21 yıllık AKP iktidarının son bir yılın üzerinden örneklemle anlattığımız ekolojik yıkımın ikinci bölümünde Polen Ekoloji’den Cemil Aksu ile konuştuk. Türkiye’yi nasıl bir ekolojik tablo beklediğini anlatan Aksu, seçim sonuçlarına göre de bu tabloyu değerlendirdi. Aksu, ekoloji mücadelesinin kadın hareketlerinden gençliğe, sendikalardan siyasi partilere ve politik bütün alanda olması gerektiğinin de özellikle altını çizdi.
Türkiye ve Kurdistan’da 21 yıllık bir ekolojik tabloya baktığımızda tahribatın büyük boyutlarda olduğunu görüyoruz. 14 Mayıs seçimleri bitti. AKP oylarını düşürse de Cumhur İttifak’ı meclis çoğunluğunu aldı. Ekolojik olarak önümüzdeki dönem bizi nasıl bir tablo bekliyor?
Türkiye'deki ekolojik yıkıma ve bunun hem Cumhur İttifakı hem de Millet İttifakı'nın programlarına bakarak, özellikle de dünyadaki genel eğilimlerle beraber cevaplamak gerekiyor. Bu açıdan da aslında hem AKP'nin son yıllardaki performansını hem de burjuvazinin küresel ekonomik sistemdeki yeriyle ilgili tartışmalara bakarak şunu söyleyebiliriz: Türkiye'nin Cumhuriyet dönemi boyunca temel hayali ya da topluma sunulan hayal, “küçük ABD” olmaktı. Bütün sağ partilerce cumhuriyetin başında "muasır medeniyetler seviyesi" deniyordu buna, ama 40’lardan sonra ABD sayesinde de emperyalist kapitalist ülkelerle kurulan ilişki sonucunda, Türkiye'ye küçük Amerika vaat ediliyordu. Bu, siyasilerin temel vaatlerinden biriydi ama son yıllardaki Türkiye'deki kapitalizmin gelişmesine ve uluslararası küresel sistemdeki yerine baktığımız zaman bu rolünün küçük Çin olmaya doğru kaydığını görüyoruz.
Neden?
Çünkü özellikle NATO’nun doğuya doğru yayılmasına karşı Rusya'nın geliştirdiği stratejiler ve bunun sonucunda da Ukrayna'da çıkan savaş, ABD ve Batı ülkeleriyle Rusya ve Çin'e karşı adı konulmamış bir dünya savaşının başladığını gösteriyor. Buradaki stratejilere baktığımız zaman da Rusya'nın ve Çin'in hâkim olduğu temel ekonomi alanlarından yalıtılması ve bunun üzerinden de askeri, siyasi ve ekonomik bir yıkımla yüz yüze kalmasını sağlamayı hedefliyor. Bu sayede de aslında 2000’lerden beri devam eden durgunluktan ve krizlerden çıkamayan batı kapitalizminin, Rusya ve Çin'i yıkarak yeniden bir canlanmaya, bir yükselişe geçmesi hedefleniyor. Bu kutuplar arasındaki savaşı biz ABD'de Çin şirketlerine karşı kullanılan ambargodan, şimdi de Ukrayna'daki savaşın başlamasından sonra da Rusya'ya karşı konan ambargolardan görüyoruz ve bütün bu tartışmalar içerisinde Türkiye'ye de bir rol biçiliyor.
Biraz daha açarsak; nasıl bir rol bu? Türkiye’deki yansıması nedir?
