Arap Monarşileri nasıl ayakta kaldı?

Katar kriziyle birlikte Ortadoğu’da hüküm süren ve çoğu İngiltere sayesinde ortaya çıkan veya ondan bağımsızlığını kazanan monarşiler nasıl ayakta kaldı? Bu soruya yanıt arıyoruz...

20’inci yüzyılda birçok Arap monarşisi özellikle ordu içinde gelişen büyüyen muhalefet tarafından alt edilirken, bu düşüşlerde ABD, dönemin Sovyetler Birliği veya İngiltere’nin payı olduğu hatırlarda.

Ancak Suudi Arabistan etrafındaki Körfez ülkelerinin monarşileri halen ayakta kalmayı başarırken, bunda sadece petrol üretiminin etkili olduğu söylenemez. Bu monarşilerin parayı kullanma biçimleri, kendi içlerindeki iktidar dengeleri ve istihdamda dışarıdan getirilen yoksul ülkelerden çalışanlara ağırlık vermeleri gibi örnekler çoğaltılabilir.

19 ve 20’inci yüzyıllarda ortaya çıkan bu monarşilerin hepsinin İngiltere veya kısmen de Fransa’nın güdümünde kurulduğu gerçeği malum.

MISIR

Mısır’da ise 19’uncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu tarafından vali olarak atanan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın soyundan gelenler 100 yılı aşkın bir süre bölgeye hakim oldular. 1805’te vali olarak Mısır’a atanan Mehmet Ali Paşa’nın Yunanistan’ın Kavala şehrinde doğmuş olsa bile Arnavut olduğuna dair iddialar belgeli değil. Aslen Konyalı olduğu oraya ise Erzincan İliç’ten göçen bir aileden geldiği ve kimilerine göre ise Kürt olduğu dahi iddia edilmekteydi.

Osmanlı’yla ilişkileri sürekli çekişmeli olan Mehmet Ali Paşa’nın soyundan gelenler 1882 yılında Mısır’ın İngiliz egemenliğine girmesi ardından da ülkeyi yönettiler. Mısır ve Sudan Hidivliği adı altında Osmanlılar döneminden beri oluşturulan devletin 1914’te sultanlık olarak kabul edilmesi ardından da bu ailenin üyeleri görevde kaldı.

Kral Faruk

Kral Faruk (1939)

Ülkenin İngiltere’den bağımsızlığını kazandığı 1922 yılından sonra I. Fuad bu sefer kral olarak görevine devam ederken, 1919’da kurulan ve daha milliyetçi bir tutumu olan Vafd Partisi’ne karşı İngilizlerin desteğini almıştı. I. Fuad’ın yerine geçen oğlu Kral Faruk da İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkedeki İngiliz askeri varlığına sessiz kalmış, Birinci Arap-İsrail Savaşı’nda alınan ağır yenilgi ardından ise ordu içinde örgütlenen Hür Subaylar Hareketi tarafından 1952’de tahttan çekilmeye zorlanmıştı. Yerine tahta geçirilen 6 aylık oğlu II. Fuad ise, 1953’te cumhuriyet ilanı ardından tahttan indirilerek babasıyla birlikte sürgüne gönderilmişti.

SUUDİLER

Adını 18’inci yüzyıl başlarına kadar Diriyah çevresinde hakim olan Suud bin Muhammed El Mukrin’den alan Suudiler ise, 1744’te Diriyah’da kurdukları ilk devletlerini 1818’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı’nın emriyle yıkmasına kadar yönetmişlerdi. Kureyş kabilesinden gelmeyen Suudiler, İslamın ilk dönemlerinde Hariciliği seçerken, sonraki dönemlerde Wahhabilik üzerinden sünni İslam’ı kabul etmiş bir aile.

1818’de yıkılan İlk Suudi Devleti’nin (Diriye Emirliği) son yöneticisi Abdullah bin Saud bin Abdülaziz ise, Osmanlılar tarafından esir edilmiş ve kimi işkence ve hakaretlerden sonra İstanbul’da idam edilmişti.

