Savaş çocuk oyunu mudur?
Savaş mağduru çocuk yüzleri her gün ekranlarda. Sürgünlerde, enkaz diplerinde, çatışma seslerinin gürültüsünde çocukluklarını yaşayamadan büyüklerin ihtiraslarına kurban ediliyorlar.
Savaş mağduru çocuk yüzleri her gün ekranlarda. Sürgünlerde, enkaz diplerinde, çatışma seslerinin gürültüsünde çocukluklarını yaşayamadan büyüklerin ihtiraslarına kurban ediliyorlar.
Ortadoğu, tüm devletlerin mermi sıktığı bir tabelayı andırıyor. DAİŞ’ten tutalım da TC ordusuna, ABD-Rusya-İran-Suriye gibi bütün ülkeler bir çatışmanın seyrinde, Ortadoğu’da at koşturmanın peşindeler. Bu savaş ortamında en çok mağdur olanlar yine çocuklar ve kadınlar oluyor.
Savaş mağduru çocuk yüzleri her gün ekranlarda. Sürgünlerde, enkaz diplerinde, çatışma seslerinin gürültüsünde çocukluklarını yaşayamadan büyüklerin ihtiraslarına kurban ediliyorlar. Çocuklukları vuruluyor ulu orta yerde. Oyunları da çocuklukları gibi göçüyor topraklarından, hayallerinden.
Savaş içindeki çocukların oyun renkleri, oyuncakları değişmeye başlar. Hayallerinde artık ne doktor olmak, ne öğretmen olmak vardır. Çocuk oyunlarına bile, savaşın barut ve kan kokusu siniyor. Mülteci çocuklar, savaş alanlarının çocukları; artık misket, sek sek, top oynamıyorlar. Ellerinde tahtadan silahlar, savaş oyunlarına dalıyorlar kızlı erkekli.
Maxmur sokaklarında yürüyoruz. Çocuklar etrafta ellerinde tahtalarla duvarların etrafında koşturup duruyorlar. Ellerindeki tahtalarla sağa sola vurup ses çıkartıyor, yerlerde yuvarlanıyorlar. Yanlarında durup ne oynadıklarını soruyorum. İçlerinden cin gözlü bir çocuk; “YPG- çete oyunu oynuyoruz” diyor. “Biz de oynayabilir miyiz?” diyorum. “Tamam ama siz çete olun, biz YPG’li olacağız” diyor. “Niye?” diye sorunca; “YPG kahramandır, biz kahraman olacağız büyüyünce. Siz çete olun çünkü biz de kimse çete olmak istemiyor” diyorlar. Gülüyoruz onların bu trajikomik fikirlerine.
Ellerinde tahtalara vura vura yanımızdan kaçışırlarken bazıları da ağızlarıyla tak tak ya da bum bum sesleri çıkarıp, “sen öldüüün!” diye bağırıyorlar. Küçük bir kız, bir erkek çocuğun peşine takılmış tahtasını sallayıp duruyor. “Sen öldün. Niye kurnazlık yapıyorsun!” diye sızlanıyor, bir yandan da koşturuyor. Kızı kolundan tutuyorum. “Ne oldu, niye böyle kızmışsın?” diyorum. O ayaklarını yere vuruyor. “Bu erkekler yine mızıkçılık yapıyor. Onu vurdum ama diyor kızlar beni vuramaz. Ben onların mermileriyle ölmem diyor.” Savaş tüm çıplaklığıyla çocukların oyunlarına kadar girmiş. “Sen hangi taraftansın?” diyorum. O gülerek, elindeki silahı da kaldırıyor; “Tabii ki ben YPJ’liyim, o da çete. Onu vurup cehenneme göndereceğim” diyor. Başka bir soru daha sormama bile izin vermeden koşar adımlarla yanımdan ayrılıyor. Çocukların savaş oyunlarının orta yerinde bu sefer biz çocuk gibi şaşırıp kalakalıyoruz.
