Abdullah Öcalan: Kadın köleliği aşılmadan diğer kölelikler aşılamaz

Hiyerarşik sistemle başlayan kadının içine alındığı statü çözümlenmeden ne devlet ne de dayandığı sınıflı toplum yapıları izah edilebilir. En temel yanılgılardan da bu nedenle kurtulunamaz.

ABDULLAH ÖCALAN'IN DEĞERLENDİRMELERİ

Hiyerarşik toplumun ilk kurbanı ana-kadının evcil düzeni oldu. Kadın belki de toplumsal sistemde ezilen kesimlerin başında gelmektedir. Tarih öncesinde yaygın olarak yaşanan bu sürecin sosyal bilimlerde yer bulamaması da çok köklü erkek egemen toplumun yerleşik değerlerinden ileri gelmektedir. Kadının adım adım hiyerarşik topluma çekilmesi ve tüm güçlü toplumsal özelliklerini yitirmesi toplumda gerçekleşen en temel karşı devrimdir. Günümüzde yoksul emekçi bir ailede kadının durumu incelendiğinde bile, bu baskı ve aldatmacanın vardığı boyutları dehşetle karşılamamak mümkün değildir. En basit nedenlerle namus ve aşk cinayetlerinin erkeğin tekelinde olması olup bitenin ufak bir göstergesidir. Bu süreci biyolojik farklara bağlamak en temel bir yanlışlık olacaktır. Toplumsal ilişkilerde biyolojinin rolü veya yasaları geçerli olamaz. Olsa olsa eril ve dişil özelliklerin karşılıklı ilişkileri değerlendirilebilir ki, bu da tüm türler için geçerli bir husustur. Ana-kadın kültü esas olarak toplumsal nedenlerle tahakküm altına alınmıştır. Uygulanan baskı ve ideoloji tamamen bu nedenledir. Bunu cinsel güdü ile, psikolojiyle izah etmeye çalışmak vahim bir saptırmadır. 

Avcılıkta güçlenen ve çevresinde bir grup örgütleyen güçlü adam, bu gücünü iyice fark ettikten ve kabul ettirdikten sonra ana-kadının evcil düzenini yavaş yavaş kontrolüne almıştır. Bu süreç ilk site devletlerin kuruluşuna kadar devam etmiştir. Bunun en şahane açıklamasını Sümer şehir devletlerinde görmekteyiz. Yazılı tabletler bu gerçekliği çok çarpıcı bir şiirsel dille anlatmaktadır. Sümer şehir devletini başlatan Uruk Tanrıçası İnanna’ya ait destan çok çarpıcıdır. Kadın kültü ile ataerkil kültün halen dengede olduğu bir dönemi yansıtan bu destan çok çetin geçen bir sürecin anısını dile getirmektedir. İnanna’nın Uruk Tanrıçası olarak, Eridu tanrısı ‘Enki’nin sarayına gidip, oradan daha öncesinde kendisine ait olan 104 ‘me’sini çeşitli yöntemlerle ele geçirmesi ve Uruk’a kaçırması bu dönemi izah etmede kilit bir role sahiptir. ‘Me’lerle kastedilen, temel uygarlık buluşlarıdır. İnanna bu buluşların ana-tanrıçaya ait olduğunu, bunda erkek Tanrı ‘Enki’nin rolünün olmadığını ve kendisinden zorla ve kurnazlıkla çaldığını ısrarla vurgulamaktadır. İnanna’nın tüm çabası bu ana-tanrıça kültünü tekrar ele geçirmektir. 

