12 Mart 1971 faşist-askeri darbe yönetimi tarafından 6 Mayıs 1972 tarihinde idam edilen devrimci önderler Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın şehadetinin 51’inci yıldönümünü yaşıyoruz. Öncelikle bu devrimci önderler şahsında tüm kahraman şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyoruz. Şehadetlerinin 51’inci yıldönümünde amaçlarını başarmaya çok daha yakın olduğumuzu belirtiyoruz.
Bilindiği gibi, 1920’lerin başında kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şimdi yüzüncü kuruluş yıldönümünde olduğu gibi, 1970’lerin başında kuruluşunun ellinci yılında da önemli bir kriz durumunu yaşıyordu. Daha doğrusu yapısal nedenlerden ve güncel gelişmelerden kaynaklanan kriz süreci 1970’lerden itibaren başlamıştı. Cumhuriyetin ellinci yılında başlayan bu kriz durumu şimdi yüzüncü yılda ciddi bir kaosa ve çöküş sürecine dönüştü.
Kısaca 1970’lerin başında “Türkiye nereye gidecek?” sorusu yakıcı bir biçimde gündeme geldi. O zaman bu soruya farklı çevreler iki temel cevap verdiler. Ekonomik, askeri ve siyasi bürokrasinin oluşturduğu oligarşi, bu soruya “Türkiye faşist-oligarşik bir diktatörlük” olacak cevabını verdi. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbeleri işte bu cevabın gereğini yerine getirmekle görevliydiler. İşçi ve emekçilerin, aydınların ve gençlerin oluşturduğu devrimci hareket ise, söz konusu soruya “Türkiye demokratik cumhuriyet olacak” cevabını verdi. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya önderliğinde geliştirilen devrimci direniş işte bu amacı başarmayı hedefliyordu.
12 Mart 1971 faşist-askeri darbesi söz konusu görevin bir kısmını gerçekleştirerek, devamını 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesine bıraktı. 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesi, bu temelde kendini “Yeni kurucu irade” olarak tanımlayıp askeri temelde faşist oligarşinin inşasına girişti. Hatta buna bazıları “İkinci Cumhuriyet” bile dedi. Söz konusu faşist diktatörlük inşası Kurdistan’daki soykırımcı özel savaşla derinleşerek sonuçta kendisini AKP-MHP faşist diktatörlüğü olarak şekillendirdi.
Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya önderliğinde başlatılan devrimci gerilla direnişi ise, 1970’lerin sonundan itibaren Kurdistan’a kaydı ve 15 Ağustos 1984 Devrimci Gerilla Atılımı olarak hayat buldu. Önder Abdullah Öcalan öncülüğünde ve binlerce şehit verme temelinde sürdürülen bu direniş, bir yandan Kurdistan’da özgürlük ruhunu, bilincini, iradesini ve örgütlülüğünü yaratırken, diğer yandan da hem Türkiye demokratikleşmesinin nasıl olacağına cevap verdi ve hem de Kürt özgürlüğüne dayalı Türkiye demokratikleşmesinin temellerini döşedi.
Büyük bir tesadüf mü yoksa yaşam diyalektiğinin kendisi mi bilemeyiz ama, Apocu Hareket’in partileşme kararı ve silahlı direnişe karar vermesi de bir mayıs ayında oldu. 18 Mayıs 1977 günü Apocu Grubun öncülerinden Haki Karer’in MİT ve kontrgerilla tarafından Antep’te katledilmesi, Apocu Grubu böyle bir karara götürdü. Ardından 19 Mayıs 1978 günü Apocu militan Halil Çavgun’un Hilvan’da katledilmesi bilinen Hilvan Direnişi’ni ortaya çıkardı. 17 Mayıs 1982 akşamı ise Diyarbakır zindan karanlığını aydınlatan ‘Dörtlerin’ kahramanlık direnişi geldi.
Dikkat edilirse, Kurdistan’da PKK ismiyle örgütlenen özgürlük direnişinin ilk büyük şehadetleri de mayıs ayında yaşandı. Bu nedenle, PKK ve Kürt halkı tarafından Mayıs ayı “Şehitler Ayı” olarak tanımlandı. Şimdi yeni bir Şehitler Ayı yaşanıyor ve tüm bu şehadetlerin yıldönümleri oluyor. Haki Karer’le başlayan şehadet çizgisindeki Kürt Özgürlük Yürüyüşü, en son ilan edilen şehitlerimiz olarak Gulçîya Gabar, Pelşîn Newroz ve Dilxwaz Gabar ile sürüyor. Bu vesileyle, Haki Karer’le başlayıp Gulçîya Gabar’a kadar gelen tüm Kurdistan Özgürlük Şehitlerini de saygı ve minnetle anıyoruz.
Sonuç olarak, bundan elli yıl önce, cumhuriyetin ellinci yılında gündeme gelen “Türkiye nereye gidecek?” sorusunun kesin cevabı, şimdi cumhuriyetin yüzüncü yılında verileceğe benziyor. 14 Mayıs seçimleri tarihsel olarak işte böyle bir gelişme sürecine oturuyor ve elli yıldır cevabı aranan soruya cevap verme konumunda bulunuyor. Bu seçimleri bu kadar önemli kılan, işte böyle bir tarihsel gelişmeye dayanması ve yeni sürecin karakterini belirlemesi oluyor. Böyle tarihi bir mücadelenin, deyim yerindeyse hesaplaşmanın çok önemli bir durağı olması, onu bu kadar önemli kılıyor.