Suudilerin son imamının Osmanlılarca idamı ardından bu sefer Bedevilere sığınmış olan kuzeni Faysal bin Turki yeniden bu güçlere karşı savaşıyor ve başkenti Riyad olan İkinci Suudi Devleti’ni kuruyor. Bu devlet de 1891’de Suudilerin tarihi rakibi Reşidi ailesince ilhak ediliyor ve Suudiler o dönem İngilizlerin koruması altında olan Kuveyt’e kaçmak zorunda kalıyorlar.

1950lerde Suudi Kraliyet Aİlesi

1902 yılında Riyad’ı alan ve bugünkü Suudi Arabistan’ın kurucusu olan Abdulaziz bin Abdurrahman el Saud, aşamalı olarak Arap Yarımadası’nı ele geçirmeye başlıyor. Abdulaziz’in 1915 yılında o tarihte daha çok Mekke Şerifi olan Hüseyin’e destek veren İngilizlerle yaptığı bir anlaşma olduğu bilinirken, 1921’de Hail şehrini alarak Reşidilerin iktidarına son veriyor. 1924’te Hüseyin’i Mekke’den çıkarmayı başaran Suudiler, Hicaz, Cidde ve Nejd’i de aldıktan sonra 1932’de bugünkü Suudi Arabistan sınırlarının önemli bir kısmını içine alacak şekilde devletleşiyorlar. Sonrasında 1934 Taif Anlaşması’yla da askeri olarak yenilen Yemen’in Asir, Najran ve Jizan vilayetleri de Suudiler’e bırakılıyor. Abdulaziz bin Abdurrahman bin Saud’un 1901 ile 1932 yılları arasındaki iktidar savaşlarının o dönemki nüfusu sadece birkaç milyon olarak tahmin edilen ülkede en az 500 bin kişinin yaşamına mal olduğu tahmin ediliyor.

HAŞİMİLER: ÜRDÜN-IRAK

Arap ülkelerinde halen bazı ülkelerde hüküm süren kralların üyesi olduğu Hâşimîler vardı. 1908-1916 yılları arasında Mekke Şerifi, 1916-1924 arasında ise Suudiler tarafından devrilene kadar Hicaz Kralı olan Hüseyin bin Ali’nin de bu aileden olduğu iddia ediliyordu.

Ürdün Kralları

1916 yılında İngilizlerin desteğiyle Osmanlılara karşı isyana önderlik ettikten sonra 1919 Versailles Antlaşması’nı kabul etmemesi nedeniyle İngilizlerle de arası açıldı. Sonrasında İngilizlerin desteklediği savunulan Suudiler ve Wahhabiler tarafından yapılan saldırılarla güçten düştü ve 1924 sonrasında Ürdün’e geçti.

O dönemde Mavera-I Ürdün Emirliği adını alan Ürdün’ün emiri I. Abdullah da Hicaz Kralı Hüseyin bin Ali’nin oğluydu. 1921 yılında İngiltere mandasındaki Ürdün Emirliği’nin başına getirilen I. Abdullah, 1946’da ülkesinin bağımsızlığını kazanması ardından ise 1949’da Ürdün’ün ilk kralı oldu. 1951’de onun yerine gelen oğlu Talal bin Abdullah ise şizofreni hastası olduğu gerekçesiyle tahtı oğlu Kral Hüseyin’e devretti.

1952 yılında tahta çıkan Kral I. Hüseyin de, 1999 yılına kadar ülkeyi yönetmiş ve öldükten sonra tahta şimdiki kral II. Abdullah çıkmıştı.

Ürdün Emiri Hüseyin bin Ali’nin bir diğer oğlu Faysal bin Hüseyin ise 1920’de Fransız manda yönetimi tarafından kurulan ve kısa süren Suriye Arap Krallığı’nın başına getirilmişti. Kral Faysal, Filistin’i de içeren ve sonradan Lübnan’ın da dahil edildiği bu krallıktan Lübnan’daki bağımsızlık isyanından sonra tahttan indirilerek, bu sefer de Irak’taki İngiliz mandasına bağlı Irak’a 1921’de kral olarak getirildi.