Bu destanların M.Ö. 3000’lerde söylendiği tahmin edilebilir. Bu dönem ana-kadının gücünün halen dengede olduğu bir dönemdir. Bu tarihlerden sonra adım adım gerileyen bu kült ve kültür o kadar acımasızlığa tabi tutulur ki, kadın daha sonra kendisini dönemin uygarlık merkezi (bugünün New York'u) Nippur’da ‘musakkatin’ denilen genelevde bulur. Sümer rahibi zigguratta kendisine bir harem kurarken, halk için de genelev oluşturulur. M.Ö. 2000’lerde yazılan Ennuma Eliş Destanı’nda Tanrıça Tiamat artık korkunç bir cadıdır ve paramparça edilmesi gereken kadını temsil etmektedir. Bu korkunç söylem gerçekleştirilen mahkûmiyeti yansıtmaktadır. Daha sonrasını tek tanrılı dinler ve burjuva toplum sisteminin kafese tıktığı tatlı sesli ve süslü püslü kadın tamamlamaktadır. Tarihsel-toplumsal sistemlerde kadının içine sokulduğu statünün yoğun bir ideolojinin propagandasına tabi tutulması o kadar ilerlemiştir ki, bizzat kadın zihni bile artık buna kader diyebilmekte ve gereklerini yerine getirmeyi kaderin gereği saymaktadır. Tek tanrılı dinler tanrı emri saymaktadır. Yunan felsefesi kadını zayıflık etkeni olarak göstermektedir. Kaba bir madde yığını, erkeğin sürdüğü tarlası gibi her türlü alçaltıcı yaklaşım kadına layık görülmektedir. 

HİÇBİR SOSYAL BİLİMDE KADININ YERİ GERÇEKÇİ OLARAK KONULMAMIŞTIR

Hiyerarşik sistemle başlayan kadının içine alındığı statü çözümlenmeden ne devlet ne de dayandığı sınıflı toplum yapıları izah edilebilir. En temel yanılgılardan da bu nedenle kurtulunamaz. Kadın bir cins olarak değil, bir insan olarak doğal toplumdan koparılıp en kapsamlı köleliğe mahkûm edilmektedir. Diğer tüm kölelikler kadın köleliğine bağlı olarak gelişmektedir. Dolayısıyla kadın köleliği çözümlenmeden diğer kölelikler çözümlenemez. Kadın köleliği aşılmadan diğer kölelikler aşılamaz. Doğal toplumun bilge kadını ana-tanrıça kültünü binlerce yıl yaşamıştır. Her zaman yüceltilen değer ana-tanrıçadır. O zaman bu en uzun süreli ve kapsamlı toplum kültürü nasıl bastırıldı ve günümüzün süslü püslü kafes bülbülüne dönüştürüldü? Erkekler bu bülbüle bayılabilirler, ama o bir tutsaktır. En uzun süreli ve derinlikli bu tutsaklık aşılmadan, hiçbir toplumsal sistem eşitlik ve özgürlükten bahsedemez. Kadının özgürlük ve eşitlik düzeyinin toplumun bu yönlü düzeyini belirlediği yargısı doğrudur. Daha doğru dürüst bir kadın tarihi yazılmamıştır. Hiçbir sosyal bilimde kadının yeri gerçekçi olarak konulmamıştır. Kadına en saygılıyım diyen bile, bunu ancak kadın kendi tutkularına alet olduğu oranda geçerli bir hüküm olarak belirler. Cinselliği dışında kadın bir insan dostu olarak günümüzde bile hiçbir erkek tarafından kabul edilmez. Dostluk erkekler arasında geçerlidir. Kadından dost demek, ikinci gün cinsel skandal demektir. 

BİLİM CİNSİYETÇİDİR

Sistemin toplumsal özelliklerini en çok da kadında çözümlemenin öğretici değeri yüksektir. Baştan söylenmesi gereken bir husus da, herhangi bir toplumsal olguyu kendi başına siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel vb. ayrımlar altında incelemenin ciddi sakıncalar içerdiğidir. Tarihsel bütünlük halinde sürekli bir oluşumu yaşayan toplumların tüm alt ve üst yapı sistemleri bir saatin parçaları gibi bütün halinde çalışırlar. Aşırı parçalara bölme hastalığı, Batı bilimciliğinin olgunun bütünlüğünü göz ardı eden özelliğinden kaynaklanır. Bilimsel olarak da gerçeğin kavranmasını önemli oranda zorlayan bu yaklaşımı kullanırken bütünselliği göz ardı etmemek çok önemlidir. 