Rusya'nın veya Çin'in dünya ekonomisindeki bağımlılığını azaltarak bunun yerini alacak ülkeler arıyorlar. Bu rolü Türkiye’de hem büyük sermaye örgütlerinin programlarında hem de partilerin programlarında görüyoruz ve bunun karşılığı da var. Çin, hepimizin bildiği gibi son 20-30 yılda dünyadaki bütün sektörlerde tedarik merkezi olarak işlev gördü ve bu sayede de son derece büyük bir ekonomik ve siyasal güce erişti. Askeri gücü de büyük oranda geliştirdi. Bugün Çin, otomotiv sanayinin üretim üssü. Teknoloji anlamında da, yani dijital teknolojiler anlamında da bir üretim üssü. Neredeyse A'dan Z'ye bütün sektörlerde üretim üssü. Dolayısıyla Çin'in kuşatılması ve geriletilmesi stratejisine bağlı olarak Avrupa ve Batı ülkelerinin ihtiyaç duyduğu ham maddeleri karşılayacak yeni üsler gerekiyor. Bu üslerden biri de Türkiye. Türkiye'nin de son beş yılda verilen madencilik ruhsatlarına ve maden sektörünün düzenlenmesiyle ilgili yapılan yasalara baktığımız zaman, buradan Türkiye'nin küçük Çin yapılmasından ne kastedildiğini, ne hedeflendiğini görebiliyoruz.
Sadece seçim sürecinde 701 tane maden alanı ihalesi yapıldı. Bunların büyük bir kısmı da, AKP'nin yüksek oranda oy aldığı bölgeler. Öte yandan yine bu süreçte yandaş medyaya baktığımız zaman da, neredeyse her gün “Elazığ'da dev maden sahası bulundu, Yozgat'ta altın madeni bulundu” diye haberler çıkıyor, bu haberlerin bir kısmı spekülatif olsa da büyük bir kısmı gerçek. İşin kötü tarafı Cumhur İttifakı'yla Millet İttifakı'nın programları açısından bu konuda da bir benzerliğin olması. İkisi de Türkiye'yi dünya ham madde ihtiyacının tedarik zincirlerinin üssü haline getirme planına tabi. Ve bu da aslında önümüzdeki dönemde çok daha büyük bir madencilik furyasıyla karşı karşıya kalacağımızı gösteriyor.
Nasıl bir tablo çıkar ortaya bu ihalelerle?
Önceki açıklamalarda gördüğümüzden hareketle, Artvin'in yüzde 74'ü, Çanakkale'nin yüzde 72’si, Muğla'nın gene yüzde 70 küsur alanının maden sahası ilan edildiğini düşünürsek, bütün bu alanların üretime açılması öngörülüyor. Artvin'in yüzde 70’inin madencilere satılacağını, hakeza Ordu'nun, Fatsa'nın, Türkiye'nin her yerindeki bütün maden alanlarının üretilme geçmesi için büyük bir hamle gerçekleştirmek istendiğini görüyoruz.
Peki, bizim payımıza ne düşüyor? Evet, Türkiye sonuçta cumhuriyetin başından beri kalkınıyor, gelişiyor ve bugün Türkiye dünyanın gelişmiş 20 ülkesinden biri. AKP döneminde de Türkiye çok büyük kalkınma hamlesi gerçekleştirdi. Yüzde 8'leri bulan büyümeler oldu. Ama bunun bize bakiyesi ne oldu? Gelir adaletsizliğindeki uçurum oldu. Neredeyse her yıl en az 2 bin işçinin iş cinayetlerinde ölmesi oldu. Büyük bir orman kaybı oldu, göllerin, nehirlerin kuruması ve kirlenmesi oldu, soğanın fiyatının 30- 40 liraları bulması oldu. Kentlerdeki yeşil alanların yok olması ve deprem toplanma bölgelerinin bile AVM'lere dönüştürülmesi oldu.
Dolayısıyla bu madencilik, enerji, turizm ve benzer üzerinden gerçekleştirilen kalkınma hamlelerinin topluma bakiyesi gelirinin yükselmesi, yaşam koşullarının iyileşmesi değil. Tam tersine hem çalışma koşullarının hem de yaşam koşullarının çok daha kötüleşmesi oldu. Hem AKP'nin programına, hem Millet İttifakı'nın programına baktığımız zaman da maalesef bunu değiştirecek bir tablonun bizi beklemediğini, çok daha kötüleşecek bir tablonun beklediğini öngörüyoruz.
