ederiz,” gibi bir hayale kapılmış. Ancak öyle bir durum yok.
Cemal arkadaşın bir programda belirttiği gibi, Türk askeri Zap Suyu’na inmiş değil. Oralarda üstlenip mevzilendiler, yoğun teknik kullandılar, KDP’nin işbirlikçi tutumundan yararlandılar. Ama gerilla zaten “gizli” bir güçtür. Gerilla demek, senin bildiğin ama düşmanın seni bilmediği bir hareket tarzına sahip olmak demektir. Dolayısıyla gerilla hâlâ Medya Savunma Alanlarının her yerinde büyük bir direniş içinde. Bu vesileyle oradaki tüm arkadaşları sevgiyle, özlemle, saygıyla selamlıyorum. Gerçekten bu süreçte en anlamlı duruşu onlar sergiliyor.
Ayrıca hiçbir şey yerinde durmuyor. Gerilla güçleri de durmuyor. Üç yıl öncesine göre çok daha fazla savaşa adapte olmuş, yeni taktik ve tekniklere ulaşmış bir gerilla gerçekliğimiz var. Havadan da eylem yapabilen, sızma ve baskın eylemlerini gerçekleştirebilen, küçük timlerle geniş manevra yeteneğine sahip bir gerilla… Özetleyecek olursak, Türk Devleti bütün NATO’nun desteğine rağmen gerillayı yenemedi. Sayıca çok üstün olabilirler, ama bir gerilla bin askere bedeldir. Çünkü nitelik, inanç, ideolojik formasyon, hareket kabiliyeti ve uzmanlık düzeyi gerillada oldukça yüksek. Biz de dengeyi böyle kuruyoruz. Teknik ve sayısal üstünlükleri olabilir, ama gerilla bu üstünlüğü boşa çıkarıyor.
Evet, şehitlerimiz var. En son Zîlan ve Delal yoldaşların şehadetlerini HPG açıkladı. Onları bir kez daha saygı ve minnetle anıyorum. Anılarını, öz savunmayı derinleştirerek ve güçlendirerek yaşatacağız. Bu süreç böyle ilerler. İlgililer bu programları dinliyor mu bilmiyorum, ama akıl ve mantık var: Saldırılar devam ederse her zaman misilleme yapma hakkımız doğar. Türkiye’nin her yerinde eylem yapabiliriz. Kimse bizi “kuzu” zannetmesin. “Bir süreç var, bir şeyler başlayacak ama PKK’ye saldırmaya devam edeceğiz, onlar da sessiz kalacak” diye bir şey mümkün değil.
SALDIRILAR SÜRERSE MİSİLLEMELER OLUR
Bu yüzden arkadaşlar da belirtti. En azından bir çatışmasızlık durumu sağlanmalı. Yoksa yarın Önder Apo beklenen çağrıyı yapsa bile, bize yönelik saldırılar sürerse biz de misilleme yaparız. Sonra kimse Önder Apo’ya veya halkımıza “PKK söz dinlemedi” diye sormasın. Bizim varlığımızı savunmamız gerekir ve bunun bir yolu da misilleme hakkıdır. En doğru şey, çatışmasızlık için adım atılmasıdır. Türk medyası ve özel savaş sistemi her şeyi çarpıttığı için dikkatli konuşuyoruz. Bu, yapamadığımızdan ya da cesaretsiz olduğumuzdan değil, gerçeğin başka yolu olmadığı için böyle söylüyoruz. Sonuçta biz 10 yıldır her türlü imha saldırısına rağmen ayaktayız, mücadele ettik ve yöntemler geliştirdik.
Yani mesele, eğer yeni bir dönem veya geçiş ve değişim süreci olacaksa, bunun koşullarının mutlaka hazırlanması gerektiğidir. Abbas arkadaş da söylemişti: Biz savaşa da barışa da hazırız. Bu mücadelenin içinde doğduk, öyle büyüdük, yol aldık. Her şeye hazırız.
AZİZ KÖYLÜOĞLU GERÇEK BİR ÖZGÜRLÜK AŞIĞIYDI
Bir ara “eli kalem tutan teröristler” gibi bir kavram kullanmışlardı. Bu, “Düşüneceksen benim dediğim gibi düşüneceksin, yazacaksan beni yazacaksın, anlatacaksan beni anlatacaksın; eğer bunun dışındaysan tehlikelisin, teröristsin,” anlamına geliyor. Günümüzde kavramlar, iktidarların çıkarlarına göre çok rastgele kullanılır hale geldi.