Irak’ın 1932’de bağımsızlığını kazanmasının bir yıl ardından yaşamını yitiren Kral Faysal’dan sonra yerine geçen oğlu Gazi bin Faysal’ın ise Filistin’e yerleşen Yahudi kolonilerine karşı Filistinlilere destek verdiği tahmin ediliyordu. O dönemde İngiliz hakimiyetinde olan Kuveyt’in Irak’a ait olduğu iddiasında olan Gazi bin Faysal, 1939’da şaibeli bulunan bir ‘trafik kazasında’ öldü. O dönemde başbakan olan ve İngiltere’ye yakınlığıyla bilinen Nuri Said’in bu şaibeli ölümün arkasındaki isim olduğu iddia edilmişti.

1940larda Irak Kraliyet Ailesi

Babasının ölümü ardından henüz 4 yaşındayken Irak Kralı olan II. Faysal döneminde yönetimi 1953 yılına kadar fiili olarak amcası Abdullah bin Ali Haşimi ele almıştı. Prens Abdullah’ın da İngiltere’nin çıkarlarını savunan bir pozisyonda olduğu biliniyor.

KRALLIĞA KARŞI DARBEYİ YİNE BRİTANYA BOŞA ÇIKARDI

Öte yandan 1941 yılında Irak’ın İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere yanlısı kalıp Almanya’ya savaş ilan etmesine tepki gösteren Başbakan Raşid Ali Geylani taraftarı bir askeri darbe yaşanmıştı. Nisan 1941’de meydana gelen darbe sonrasında Kral II. Faysal ve amcası ülkeyi kısa süreliğine terk etmek zorunda kalırken, Britanya’nın askeri müdahalesi gerçekleşmişti. Nazi Almanyası ve İtalya’nın desteğine rağmen Irak ordusu 31 Mayıs 1941’de Bağdat’ı teslim etmek zorunda kalmış ve Başbakan Raşid Ali Geylani’nin de aralarında olduğu birçok darbeci subay ülkeyi terk etmişti. Irak bundan sonra Suriye-Lübnan’ı işgal eden Britanya için Sovyetler Birliği’yle birlikte İran’ın işgalinde üs olarak da kullanılmıştı.

Ancak Irak’taki kraliyet ailesinin tüm üyeleri ve uzun dönemler başbakanlık yapan Nuri Said gibi birçok isim 1958’deki askeri darbeye kadar yaşayabildiler.

SOVYET ETKİSİ NEDENİYLE BRİTANYA’NIN DESTEĞİ YETMEDİ

1 Şubat 1958’de Mısır ve Suriye’nin birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti adını almaları aynı aileden (Haşimiler) olan Ürdün ve Irak krallarını da bu yönlü bir birliğe itmişti. İki ülke Irak ve Ürdün Arap Federasyonu adıyla 14 Şubat 1958’de birleşirken, Ürdün Kralı olan kuzeni I. Hüseyin’den yaşça daha büyük olan II. Faysal, bu yeni ülkenin kralı olmuştu.

Ancak bu durum çok sürmedi ve Lübnan’daki karışıklıklar nedeniyle Bağdat’tan bir ordu gönderilmesini isteyen I. Hüseyin’e destek amacıyla yola çıkan general Abdulkerim Kassım komutasındaki ordu birlikleri yolunu başkente çevirmişti. 14 Temmuz 1958’de komünistlerin de desteğiyle gerçekleşen darbede Kral II. Faysal’ın yanı sıra halk arasında sevilmeyen amcası Abdullah, kraliyet ailesi üyeleri ve başbakan Nuri Said infaz edildiler.

Darbe yönetiminin ardından kurulan cumhuriyette Sovyetler Birliği yanlısı bir politika hayata geçirilmişti.  

Bu darbeden 3 gün sonra ise, Mısır lideri Cemal Abdülnasır yanlısı bir askeri darbeden korkan Ürdün Kralı Hüseyin, Britanya askerlerini ülkesine çağırmıştı. Sonrasında da zaten Irak ve Ürdün Arap Federasyonu adlı devletin ömrü tamamlanmıştı.