Etrafımızdaki savaşan çocuk çemberinin içinde yaşanan gerçekliklerin şaşkınlığını üzerimizden daha atamamışken iki çocuk arkamızdan yavaşça gelip belimize tahta silahlarını dayamışlardı bile. “Siz bizim esirimizsiniz!” Hemen ellerimizi kaldırıyoruz. “Teslim oluyoruz!” diyoruz gülümseyerek. Akıllı bıdık; en küçükleri, yanındakine işaret ediyor; “Üzerlerini arayalım, bunlar canlı bomba olmasınlar” diyor. Yüzündeki ciddiyet ifadesinden biz bile kendimizden şüphe ettik yani. Ellerimiz havada çocuk savaşçılarının insafına kalmıştık. “Yürüyün!” diyorlar. “Sizi karargahımıza götüreceğiz.” Onlarla yürüyüp bir evin avlusuna giriyoruz. Çocuklardan biri cebinden bir düdük çıkartıp çalıyor. Birkaç çocuk daha avluya geliyor. Biz oturmuşuz. Çocuklardan biri yanımızda, biri de kapıda durmuş diğerlerini içeri alıyor. Yanımızda durana ismini soruyorum Zindan diyor. Diğeri de Erdal’mış. “Erdal niye kapıda duruyor?” diyorum. “O nöbetçi şimdi, bir durum olursa haber verecek” diyorlar. “Bu çocuklar savaş konusunda baya bir eğitimliye benziyorlar” diyorum yanımdaki arkadaşa. Gülümsüyoruz. Dört beş çocuk bize bakıp bakıp gülüyor. Bize ne yapacaksınız? diye soruyoruz. Zindan bir komutan edasıyla hemen atılıyor. “Önce sorgu, sonra pişman olursanız sizi bırakırız” diyorlar. “Tamam biz pişmanız. Hadi bırakın” diyoruz. Zindan, “Yok, öyle kolay değil, önce bizi ikna edin” diyor. Ne yapacağımızı bilemeden onlara bakıyoruz. Bir kız çocuğu öne atılıp, “Ben onların sorgusunu yapayım mı Zindan?” diyor. Zindan ona ters ters bakıyor. “Yok Beritan! Ben komutanım. Ben yapacağım” diyor. Adının Beritan olduğunu öğrendiğimiz çocuk diretiyor. Zindan istemeyerek de olsa kabul ediyor. Beritan etrafımızda birkaç tur döndükten sonra; “Siz kimsiniz? Nereden geliyorsunuz? Pişman mısınız? Çetelerden ayrılacak mısınız?” diye sorularını sıralıyor birden. Ben de “Ben pişmanım, size katılacağım” diyorum. Seviniyor. “Tamam sen benim timimdesin” diyor. Bu kadar çabuk esir düşüp özgürleşmek de bir tek çocuk oyunlarında oluyor sanırım. Bizi oyunlarına dahil ediyorlar ve elimize iki tahta verip yemin edin diyorlar, ediyoruz.
Çetelerle savaşacağımıza dair yemin ettikten sonra onlarla birlikte avludan çıkıyoruz. Gerçek hayat bize oyun saati bırakmıyor. Onlarla vedalaşıp ayrılıyoruz. Gidişimiz çok da umurlarında değildi tabi. Ellerindeki tahtalarla, başka evlerin avlularında koşturmaya çoktan başlamışlardı. Biri arkamızdan bağırıyor; “Çeteleri görürseniz bize haber veriin!” Sanki gerçekten de bir şey yapabileceklermiş gibi. Yarınımız olan bu çocuklar, mülteci hayatlarında sürgüne göç etmiş hayalleri ve oyunlarıyla savaşın ortasında yaşıyorlar.
Êzidî, Kürt, Türkmen, Arap, rengi ne olursa olsun bu çocuklar savaşın içinde kendilerini büyütüyorlar. Çocukluklarını barut ve kan kokusunun içinde unutuyorlar. Bütün oyunların rengi savaşın yüzüne benziyor sokaklarda. Kız çocuklarının evcilik oyunlarında çeteler evleri basıyor, dağıtıyor. Doktorculuk oynarken bile tedavi ettikleri karın ağrıları olmuyor. Hastaları savaşta yaralananlar oluyor. Çocuklar savaşın ortasında masumluklarını korumak için, savaşın içinde büyümenin mücadelesini veriyorlar. Bu savaş sadece topraklarımızı, insanlarımızı katletmedi, çocukların oyunlarını da katletti. Çocukların hayallerini, düşlerini de katletti.