Sadece belirttiğiniz çerçevede değil, Türkiye’de çok sayıda gazeteci ve özgür basın emekçisi tutuklandı. Muhalif diyebileceğimiz, iktidar cenahına dâhil olmayan ya da “kadrolu gazeteci” olmayan kesimler benzer baskılara uğruyorlar. Mevcut iktidar gerçeği, onlarla adeta bir savaş halinde. Bu anlamda büyük bir korku olduğu doğrudur.
Öncelikle şunu söyleyeyim: Aziz Köylüoğlu şahsında tüm özgür basın şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyorum. Aziz Köylüoğlu’nu ben de takip ediyordum. “Başûr Gündemi” adıyla haftalık televizyon programı yapıyordu; haberlerini, yazılarını izliyordum. Çok önemli bir takip ve yoğunlaşma düzeyi vardı. Hem değerlendirmeleri hem de yarattığı değerler sistemi bakımından gerçek bir Kürt yurtseveri ve özgürlük aşığıydı. Özgür basın geleneği açısından büyük bir emek ve katkı sundu.
Bizim mücadelemiz açısından da şöyle diyebiliriz: Aslında tüm kavga, hakikatlerin açığa çıkması için verilir. Kürt gerçekliği açığa çıkmalı, kadın gerçekliği açığa çıkmalı, ezilenlerin dünyası görünür olmalı, sesi duyulmalı, talepleri anlaşılmalı. Bu bir hakikat savaşıdır. Aziz Köylüoğlu gibi isimler, bu hakikat savaşı uğruna emek verdi. Bağımsız ve özgür ruhlarıyla, yurtsever değerlere bağlılıklarıyla hakikat savaşçılığı yaptılar. O, gerçek bir hakikat savaşçısıydı.
Hayat hikâyesini Medya Haber’den takip ettik. Erken yaşlarda basın çalışmalarına katılmış, çok yurtsever bir aileden geliyor, Kürt halkının özgürlük mücadelesine sıkı sıkıya bağlanmış. Gulistan Tara, Hêro Bahadin, Nazım Daştan, Cihan Bilgin, Seyit Evran ve benzeri özgür basın şehitleri de aynı geleneğin bir parçası. Tıpkı önemli sanatçıların, akademisyenlerin çıktığı gibi, bir “basıncılar ordusu” da ortaya çıktı ve onların da şehitleri oluştu.
Türk devletinin özgür basın çalışanlarına yaklaşımı, “elinde silah tutanlarla” aynıdır. Onları o ölçüde tehlikeli görüyor, çünkü zihniyetin ve gerçeklerin açığa çıkmasından korkuyor. İktidarlar genelde kendilerine bağımlı insanlar ister, kendi başarı hikâyelerinin anlatılmasını, manşet olmasını bekler. Fakat yok sayılmış, kimliği inkâr edilen bir halkın sesi, basını, kalemi olmak; radikal bir duruş ve cesaret gerektirir.
Özgür basın geleneği, Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesiyle ezilen kadınların, halkların sesi olmaya çalıştıkça kendini de özgürleştirerek yürümek zorunda. Bu nedenle bedeller veriyor; Aziz, Gulistan, Nazım, Cihan ve diğerleri boşuna hedef alınmadı. Cezaevindekileri de buradan selamlıyorum. Sürekli tutuklama ve baskılarla özgür basını sindirmeye çalışıyorlar.
Bu noktada söyleyebilirim ki, özgür basın daha da büyümek, daha da iddialı, daha örgütlü olmak zorunda. Aziz Köylüoğlu’nun açığa çıkardığı düzeyi daha da ileriye taşımak, hakikatleri daha yüksek sesle dile getirmek gerekiyor. Pes etmemek lazım. İktidarla kavga sürecek; eğer özgürlük derdimiz varsa, onurlu olma kaygımız varsa, basın bu yolda yürümeli. Özellikle gençler ve genç kadınlar bunu görüp kendi hakikatlerini haykırmalı.
“Önce savaşta gerçekler ölür” derler, bu söz en çok Kürt halkına karşı yürütülen örtülü, kirli savaşta geçerlidir. Bugün de öyle: Sadece Medya Savunma Alanları’ndaki savaştan bahsetmiyorum, topluma karşı da çok kirli bir savaş yürütülüyor. Özel savaş güçlerinin Kürdistan’da neler yaptığını tam bilmiyoruz. Tacizler, tecavüzler, uyuşturucu tacirlerinin oyunları, insan kaçakçılığı, göçertme politikaları… Hepsi son derece kirli. Bunları açığa çıkaracak olan da özgür basın geleneğidir. Gerçekler cesaret ve azimle yazılmalı, duyurulmalı.