Kadın adeta tüm sistemin bir özeti olarak görülmeli ve öyle çözümlenmelidir. Kapitalist toplum nasıl tüm eski istismarcı toplumların devamı ve zirvesi ise, kadın da tüm bu sistemlerin köleleştirici etkisinin zirvesini yaşar. En eski ve en yoğunlaşmış hiyerarşik ve devletçi toplumun baskı ve sömürü cenderesinde biçimlenen kadını anlamadan toplumu doğru tanımlayamayız. Etnik, ulusal ve sınıfsal köleliğin doğru anlaşılmasının yolu kadın tanımından geçer. Sosyal bilimin adeta mızrak çuvala sığmazken kadını azıcık da olsa bilim konusu yapması ve kadın konusunda incelemelerde bulunması 20. yüzyılın son çeyreğine mahsustur. Feminist hareketin gelişimi, çevre, savaş ve iktidarların korkunç yıkımı, tarihin ve egemenliğin cinsiyetçi karakterini düşündürtmeye başlamıştır. Bu husus bile en objektif olması gereken sosyal bilimler de dahil, tüm bilimsel yapının cinsiyetçi karakterini gösterir. Bilim cinsiyetçidir. 

HİÇBİR VARLIK KADIN KADAR TUTSAKLIĞA MAHKUM EDİLMEMİŞTİR

Pozitif olarak kadını yorumlamayı sonraki bölüme bırakırken, kapitalizmin geleneksel köleliğe ne getirdiğine bakalım. En başta kapitalizmin özgürlük getirmesinin sistemin özüne ters olduğunu iyi belirlemeliyiz. Kapitalizm gelenekleri yırttığı için kadının etrafındaki zincirler de parçalanmıştır iddiası, aldatıcı yanı yüksek olup tam bir çarpıtmadır. 

Tahakkümcü sistemlerin özgürlükle ilişkisi, daha kaba ve ince yöntemlerle nasıl sürdürülebilir biçimindedir. Adına çokça aşk destanı düzülen kadınla en kaba ve çirkin köleliğe maruz kalan kadın aynıdır. Kadın kafese -erkek hakimiyetindeki eve- alınan kanarya misalidir. Belki sevimlidir ama tutsaktır. Kuş bırakıldığında nasıl arkasına bakmadan uçup giderse, biraz bilinçlenen ve gideceği özgür bir yerin olduğunu bilen kadının kaçamayacağı ev, saray, zenginlik, güç ve insan kişiliği yoktur. Hepsinden kaçma potansiyeli vardır. Hiçbir varlık kadın kadar tutsaklığa -özgür gelişmenin objektif ve subjektif koşullarını bastırma ve yok etme- mahkûm edilmemiştir. Tüm toplumsal tahlillerin tutmamasının, planlar ve programların yürümemesinin ve insanlık dışı gelişmelerin ortaya çıkmasının da kadının kölelik düzeyiyle bağlantısı vardır. Bu nedenle kadın çözümü, özgürlüğü ve eşitliği sağlanmadan, hiçbir toplumsal olgunun yetkin çözümü ve özgürlük-eşitliği sağlanamaz. 