KATAR, BAHREYN, BAE, KUVEYT

Arap Yarımadası’nda günümüzde önemli petrol ve gaz yatakları sayesinde ciddi bir ekonomik güce sahip olan devletler olan Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Kuveyt de, diğerlerine benzer bir şekilde son iki yüzyılda güçlenen aileler tarafından yönetiliyor. Hepsinin de en önemli özellikleri bölgenin İngiliz kontrolüne girmeye başladığı 19’uncu yüzyıldan sonra ve petrol kaynaklarının bulunması sonrasında güçlenmiş emirlikler olması.

Katar’da iktidarda olan El Sani ailesinin bölgedeki hakimiyeti 19’uncu yüzyıla kadar giderken, bölgenin kısa bir süre Osmanlı egemenliğinde kalması ardından 1913’ten itibaren tümüyle İngiltere’ye bırakılmıştı. 1971 yılına kadarki İngiltere hakimiyeti bu yılda verilen bağımsızlıkla son bulmuştu.

BAE de 1971’de Zahid bin Sultan bin Nehyan’ın Britanya’dan bağımsızlığı almasıyla diğer emirliklerin birleştirilmesiyle kurulmuştu.

1970’LERDE ARAP-İSRAİL SAVAŞINI PETROL ÜZERİNDEN FIRSATA ÇEVİRDİLER  

Irak, Suriye ve Mısır’da krallıklar devrilirken Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE, Bahreyn ve Katar gibi ülkelerde ayakta kalmalarının en başlıca sebebi ise krallık veya emirliklerin dünya enerji ihtiyacını önemli oranda karşılayan petrol ve bazı doğalgaz yataklarına sahip olmalarıydı. 20’inci yüzyılın ilk yarısında Britanya’nın açık desteğiyle iktidarda kalan bu aileler, petrol kartını özellikle yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren ciddi bir şantaj aracına dönüştürmeyi başarmışlardı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa ülkelerindeki yeniden yapılanma ve barış döneminin etkisiyle de ciddi bir ekonomik kalkınma söz konusuydu. Fransız demograf Jean Fourastié’nin ‘Otuz Muhteşem Yıl’ (Les Trente Glorieuses) olarak adlandırdığı 1946-1975 arası bu dönemde birçok sanayileşmiş batı ülkesinde işsizlik yok denecek kadar az iken, Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkeleri dışarıdan gelen işçi göçüyle sanayilerini güçlü tutabiliyordu.

Sanayileşmiş ülkelerin büyük çoğunluğunun ise enerji ihtiyacının ciddi oranda Arap ülkelerine bağımlı olduğu bir dönem söz konusuydu.

ABD’nin 1971’den itibaren ülkelerin paralarının değerinin sabit dolar kuruyla belirlendiği Bretton Woods Anlaşması’ndan vazgeçmesi sonrasında doların düşmesi de petrol ihracatçısı ülkeleri olumsuz etkilemişti.

Yom Kippur Savaşı (1973)

Ancak tam da bu dönemde Mısır ve Suriye’nin 1967’deki 6 Gün Savaşı’nın da intikamını almak amacıyla başlattıkları 1973 Arap-İsrail Savaşı (Yom Kippur Savaşı), savaşa dışarıdan destek veren Körfez ülkeleri için tam bir fırsata dönüşmüştü. Bu dönemde Petrol İhracatçısı Ülkeler Örgütü (OPEC) üyesi ülkeler ise Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Libya, Cezayir, gibi Arap ülkeleriyle Nijerya, Endonezya, Venezuela gibi ülkelerden oluşuyordu.

6-26 Ekim 1973 arasında süren ve İsrail’in askeri taktik zaferiyle sonuçlanan bu savaşta ABD’nin İsrail’e desteğini gerekçe gösteren ve Kuveyt’te toplanan OPEC’in Arap üyeleri, önce petrol fiyatlarını yüzde 70 civarında arttırdılar. Arap ülkeleri, petrol üretimini yüzde 5 civarında düşürme kararı da almışlardı. Sadece Suudi Arabistan tek başına o dönemdeki dünya brüt petrol ihracatının beşte birini gerçekleştiriyordu.

Sonrasında ise İsrail’e verilen desteğin ‘bölgedeki rejimlerin düşmesine yol açabileceğini’ öne sören Suudi Kralı Faysal, ABD’ye petrol ambargosunu devreye koymuştu. Bunda özellikle 1973 başında ABD’nin mevcut petrol üretiminin ülkenin ‘sanayisinin ihtiyacını karşılamaya yetmeyeceği’ yönündeki bir tespiti de etkili olmuştu.