Özetle, tüm basın emekçilerinin, özgür basın çalışanlarının başı sağ olsun; Aziz Köylüoğlu’nun hatırasına verilecek en iyi cevap, basın çalışmalarını, özellikle Başûrê Kürdistan’da, daha da büyütmek, özgür düşünceyi daha yüksek perdeden söylemek ve hakikati daha görünür kılmak olacaktır.
BASKI VE TUTUKLAMALARA KARŞI MÜCADELE DEVAM ETMELİ
Devletin özgür basına ve demokratik kesimlere yönelik operasyonlar ve tutuklamalar konusunda herkes biraz şaşkın: Bir yandan Önder Apo’yla görüşme var, çağrısı bekleniyor, ama kayyumlar atanıyor, gazeteciler tutuklanıyor. Türkiye daha fazla demokratikleşecek deniyor, ama antidemokratik uygulamalar artıyor.
Ben, en son söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Bu bir mücadele sürecidir. Değerlendirmelerimde de belirttim. Karşımızdaki iktidar, özellikle AKP-MHP ekseni, Türkiye’nin demokratikleşmesini istemiyor. Böyle bir dertleri yok. Devletin tüm alanlarına nüfuz etmişler, yargı ve güvenlik bürokrasisini ele geçirmişler. Bir tek yerel yönetimler kaldı. Orada da kent uzlaşısı veya farklı ittifaklar sonucu denetimlerini kaybettikleri yerde kayyum atıyorlar. Dört başı mamur tek adam diktatörlüğü yaratmak istiyorlar. Sürecin başında “yerel ve siyasi kolonları keseceğiz” dediler. Etkili olmadıkları yerel yönetimlerin hepsine el koyacaklarının işaretini verdiler. Bu da darbecilikle iç içe bir politikadır.
Buna karşı ne yapılmalı? Elbette mücadele edilmeli. Bazen şöyle bir algı oluşuyor: İmralı’da Önder Apo’yla görüşme var, herkes Önderliğin “kendini kurtarmasını” bekliyor. Sanki bir şey dese, Türkiye’deki tüm çatışmalar bitecek, Kürt sorunu bitecek, kadın sorunu bitecek, ekonomik kriz bitecek, kültürel sorun bitecek… Bu kadar hayalci olmamak lazım. Türkiye toplumunun ağır krizleri var; öyle bir beklentiye girip hayal kırıklığı yaşamak doğru değil.
AKP-MHP gerçeği, bölgede ve ülke içinde devam eden savaş durumunu, tehditleri, riskleri bir “giyotin” gibi Türkiye toplumunun tepesinde tutarak her şeyi teslim almaya çalışıyor.
Çok ilginç. Mesela bir televizyon kanalını akşamları takip ediyorum; gündem bulamamışlar, bu sefer de UFO’lara sarmışlar. “Türkiye’de nerede UFO görüldü?” diye konuşuyorlar. Bunu neden söylüyorum? Sürekli bir tehdit üretilecek, sürekli bir tehlike gösterilecek.
UFO bitti, ardından yer altındaki fayların hareketliliği başladı gibi iddialar öne sürüyorlar. Bu tehlikeler yok demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Fakat sürekli gerilim ve tehditle toplumu kendi talepleri etrafında örgütlenemez hale getirmeye çalışan bir özel savaş gerçeği var. Bunun görülmesi ve buna karşı güçlü bir muhalefet yürütülmesi lazım. Türkiye’nin gündemine sıkı sıkıya sarılmak gerek.
Türkiye’nin temel sorunu demokratikleşmedir. Kürt sorununun çözümü üzerinden Türkiye’nin demokratikleşmesi için tüm muhalefetin —CHP’den başlayarak diğerlerine ve en uç kesimlere kadar— bu gündem etrafında hareket etmesi gerekiyor. Böyle olmayınca mevcut iktidar, istediğini daha rahat yapabilecek bir konumda duruyor.
Mesela CHP’nin gündemine bakın. İktidar sert yükleniyor, ben de ağır konuşmak istemiyorum ama sürekli kendi iç meseleleriyle uğraşan bir ana muhalefet partisinin Türkiye’de nasıl bir etki gücü olabilir? Eğer hızlıca bu durumdan çıkmazlarsa, Türkiye toplumunu yeniden AKP-MHP rejimine mahkûm edecek bir tutum sergilemiş olurlar. Bu bir eleştiri, yanlış anlaşılmasın.
