AKP-MHP faşizminin yol açtığı bu kadar ağır soruna, derinleşen krize, baskı ve sömürüye, işkence ve katliama, terör ve savaşa rağmen, Türkiye’de kitleler neden daha fazla sokağa dökülmüyor; neden daha fazla ve kitlesel olarak AKP-MHP faşist yönetiminin üzerine yürünmüyor; neden işçiler fabrikalara, öğrenciler okullara, gençler sokaklara, kadınlar her yere el koymuyor? Neden bütün bunlar sınırlı düzeyde yapılıyor, küçük grupların hareketi olarak kalıyor, ancak kısa sürelerle kitleler hareket edebiliyor?
Kuşkusuz bu durumun birçok nedeni var. Belli ki kitlelerin gerçek durumu anlamaları zayıf. Eğitim ve örgütlenmeleri yetersiz. Öncülük düzeyi yeterli değil. AKP-MHP faşizmi çok gaddar ve acımasız. Demokrasi ittifakı zayıf ve muhalefet birlik içinde değil. Bunlar ve benzeri başka birçok neden sayılabilir.
Fakat önemli bir nedenin de kitlelere dönük ajitasyonun zayıf ve yetersiz olduğu kesin. Hem örgütler düzeyinde ve hem de basın düzeyinde durum böyle.
Gerçekten de devrimci-demokratik harekete ve özgür basına propaganda dili çok hakim. Ajite etme ve bu temelde kitleleri etkileme zayıf kalıyor. Durmadan yaşanan olaylar geniş geniş izah ediliyor. Bu temelde bin bir türlü neden veya gerekçe sıralanıyor.
Öyle yapılıyor ki, sonuçta her şey bir zorunlulukmuş gibi gösterilerek adeta kanıksatılıyor. Yaşanan çok ağır baskı ve zulüm normalleştiriliyor. Adeta ‘faşizmdir, elbet böyle yapar’ noktasına getirilerek yaşanan olayın olumsuz etkisi azaltılıyor. Anlayışta normalleştirme ve dilde etkisizlik ortaya çıkıyor.
Örneğin verilen sözde ceza bile bitmiş olmasına rağmen, devrimciler fazladan zindanlarda mı tutuluyor? İşkenceyle insanlar intihar etmeye mi zorlanıyor? Hastalıktan insanlar mı yaşamını kaybediyor? Çoğunlukla tüm bunların gerekçesi hazır.
Zaten ülkede AKP-MHP faşist diktatörlüğü var! Zaten insanlar hukuki tutuklu değil, siyasi rehine! Devrimci-demokratik siyasetçilere karşı zindanlarda rehine politikası uygulanıyor! Ve benzeri gerekçeler peş peşe sıralanıyor.
Kuşkusuz bütün bu belirtilenler yanlış da değil. Hepsi olayı ifade eden gerçeğin bir yönü konumunda. Fakat bu nedenler çok sıralanırsa, o zaman adeta yapılanlar normalmiş gibi bir hal alıyor. ‘Adeta böyle bir yönetim varsa bu tür olaylar da olur’ gibi bir algı ortaya çıkıyor. Bu da olayı bir tür yumuşatıyor, insanları etkileme düzeyini zayıflatıyor. Böylece insanların refleksi zayıflıyor ve tepki göstermeleri azalıyor.
Oysa zindanlarda insanlar ölmüyor, tersine öldürülüyor. İşkence yapılarak, hasta edilerek, baskı ve zulüm uygulanarak insanlar ölüme götürülüyor.
Önder Apo demişti; İmralı’da ölme olmaz, öldürme olur! İşte bu gerçek bütün zindanlar için geçerlidir. Zindanda normal ölüm olmaz, öldürme olur; insanları zindana koyan devletin onları öldürmesi gerçekleşir. Yani bir tür idamdır bu. Hem de ‘idam yoktur’ denilerek ve adım adım gerçekleştirilerek yapılan idam!
Örneğin Garibe Gezer öldürülmüştür, yani bir tür idam edilmiştir. Abdülrezzak Şuyur ve Halil Güneş öldürülmüştür. Hatta Salih Togrul da öldürülmüştür. Bütün tutsaklar böyle her an adım adım öldürülmektedir.
Gerisi boş laftır, gerçeğin üzerini örtme çabasıdır. Bilmem intihar mı etti, birisi mi öldürdü? İçerde mi öldü, dışarda mı öldü? Hastalığı tedavi edilerek mi öldü, edilmeden mi öldü? Bu tür soruların fazla bir anlamının olmadığı açıktır.
Peki tutsak ölmüş müdür? Evet! Zindanda mı ölmüştür? Ona da evet! Zindanda olduğu için mi ölmüştür? Buna da evet! Zindanda tutulmasından devlet mi sorumludur? Kuşkusuz evet! Devlet niçin orada tutuyor? Belli ki çok yönlü öldürmek için. O halde çok fazla bu tür nedenleri sorgulamanın anlamı yoktur.
İmralı zindanını yapan General Hurşit Tolon ne demişti? “Orada bir kez değil, her an ölecek” demişti. İşte bütün zindanlar böyledir ve zindanın esası budur. İnsanları öldürmek için vardır.
