İnsanlar Tayyip Erdoğan iktidarının ilk on yılında yıkılmaz olduğuna inandılar. Gerçekten de iktidar uzun bir süre girdiği bütün seçimleri açık ara bir farkla kazanıyordu. Bu iktidarın seçimlerle gidebileceğine dair ilk işaret 7 Haziran 2015 yılında HDP’nin yüzde 13,1 alması olmuştur.
O gün sadece yüzde on barajı değil, sadece AKP iktidarı da değil, aynı zamanda Türkiye’de rejimin yüz yıldır Kürtleri yer altına itme, yokmuş gibi davranma siyaseti de tarihin çöp tenekesine atılmıştır.
Birçok insan gibi o süreçte Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın oynadığı rolü ben de çok bilmiyordum; bu noktada bütün kamuoyunu yıllarca Kürt demokrasisinin gelişimi için büyük mücadeleler vermiş ve bedel ödemiş Hatip Dicle, kendisinin bizzat yaşadığı şahitlikleri anlatarak aydınlatmıştı.
O yıllarda devlet heyetiyle süren görüşmelerde Kürt Halk Önderi’nin talebi ile bir görüşme heyeti oluşturulmuştu. Hatip Dicle de bu heyetin üyelerindendi. Kendisi aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen yaşadığı tanıklıklarını kamuoyu ile paylaşıyor. Bütün bunlar özellikle Kürtlerin hafıza oluşturmasına ve geleceklerini daha gerçekçi planlamalarına çok katkı sağlayan deneyimlerdir.
Sayın Dicle yıllar önce benim de katıldığım bir TV programında 7 Haziran öncesi devlet heyeti ile Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan arasında yaşanan tartışmaların en önemlisinin “seçimlere HDP’nin parti olarak veya bağımsız adaylarla girmesi” olduğunu anlatmıştı.
Devlet heyeti HDP’nin seçimlere parti olarak girmesine ısrarla karşı çıkarken, Kürt Halk Önderi ise aksine HDP’nin seçimlere parti olarak girmesini istiyordu. İçeriden de kimi insanlar bunu çok riskli bulduklarını belirtmelerine rağmen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan HDP’nin seçimler parti olarak girmesinde ısrarcı oluyordu.
İşte geldiğimiz noktada son sekiz yıldır istisnasız bütün seçimlerde HDP ve devamı olan DEM Parti’nin öne çıkmasının hikayesi asıl olarak böyle başlamıştır. 7 Haziran’da HDP’nin yüzde 13 oy alarak, yıllardır Kürtleri durdurmak için uydurulmuş yüzde on barajını adeta patlatması Türkiye’de yerleşik siyasal alışkanlıkları ve Türkiye’nin siyasal matematiğini değiştirmiştir.
O zamana kadar Kürtler ihmal edilebilir bir politik figürken, o gün itibarıyla Kürtler, Türkiye’de siyasetin en önemli politik aktörlerinden birisi haline geldi. HDP ve DEM Parti sadece aldıkları oylarla değil, ortaya koyduğu politik perspektifle de diğer toplumsal kesimleri etkileyen önemli bir politik odak haline gelmiştir.
Eskiden Türkiye’de sadece Kürtler değil; diğer bütün toplumsal azınlıklar da marjinalize ediliyor, onlardan yokmuş gibi davranmaları bekleniyordu. Halbuki Kürt siyasal hareketi siyaseten etkili oldukça yeni bir durum ortaya çıktı. Kürt Özgürlük Hareketi Kürtleri özgürleştirirken, diğer azınlıklara da özgürlük alanı açarak yoluna devam etti.
Hem parlamento seçimlerinde hem de yerel yönetimlerde oy kaygısına hiç düşülmeden söz konusu azınlık çevrelerin görünür hale gelmeleri ve temsiliyetleri özellikle öne çıkarıldı. Geldiğimiz noktada Türkiye’de düzen siyasetin krizin temelinde bu yatmaktadır.
Başta AKP ve CHP olmak üzere bütün düzen partilerinin ezberi bozulmuştur. Öncesinde Roman kurultayı, Alevi Kurultayı gibi sahte etkinliklerle sanki Türk kimliği dışındaki kimliklere de açıkmış gibi davranan Erdoğan’ın yüzündeki maske düşmüştür. CHP’de durum ise daha da vahimdir; CHP lal olmuştur, ağzını açıp konuşamamaktadır.