Gerçekten Türkiye’nin o kadar yakıcı sorunu var ki... O mu başkan olacak, bu mu başkan olacak tartışmaları sürerken, İstanbul’da pek çok belediye çalışanı gözaltına alındı. Kimsenin gıkı çıkmıyor. Sanki iktidarla muhalefet arasında bir zımnî anlaşma var. “Siz yapın, biz bakmayacağız” deniyor. Kürtler ve özellikle HDP karşısında böyle bir uzlaşma hâli söz konusu. Sürekli kayyumlar, gözaltılar, budamalarla iyice ezmek, iradesiz hâle getirmek istiyorlar. Yaşanacak gelişmelerde etkili olmayacak bir HDP veya Kürt muhalefeti hedefleniyor. Bunun için operasyonlar düzenleniyor. Belediyeler üzerinden örgütlenebilecek Kürt toplumu, ayaklanır veya hak talep ederse, ya da Önder Apo’nun devreye gireceği bir süreçte moral bulup kendini daha görünür kılarsa diye korkuyorlar. Bunların önünü almak için özel savaş operasyonlarına başvuruyorlar.
YENİDEN İNŞA ÇAĞRISI
Peki buna karşı ne yapmak lazım? Bu tuzaklara takılmadan eylem halinde olmak gerek. Ben Kürdistan toplumunu demokratik eylemselliğe çağırıyorum. Her yerde Kürt toplumu demokratik eylemselliklerini geliştirmeli. Eğer Önder Apo’nun geliştirmek istediği sürecin başarılı olmasını ve ondan pay almayı, o hakikatin parçası olmayı istiyorlarsa, özellikle gençler ve kadınlar başta olmak üzere, Türkiye’de demokratik serhildanı, demokratik halk muhalefetini daha güçlü kılmak zorunlu. Plan budur.
“Taşları bağlayıp köpekleri salmak” diye bir deyiş vardır; mevcut durumda da bir beklenti, bir umut havası yaratılırken, demokratik siyaset alanının, Kürt toplumunun elde ettiği kazanımları ellerinden almak istiyorlar. Mehmet Uçum gibi isimler buna sürekli bir kılık bulmaya çalışıyor. “Terörizmle ilgiliymiş, şu yasa kalkarsa kayyum da olmazmış” deniyor. Bunlar hikâye. AKP belediyelerdeki rant olanaklarına çöküyor. Böyle darbeci bir gerçeklikle mücadele etmek gerekiyor. Bunun yolu örgütlenmek, kendini eylemli kılmak, aktifleşmek ve korkmadan geri çekilmemektir.
İçinde bulunduğumuz dönem belki de en çok toplumsal hareketliliğin gelişmesi gereken bir süreç. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Kadınlar ve gençler öncülüğünde, başta Kürt toplumu olmak üzere Türkiye toplumu Önder Apo’yu anlamaya, Önder Apo’nun geliştirmek istediği süreci doğru kavramaya ve buna katılarak gerçekten özgür Türkiye, demokratik Türkiye, özgür Kürdistan, demokratik Kürdistan temelinde yeni bir Türkiye inşa etmeye çağrılıyor.
AKP “Türkiye 100 Yılı” veya “yeni bir Türkiye” inşa edeceğiz diyor ama Türkiye çökmüş durumda, pek çok boyutuyla iflas etmiş hâlde. Uluslararası dengeler açısından da bu çöküşün fiilen gerçekleşmesi pek imkânsız görünmüyor. İçten içe bu kadar çökmüş, adaletsiz, demokrasisiz, eşitliksiz, ahlaken yozlaşmış, çürümüş bir yerde neler duymadık? Bebeklerin öldürülmesinden çocuklara tecavüz edilmesine, kadınlara sokak ortasında saldırılara, bütün ailenin intihar etmesine kadar vahim olaylarla karşılaşıyoruz. Hele ki İslami değerlerle yoğrulmuş bir toplumsal yapıda bu noktaya gelinmesi tam bir çöküştür.
Bu nedenle bir yeniden inşa çağrısında bulunuyorum. Bu inşa, özgür ve demokratik Kürdistan ile Türkiye çerçevesinde olmalı. Tüm dostları, sosyalistleri, demokratları, aydınları, Türkiye’nin gerçek yurtseverlerini Önder Apo’nun geliştirmeye çalıştığı sürece sahip çıkmaya ve katılmaya davet ediyorum.”