Kapitalizmin sisteme eklemesi ile ortaya çıkan kadın görünümünü metalaştırma düzeyinde görmek bizi gerçeğe daha çok yaklaştırabilir. Klasik kölecilikte kadının pazarlarda çokça alınıp satıldığını iyi biliyoruz. Bu durum cariyeler biçiminde feodal kölelikte de yaygınca sürdürülmüştür. Burada satılan bütün olarak kadındır. Başlık, siyasi rant bu işlemin aile içine kadar yansımış biçimleridir. Kapitalizmde ise kasabın yaptığına benzer biçimde gövdesi parçalara ayrılarak her kısmına fiyat biçme gibi unsurlar eklenmiştir. Saçından topuklarına, göğsünden kalçasına, göbeğinden cinsel organına, omuzundan dizlerine, belinden baldırına, gözünden dudaklarına, yanağından boynuna kadar parçalanıp değer biçilmeyen hiçbir yeri kalmamış gibidir. Ne yazık ki ruhu var mı yok mu, varsa ne eder sorusu akla getirilmez. Beyince de o ezeli ‘eksik akıllı’dır. Özel ve genelevlerin zevk veren metasıdır. Çocuk yapma makinesidir. En zor işlev olan çocuk doğurma emekten sayılmaz. Çok zor bir iş olan çocuk büyütmenin hiçbir ücreti yoktur. Tüm önemli ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri kurumlarda yeri numunelik değerindedir. Reklamların vazgeçilmez malzemesidir. Cinsiyeti en çok metalaştırılıp piyasaya sunulan yegane varlıktır. En çok sövgü ve dövgü konusu yapılandır. Aşk yalanına en çok alet edilendir. Her şeyine karışılandır. Kadınca konuşması için özgün bir dil-deyim ve ses düzeninin biçimlendirildiği kimliktir. İnsanca arkadaşlık yapılamayan insandır. En değme erkeğin bile yanında saldırı duygusundan vazgeçemediği insandır. Her erkeğin üzerinde kendini imparator sandığı nesnedir kadın artık. 

AİLEDEKİ KÖLELİK TOPLUMSAL KÖLELİĞİN TEMEL GÜVENCESİDİR

Tanım daha da zenginleştirilebilir. İşin ilginç yanı, erkek egemen toplumun bu kadar olumsuz özelliklerle bezenen bir kimlikle rahat yaşayabileceğini sanmasıdır. Demek ki çok uysallaşmış bir köle sayılmaktadır. Aslında onurlu bir erkek insan için bu kadar olumsuzluğa örgütlenen bir olguyla ortaklaşa yaşamak müthiş zor ve alçaltıcıdır. Her ne kadar Eflatun kadını devlet ve toplumdan tümüyle dışladığı için eleştirilse de, yaklaşımında bu alçaltıcı özellikler etkili olmuştur. Birçok filozofta olan bu hususu doğru okumak gerekiyor. Örneğin Nietzsche’de bu özelliklerle ortak yaşamak kişiyi kesinlikle bozar. O halde neden kadın düşkünlüğü toplumlarda çok güçlüdür? Çünkü bu toplumlar düşürülmüştür de ondan, erkek düşürülmüştür de ondan. Bu da köleliğin geçişken özelliğinden ileri gelmektedir. Bu kadar yararlı bir köleliğe alıştırılan insanlar için elbette en çok aranan ortak olacaktır. Dolayısıyla batırılan kadın batırılan toplumdur, düşürülen erkektir. Böyle başa böyle traş! Özcesi kadınlık olgusu yetkince aydınlatılmadan, doğal toplumun özgür ana-kadınlığı ile sınıflı uygarlığın özgür bilinçli kadınlığı bütünleştirilmeden dengeli ortak yaşam arkadaşı yaratılamaz. Bunun eş benzeri erkeklik de yeniden oluşturulmadan bu birliktelik sağlanamaz. 

Toplumsal alandaki kapitalizmin oluşturma ve yönetme tarzını birçok olguda, özellikle erkekte, ailede, işte, memuriyette, yine eğitim, sağlık, hukuk ve benzeri birçok alanda gözlemleyebiliriz. Aile için kısa bir tanımlama yaparsak, hiyerarşik ve devletçi toplumun temel kurumu olan bu ocak sistemin hücresi, en küçük molekülüdür. Tepedeki imparatorun ailedeki yansıması ‘küçük imparator’dur. Toplumdaki köleliğin yansıdığı esas tezgâhtır. Ailedeki kölelik toplumsal köleliğin temel güvencesidir. Sistem adeta her gün, her saat ailede yeniden üretilmektedir. En ağır yükünü de aile çekmektedir. Aile hiyerarşik ve devletçi toplumun uysal eşeğidir. Sürekli binebilir, kendini taşıtabilirsin. Genelde dağılan kapitalist sistemin en çarpıcı izdüşümünü ailede yansıtması aralarındaki bu sıkı bağlantıdan dolayıdır.

*Abdullah Öcalan’ın Bir Halkı Savunmak kitabından derlendi

DEVAM EDECEK…