GELİRLERİ BİRDEN BİRE 4 KAT ARTTI

1973 yılına kadar varil fiyatı 3 doların altında olan petrol fiyatları iki aylık bir sürede 18 dolara kadar fırlarken, Aralık 1973’te yeniden toplanan OPEC ülkeleri petrol fiyatını 11,65 dolar seviyesine yükseltmişlerdi. Yine üretici devletlerin petrolden aldıkları pay da 2 dolar seviyesinden 8 dolar seviyesine kadar çıkmıştı.

Birinci Petrol Krizi olarak tarihe geçen bu olaylar sonrasında Avrupa ülkelerinin sanayi üretim maliyetleri yükselirken, bir çoğunda işsizlik oranlarının artmaya başladığı biliniyor. Bu kriz, aynı zamanda henüz nükleer veya yenilenebilir enerji kaynaklarını geliştirmemiş olan Avrupa ülkelerinin krallık ve emirliklerle yönetilen Arap ülkelerine olan enerji bağımlılığının da ne denli büyük olduğunu göstermişti.

Bu ülkelerin başında gelen Suudi Arabistan’ın 1950’de günlük 550 bin varil olan petrol üretimi, 2006’da günlük 10 milyon varile ulaşmıştı. Bu üretim petrol fiyatlarındaki düşüş nedeniyle ekonomik krizin doruğa çıktığı 2016’da ise 12,2 milyon varile ulaşmıştı. Kuveyt, Katar ve BAE’nün toplamında ise dünya petrol üretiminin yüzde 23’ünden fazlasına ulaşılıyor. Doğal olarak Irak’taki 1958 veya Arap Baharı’ndaki diğer liderlerin devrilmelerinde olduğu gibi batılı ülkelerin veya Rusya’nın olası müdahalelerinin çok fazla bir mantığı kalmıyor. Zira yenilenebilir enerjiler başta olmak üzere alternatif enerji kaynaklarının henüz petrolün yerini dolduracak düzeyde olmadığı ve dünya ekonomisinin 1973 benzeri petrol krizlerini çok fazla kaldıracak düzeyde olmadığı biliniyor.

HALEF SORUNU YOK, İKTİDAR ANCAK AİLE İÇİNDE DEĞİŞİYOR

20’inci yüzyılda yıkılan Arap monarşilerinden sonra 2011 yılında Tunus’ta başlayan ve neredeyse tüm Arap ülkelerine yayılan protesto gösterileri ve çatışmalardan günümüzdeki monarşilerin hiç birinin zarar görmeden çıkmış olması da dikkat çekiyor. Libya’da Muammer Kaddafi, Mısır’da Nasır ve sonrasında Enver Sedat’ın oluşturduğu katı devlet yapılanmasını 30 yıl yöneten Hüsnü Mübarek ve Tunus’ta Zeynel Abidin bin Ali gibi otoriter devlet başkanları iktidarı kaybetmişti. Suriye’de ise savaş 6 yıldır sürüyor.

Monarşiyle yönetilen Arap ülkelerinde ise ‘Arap Baharı’ denilen toplumsal rahatsızlıklar küçük bazı tavizlerle atlatıldı. Bunda en önemli etken olarak söz konusu ülkelerin yönetiminde bir ‘halef’ sorununun olmaması. Zaten çoğunun prenslerinin sayısı yüzlerle ve hatta binlerle ifade edilen bu aileler iktidarı her taraftan sararken, en önemli bakanlıklar, askeri ve bürokratik görevler zaten bu geniş aile yapıları içerisinde paylaşılmış durumda. Doğal olarak, Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halife Al Tani’nin 2013 yılında yaptığı gibi yetkilerini o zaman 33 yaşında olan oğlu Şeyh Temim bin Hamad Al Tani’ye aktarması gibi vakalar yaşanıyor.

Ya da Suudi ailesinde olduğu gibi, ülkenin kurucusu Abdülaziz’den sonra 7 oğlunun peşpeşe tahta çıkması ve sıradaki veliaht prensin de onun en küçük olduğu örneği verilebilir.