Özellikle yerel yönetimler insanların yönetim sürecine daha doğrudan katılımını sağladıkları için bir ülkede demokrasinin gelişimi açısından oldukça önemlidir. Parlamentolara giden vekillerle halk arasındaki ilişki bir süre sonra dolaylı bir hale gelirken, yerel yönetimlerde ise aksine hem seçilen başkan hem de Belediye Meclis üyeleri ile daha doğrudan ilişki kurmak, kentin sorunları konusunda katılımcı bir politik duruş ortaya koymak daha kolaydır.
Bu noktada devlet siyasetinin ısrarla yaratmaya çalıştığı yöneten/yönetilen ikilemi doğru bir devrimci siyasetle karşılıksız hale gelmektedir. Eğer doğru bir perspektifle yaklaşılırsa, bütün Ortadoğu’da halklara dayatılan hiyerarşik düzen siyasetinin bütün doğası değiştirilebilinir.
Aslında öyle de olmuştu; kimi olumsuzluklara rağmen Kürt Belediyeciliği, katılımı esas alan bir perspektifle halkı da yanına alarak katılımcı belediyecilik anlamında önemli bir tecrübe biriktirme sürecine girmişti. Bu gelişme sadece Kürt özgürlüğünü garantiye almakla kalmıyor, aynı zamanda bütün Türkiye’de ranta ve talana dayalı düzen belediyeciliğini de teşhir ediyordu.
Devletin kendini kayyum rezaletine yatırmasının bir nedeni de Kürt belediyeciliği düzeninin rantı ve yağmayı esas alan belediyecilik anlayışına da ayna tutmasıdır. Kayyum rezaleti ile Kürtlerin belediyelerde kendilerini yönetme süreci kesintiye uğratılmasaydı, bugün Türkiye’de siyaset başka bir bakış açısı ile konuşuluyor olacaktı.
Halbuki onlar bunu ısrarla engellemek istediler. Her şeyden önce Dersim Alevi Akademisi ve Diyarbakır Cem Evi bu ülkenin bin yıllık Kızılbaş/Alevi düşmanlığına vurulmuş en büyük darbelerdir. Yine Kürt belediyeciliği tarafından bölgede sürdürülen çok dilli belediyecilik, Ermeni, Süryani, Keldani ve Êzidîlerin inanç merkezlerinin canlandırılması yaklaşımı son yüz yılın tekçi yaklaşımına vurulmuş önemli darbelerdir.
Bunun bir sonraki ve belki yeterince öne çıkarılamayan kısmı ise; kent uzlaşısı temelinde temiz su, yaşanabilir çevre, kent yoksulluğu gibi alanlarda halkın katılımı ile ortaya çıkarılacak gelişmeler olacaktır.
Devlet bunu bildiği için yeniden muhtemelen kayyum rezaletinde ısrarcı olmak isteyebilir fakat bunun hiçbir önemi yoktur. Yapılacak ilk iş, devletin rant, talan ve inkâr siyasetini reddetmek olmalıdır. Her şeyin başladığı yer tam da burasıdır. Amed zindanlarında da ilk önce reddetme ile başlanmıştır.
Ayrıca her ne olursa olsun, devletin zorla gasp ettiği belediyeleri geri almak, her Kürt'ün boynunun borcu olmalıdır. Birçok insanın bilmediği ama devletin ısrarla yapmak istediği en önemli hedeflerinden biri de Kürtlerin bir süreklilikte Kurdistan’da çoğunluk olma iradesini kırmaktır.
Bunun uluslararası hukukta bir karşılığı vardır. Geçmişte Ermenilere karşı gerek Osmanlı Devleti’nin gerekse de TC’nin en temel argümanı, “Ermenilerin yaşadıkları hiçbir yerde çoğunluk olmamasıdır!” Halbuki Kürtler ortaya koydukları irade ile sadece etnik olarak değil politik olarak da bölgede bir süreklilikte bütün baskı ve zulme rağmen çoğunluk olma iradesi ortaya koymaktadırlar. Bugün gelecek bu tutum masada çok önemli bir faktör olarak öne çıkacaktır.
Muhakkak Türkiye’nin batısında da güçlü bir irade ortaya konulmalı ve en yüksek oy alınmaya çalışılmalıdır fakat özellikle Kurdistan’da bir süreklilikte çoğunluk olmak oldukça önemlidir. Bundan dolayı devletin kayyum tehditlerine aldırış etmeden seçimlere güçlü bir irade ile sahip çıkmak ve bu seçimlerde ezici bir çoğunlukla yeniden yerel yönetimleri devletin elinden almak gerekmektedir.