Gerçek böyleyken, hep nedenleri sorgulayarak olayı normalleştirmek yerine, biraz da olayın anlamına bakalım. Sonucuna bakalım. Tutsaklar AKP-MHP faşizminin zindanında öldürülmüştür. Şimdi içerde olan on binlercesi böyle öldürülmektedir. Sadece hasta olanlar değil, oralarda olanların hepsi öldürülmektedir.
Açık ki devlet insanları zindanlara doldurup çeşitli nedenlerle öldürmektedir. Açıkça katliam yapmaktadır. İşte biraz da bu sonuca bakalım.
Yaşanan başka birçok olay da böyledir. Örneğin işçi ve memur, öğretmen ve akademisyen işinden atılıyor; bilmem neden atıldı diye tartışılıp duruluyor.
Nedeni ne olursa olsun, insanlar işten atılıyor ve çocuklarıyla birlikte aç ve susuz kalıyor. Nedenine değil de, biraz da olayın yol açtığı sonuca bakalım. Söz konusu sonucun vahametini görelim.
Örneğin doların değeri her gün neredeyse bir lira artıyor ve böylece her gün bir liranın alım gücü yüzde on beş veya yirmi azalıyor. Bir de yapılan zamlara ve artan pahalılığa bakalım.
İnsanlar yaşayamaz, adeta ekmek bulamaz hale geliyor. İşte ortaya çıkan bu sonuca bakmak yerine, özellikle bazı çevreler tarafından buna yol açan nedenler durmadan tartışılıyor. Böylece adeta insanlar uğradıkları sonucu göremez hale getiriliyor.
Günümüz Türkiye’sindeki yaşamın hepsi böyle. Adeta her açıdan tam bir felaket yaşanıyor. Her gün birçok cephede savaş var ve durmadan gençler vuruluyor ve ölüyor.
Tabi bu durum görülüp ifade edileceğine, durmadan ordu-millet edebiyatı, Kürt ve insanlık düşmanı şovenizm, gelişen sözde teknik güç tartışılıp toplumun önüne konuyor.
Ne dedi Tayyip Erdoğan: "Siz bir mermi kaç liradır biliyor musunuz?" dedi ve bunun tartışılmasını istedi. Peki o mermilerle günde kaç kişi vurulup öldürülüyor? Tabi işin bu tarafının görülmemesi için yoğun maskeleme, gündem saptırma yapılıyor.
Türkiye’de ortalama her gün bir kadın erkek-devlet egemenliği tarafından öldürülüyor. Birkaç işçi sözde iş kazasında öldürülüyor. İdlib’de, Efrîn’de, Serêkanîyê’de, Medya Savunma Alanlarında, Kürdistan dağlarında her gün ölümler oluyor.
Libya’da, Karabağ’da insanlar ölüyor. 12 Eylül darbe düzeninde olduğu gibi zindanlardan tabutlar çıkıyor. İnsanlar aç, geçinemiyor. Öğrenci barınacak yurt bulamıyor. İşçi, çiftçi, hayvancılık yapan çalışamıyor; çeşitli nedenlerle iş yapamıyor. Zindanlar tıka-basa dolu. Özgürlükler yok; insanlar düşüncelerini söyleyemiyor. Türkiye bir felaketin içinde, AKP-MHP faşizmi bir karabasan gibi çökmüş.
Şimdi bunların nedenlerini araştırıp ifade etmeye propaganda deniyor ve de eğitim görevi yerine getiriyor. Fakat olanların ne anlama geldiğini ve ne tür sonuçlar verdiğini belirtmeye de ajitasyon deniyor.
Sadece propaganda etmek olayları ve nedenlerini gösteriyor; fakat yol açtığı vahim sonuçları tam göstermiyor. Bu tür sonuçları çarpıcı bir biçimde ifade etmeye de ajitasyon deniyor. Propaganda eğitirken, ajitasyon insanları daha çok etkiliyor ve de harekete geçiriyor.
Kuşkusuz en iyisi propaganda ve ajitasyonu iç içe yapmak ya da bir denge içinde yapmak oluyor. Fakat bu yapılamazsa da o zaman her ikisine de gereken yeri vermek gerekiyor. Türkiye’de bu dengenin propagandadan yana ağırlık bastığı açıktır. Dolayısıyla kitleleri etkileyip sokağa dökecek ajitasyon zayıf kalıyor. Bu da AKP-MHP faşizminin işine yarıyor. Bunu hem örgütler ve hem de özgür basın düzeyinde aşmalıyız.
Yaşananları biraz daha fazla ve çarpıcı ortaya koyup kitlelere götürmeliyiz. Açıklama ve bildiriler daha çok ajite edebilmeli. Sokaklar bu yönlü daha çok kullanılmalı.
Yaşadığının normal değil, bir felaket durumu olduğu insanlara daha etkili ve yeterli götürülmeli. O zaman faşist zulme karşı sokağa dökülme ve faşizmi yıkıma götürme eylemleri daha çok gelişir.
Kaynak: Yeni Özgür Politika