Demek ki 14 Mayıs seçimlerine basit yaklaşmamak ve yürütülen antifaşist demokratik devrim mücadelesinin çok önemli bir parçası olarak görüp ona göre davranmak gerekiyor. Birkaç gündür Avrupa’da oylar kullanılıyor ve oy kullanan bazıları “Bir oy Kılıçdaroğlu’na, bir oy Yeşil Sol Parti’ye” diyerek siyasi tutumunu ortaya koyuyor. Aslında bu deyim “Bir oy faşist sarayı yıkmak için, bir oy demokrasiyi kurmak için” anlamına geliyor. İşte bu kadar derin bir siyasi anlam taşıyor ve keskin mücadelecilik içeriyor. O halde 14 Mayıs’ta yapılan sadece bir oy kullanma değildir, ondan öte çok önemli bir siyasi eylem yapmadır. 14 Mayıs seçiminde oy kullanmaya işte böyle yaklaşmak gerekir. Elli yıldır verdiğimiz elli bin şehidin amacını başarmak için tarihi eyleme kalkış olarak görüp, seçim mücadelesini bu temelde yürütmek gerekir.
Dikkat edelim, biz şehitlerimizin amacını başarmak için haydi sandık başına ve faşist diktatörlüğü yıkıp demokrasiyi kurma sürecini başlatmaya derken, aynı güçte olmasa da faşist oligarşi de boş durmuyor. Tıpkı 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde olduğu gibi, AKP-MHP faşist sözcüleri yeni darbeleri hatırlatıyor. ‘Yönetimi kolay bırakmayacaklarını’ ima ederek, bazı demokratik çevreleri korkutmaya çalışıyor. İlk seçim propagandasına bakıp yıkılacağını görünce, seçim sürecine müdahale anlamında baskı ve tutuklamaları artırmış bulunuyor. Son haftada yapılan baskınlar ve tutuklamalar tamamen bu çerçevededir. Özellikle özgür basına yönelik saldırılar, tamamen demokrasi hareketinin sesini kısma amaçlıdır.
Önce de belirttik, AKP-MHP faşist saldırıları, tamamen seçimi kaybedeceklerini görme ve anlama sonucudur. Zaten demokratik, adil ve eşit bir seçimde faşist şef Tayyip Erdoğan’ın kazanma imkanının olmadığı ortadadır. İşte bunun verdiği korku, daha şimdiden demokratik çevrelere dönük artan baskılara dönüşmüştür. Belli ki AKP-MHP faşizmi bir ölçüde direnmeye çalışacaktır. İktidarı öyle kolay vermek istemeyecek, her türlü hile ve baskı ile yönetimde kalmak isteyecektir. Bu nedenle, giderek gerginliği ve şiddeti artırması ve önümüzdeki süreçte daha fazla saldırması söz konusu olabilir.
O halde, devrimci-demokratik güçler olarak biz ne yapmalıyız? Birincisi, 14 Mayıs seçiminin tarihi önemini görerek, ona göre yaklaşmalı ve herkesi sandığa götürüp oy kullanmasını sağlamaya çalışmalıyız. Oysa basına yansıyan bazı bilgilere göre, örneğin Avrupa’da seçime yaklaşım tam böyle değildir. ‘Oy kullanım oranının yetersiz olduğu’ belirtilmektedir ki, bunun kabul edilmesi mümkün olamaz. Zira oy kullanma süresi tamamlanmak üzere ve herkesin elini çabuk tutması için çağrılar var. Biz de bu çağrılara katılıyor ve seçim için seferber olmak gerektiğini belirtiyoruz.
İkincisi, AKP-MHP faşizmi sadece şimdi saldırmıyor, önce de saldırıyordu ve yaşadığı müddetçe de saldıracaktır. Zaten faşizm saldırı demektir. O halde, saldırılardan yakınmak değil de, hem her türlü saldırıya hazır olmak ve hem de her türlü saldırıya karşı direnmek gerekir. Seçim süreci antifaşist direnişin en çok yükseleceği bir süreçtir. Faşizm saldırıyorsa, yenileceğini gördüğü ve bundan korktuğu içindir. O halde, her zamankinden fazla böylesi dönemlerde direniş kazandırır. Demek ki her türlü saldırıyı direnişle karşılamalı ve biz de mücadele etmeliyiz. Tutuklanan her gazetecinin, propagandacının yerini on kat büyüterek doldurmalıyız. Geri çekilme ve sinme yok, her zaman faşizmin üzerine yürüme ve onu yıkma vardır. Kesinlikle hepimiz böyle davranmalıyız. Mahir’lerin, Deniz’lerin, İbrahim’lerin, Haki’lerin elli yıl önce başlattığı demokratik devrimi, 14 Mayıs seçimlerini de değerlendirerek biz daha da ilerletip tamamlamalıyız. Büyük şehitlerimizin amacını mutlaka başarmalıyız.
Kaynak: Yeni Özgür Politika