Bu ekolojik yıkıma karşı bazen yerel bazen de genele yansıyan direnişler var. Ama çok büyük, genel bir ekoloji hareketi olduğu söylenemez; parçalı bir ekoloji hareketi var. Bir haber vardı; son seçimde İkizdere’de AKP yüzde 80 üstü oy aldı diye. Ekoloji hareketlerinin olduğu yerlerde AKP'nin çok oy almasına atıfta bulunan bir haberdi. Bu durumu böyle mi ele almalı? Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sadece ekoloji hareketlerinde değil birçok alanda buna benzer bir çelişkiyle karşı karşıya kalıyoruz. Deprem bölgesinde de AKP yaklaşık yüzde 10’a yakın oy kaybı yaşasa da birinci parti olarak çıktı. Daha öncesinden de, mesela Karadeniz'de insanlar ekoloji yıkıma neden olan projelere karşı çıksalar da, siyasi tercihlerde bulunurken genelde iktidar partisinden ya da devlet partisinden yana oy kullandılar. Burada hem sorunun ele alınışında hem de toplumun yaşadığı yıkımın boyutlarıyla ilgili nedenleri var. Konunun ele alışında şunu görüyoruz. Çoğu durumda insanlar bir projeyi, o şirketin ya da o bürokrasideki bazı kötü insanların yaptığı bir iş olarak görüyor. Ve bu mücadelelerini de o şirketin, o projesine karşı verilen bir mücadele olarak sınırlıyor.
Diğer taraftan da bu tür projelerin gerçekleştirildiği alanlar sonuçta tarım bölgeleridir ve aynı zamanda emekçi köylülerin büyük bir yıkım yaşadığı, geçim araçlarını kaybettiği ve yoksullukla, işsizlikle karşı karşıya olduğu alanlardır. Dolayısıyla insanlar büyük oranda geçimini sürdürmekle ormanını korumak arasında sıkışıp kalıyor ve zaten hiçbir yaşam ve gelir güvencesine sahip olmadıkları için de mecburen iktidarla, devletle karşı karşıya gelmeden onun sağlayacağı sosyal yardım ya da istihdam vaatlerini temel alarak siyasal tercihlerde bulunuyor. Bunda da şaşıracak bir şey yok. Bu halkın ahlaksızlığıyla ilgili bir sorun değil.
Son olarak önümüzdeki süreçte nasıl bir ekoloji mücadele hattı duruyor karşımızda, bunun toplam siyasetteki yeri nedir?
Türkiye'de maalesef ekoloji sadece çevre örgütleri denilen örgütlerin gündemi olmaya devam ediyor. Toplumsal muhalefetin daha kurumsal, daha büyük güçleri yani en azından siyasal partiler, sendikalar, konfederasyonlar ekoloji mücadelesini kendilerini özne olarak görmekten çok uzaklar. Örneğin KESK ve DİSK gibi işçi örgütlerinin, emekçi örgütlerinin ya da kadın hareketleri ve gençlik hareketlerinin ekoloji gündemiyle ilişkilerinin çok zayıf olduğunu görüyoruz.
Ekoloji meselesi sadece orman kaybı ya da su kirli hava kirliliği gibi algılanıyor. Bu çok dar bir bakış açısı. Sonuçta ekolojik yıkım işçinin bütün bu üretimlerde maruz kaldığı hastalıklardan, çalışma koşullarından, meslek hastalıklarından, sağlık beslenmesinden, stresten tutun biyoçeşitlilik kaybına kadar çok geniş bir spektrumu kapsıyor. Dolayısıyla bu bütünlüğün ele alınması gerekiyor. İşçiler sadece ormanlar kaybolmasın, yok olmasın diye mücadele etmemeli. Zaten ekoloji mücadelesi bununla sınırlanmamalı. Aksine bizzat o üretim faaliyetinin kendisinin sağlığında, kendi yaşam koşullarında yarattığı bir yıkım söz konusu, buradan başlamalı. Bunu değiştirmekle başlamalı.
Öte yandan toplumdaki diğer ekolojik yıkım süreçlerine karşı daha örgütlü mücadele etmek gerekiyor. Birleşik bir mücadele yürütmek gerekiyor. Aynı zamanda da konunun politik boyutlarını göz önüne alarak bir mücadele yürütmek gerekiyor. Aksi takdirde sadece sınırlı, yerel bir mücadele içerisine hapsolmuş oluruz. Bu da bizi ilerletmeyecek, karşı karşıya olduğumuz yıkımdan bizi korumayacaktır.