YABANCI ÜLKELERDEKİ YATIRIMLAR ÖNEMLİ BİR GÜÇ

Körfez monarşilerini ayakta tutan bir diğer gerçek ise, ‘petro-dolar’ olarak da bilinen trilyonlarca dolarlık gelirlerinin önemli bir kısmını batılı ülkelere yatırdıkları biliniyor. Örneğin 1990’lı yıllarda babasının sağlık durumu nedeniyle veliaht prens olarak ülke yönetiminde olan Şeyh Halife Bin Zayed El Nahyan, 2004 yılından bu yana da BAE başkanlığını yürütüyor. El Nahyan ailesinin toplam servetinin 150 milyar doları aştığı tahmin ediliyor.

Ayrıca Zayed el Nahyan’ın babası tarafından 1977’de kurulan Abu Dabi Yatırım Dairesi’nin günümüzde 800 ile 900 milyar dolar arasında bir varlığa hükmettiği biliniyor. Bu otorite aynı zamanda dünyanın en büyük ikinci servet fonu konumunda ve ABD başta olmak üzere her bir ülkede on milyarlarca dolara hükmediyor.

Gelişmiş ülkelere bankalar, spor kulüpleri, şirketler, okullar veya hisse senetleri olarak yatırılan fonlar trilyonları aşarken, bu fonlar monarşiler için bir tür garanti rolü de görüyor.

KENDİ İÇLERİNDE ‘DAYANIŞMALARI’

Nüfusunun çoğu Şiilerden oluşan Bahreyn’de kral Hamad bin İsa el Halife, 2011 yılındaki gösteriler sırasında düşüşe en yakın olan monarkların başında geliyordu. Benzer şekilde Umman’daki gösteriler de iktidarı tehdit ediyordu. Ancak o tarihte Körfez İşbirliği Konseyi tarafından kurulan bir fonla Bahreyn ve Umman’a 20 milyar dolar civarında bir yardım yapılmıştı.

İlginç bir şekilde toplumsal tepkilerin arttığı o dönemde Suudiler, Katar, BAE, Bahreyn, Kuveyt ve Umman’dan oluşan Körfez İşbirliği Konseyi’nin yine krallıkla yönetilen Ürdün ve Fas’a üyelik teklifi götürmesi de dikkat çekmişti. ‘Petrol monarşileri kulübü’ olarak da bilinen Konsey’in bir diğer görevinin de kaderleri birbirine bağlı olan bu ailelerin iktidarını sağlamlaştırmak olduğu aşikar.

EMEKÇİLER YABANCI OLUNCA TOPLUMSAL MUHALEFET DE OLMUYOR

Körfez’deki monarşilerin ayakta kalabilmesine bir diğer açıdan da bakmak gerekir. Her ne kadar Bahreyn ve Suudi Arabistan’da toplumsal tepkiler olsa da, bu daha çok Şii-Sünni mezhep çatışmaları ekseninde oluyordu. Oysa diğer Arap ülkelerinde az da olsa bir ‘yerli çalışan’ nüfus varken, yoksulluk aşırı boyutlara ulaşmıştı.

Suudiler, Kuveyt, Katar, BAE gibi ülkelerde ise çalışan nüfusun önemli bir kısmı yabancılardan oluşuyor. Bir ülkede toplumsal itirazın sağlam temellere oturabilmesi için öncelikle çalışan emekçi kesimlerin itiraz etmeleri gerekiyor. Ancak bu ülkelerin çoğu, zaten neredeyse çoğu işverenler tarafından vize ve pasaport şantajıyla çalıştırılan yabancılara yönelmişlerdi.

Örneğin Suudi Arabistan’da çalışan aktif nüfusun yüzde 80’i yabancılardan oluşurken, 2,6 milyonluk Katar’da toplam nüfusun yüzde 80’inin yabancılardan oluştuğu tahmin ediliyor.

Yani bu ülkeler petrol ve doğalgaz gelirlerinin verdiği imkanlar sayesinde getirdikleri yabancı çalışanlar tarafından yıkılmayacaklarından, tersine daha da güçlü konuma geliyorlar.