'Ortadoğu kültüründe düşünülmeyen bir yol denedim'

Demokratik özgürlük ve eşitlik doğrultusunda geliştirilen çalışmalar, toplumsal özgürlüğün sağlam ölçütü oldu. Pratik gelişmeler ilkeli yaklaşımın doğruluğunu, iyiliğini ve güzelliğini kanıtladı.

ABDULLAH ÖCALAN'IN ÇÖZÜMLEMELERİ

Kadın konusuna ilişkin çözümlemelere ilk defa 1987 Mart’ında başladım. Kadın üzerinden başıma, dolayısıyla hareketin başına yığılan belayı iliklerime kadar hissetmiştim. Kesire’nin değerli yoldaşlarımı çıldırtacak tavırlarına karşı ilk defa yeni bir yöntemle, çözümleme yöntemiyle yanıt vermeye çalıştım. Başta Pazarcıklı Ayşe Akarsu, Dersimli Saime Aşkın ve Nusaybinli Ayten olmak üzere bazı kadınların ölümle cezalandırılmalarını içime sindiremememin de bunda rolü vardı. Kadın sorunu gittikçe ciddileşen bir sorundu. Her eğitim devresinde bu konudaki çözümlemeleri de bir adım daha derinleştiriyordum. Genç kadınların saflarımızda gittikçe birikmesi, kadın özgürlük problemine köklü yanıtlar bulunmasını zorunlu kılıyordu. Fakat başımdaki amansız Kesire belası bu çalışmamda başat rol oynuyordu. Kendisini öldürmek doğru olamazdı, fakat kendisiyle bir saat birlikte yaşamayı bile imkânsızlaştırmıştı. Çok zeki bir unsurdu. Nitekim Mahsum Korkmaz yoldaş şehit düştüğünde söylediği şu sözler ne kadar zeki ve örgütü doğru takip eden bir kişi olduğunu gösterir: “En güvendiğin kişi olan Mahsum Korkmaz da gitti. Şimdi ne yapacaksın?” Geri adım atmamı ve kendisine teslim olmamı bekler gibiydi. Böylesi yaklaşımların doğurduğu büyük öfke ve acıyla 1987 hamlesine başlamıştım. Geleneksel yönteme göre kendisini bin defa öldürmek gerekiyordu veya boşamakla sorunun üstesinden gelinebilirdi. Ama böylesi bir tutum benim için ideolojik ve politik yenilgi anlamına gelirdi. Ayrıca örgütü, partiyi kendisine teslim etmek veya kendisiyle paylaşmak da aynı sonuca götürürdü. Dürüst bir unsur olsa bile emeği yoktu. Sadece ustaca gözlemde bulunur, taktik hamlelerin olumsuz anlamda tetikleyicisi olurdu. Onun şahsında kadınla ilgili ne varsa çözmek, bunun yanı sıra etrafımda gittikçe kendini dayatan kadın-erkek ilişkilerine köklü özgürlük ve eşitlik yanıtlarını geliştirmek istiyordum. 

ASKERİ ÖRGÜTLENMEYE KADINLARI KATMAK HAYLİ RİSKLİYDİ

Askeri örgütlenme gibi erkek egemen ideolojinin ve yüzde yüz erkeklerin damgasını vurduğu bir çalışmaya kadınları katmak hayli riskliydi; çalışmaların içine dinamit koymak gibi bir şeydi. Mevcut erkekler ve kadınların anlayışları kaba ve geleneksel cinsiyetçi anlayıştan öteye varmıyordu. Birbirlerini tahrik etmekten, kaş göz işareti yapmaktan öteye anlayışları gelişmemişti. Kendi elimle başıma büyük bir bela sarmıştım. Ünlü gerilla komutanı Che Guevara bile kadını saflara aldıklarında cinsel tatmini dışlamamış, zorunlu bir ihtiyaç olarak benimsemişti. Benim aynı şeyi benimsemem, kendime ve örgüt çalışmalarına, özellikle askeri çalışmalara kabul ettirmem, baştan itibaren kendi kendimizi tasfiye etmek anlamına gelecekti. 

Kadını olduğu gibi bırakmam, mevcut haliyle tasfiye olmamız için tek başına yeterliydi. Cinsel güdüye hükmedecek, onu doğru olarak, örgüt çıkarları ve politik sanat temelinde değerlendirecek bir ekip veya arkadaş yoktu. Kadını tümüyle dışlamak, kadınsız devrim yapmak da benim için, örgüt için doğru olamazdı. Geriye bir yöntem daha kalıyordu: Halkın tabiriyle ‘baş bağlamak’ ve devrimci sol örgütlerin moda haline getirdikleri ‘devrimci evlilik’ de bir çare olabilirdi. Ama ben bu yöntemleri doğru bulmuyordum. Devrimci enerjiyi boşa çıkarmanın da ötesinde, fiziksel koşullar bile bu tür baş bağlamalar veya evliliklere imkân vermiyordu. Bunun tası tarağı toplayıp kapağı Avrupa’ya atarak mültecileşmekten veya halkın arasına karışıp örgüt adına parazit şeklinde yaşamaktan başka yolu yoktu. Bu da tasfiyeciliğin başka bir biçimiydi. 

BÜYÜK BİR İÇ DEVRİMCİLİK SINAVIYDI

Denediğim yol, Ortadoğu kültüründe düşünülmeyen, hatta akla bile getirilmeyen bir ilişki tarzında karar kılmak, yani zorunlu ihtiyaç olarak görülen evlilik dışında diyalektik ilişki ve çelişkiler içinde bir yaşamı ve bunun savaşımını sonuna kadar göze almaktı. Bu çerçevede hem erkeği hem de özellikle kadını kendi gerçek insani varoluşu ve özgürleşmesiyle tanıştırmak istiyordum. Bu büyük bir iç devrimcilik sınavıydı. Çok istismar edildi, kötü kullanıldı, yüzlerce kandırmacaya alet edildi. Ama gerçekten yiğit ve özlü, akıllı ve güzel kadını da bu çalışmalar ortaya çıkardı. Çok sayıda güzel ve akıllı kızları şehit verdik. Özlemlerine yanıt olmak için kendimi âdeta her gün yeniden yarattım. Ama yeterli olamadığım için de sürekli acılı yaşadım. Kadınla özgürce tarihsel buluşmayı gerçekleştirmiştim. Ama bir nevi çağdaş Ferhat misali Şirin’e kavuşmayı asla başaramayacaktım. Fakat bu nostaljik hikâyedeki durumu aşıp kavuşmayı gerçekleştirmenin pek anlamlı ve gerekli olduğuna da inanmadım. Mevcut koşullarda (hegemonik sistemlerde) kavuşmanın aşkın ölümü olduğunu fark edebiliyordum. Dolayısıyla önemli olan bütün toplumsal sorunların çözümü için aşkla çalışabilmekti. Daha doğrusu gerçek aşk ahlâkı, toplumsal sorunlarla savaşma ve çözme yeteneğinde ve gücüne sahip olmak demekti. Bu yeteneği ve gücü olmayanların, bu güçlerini ve yeteneklerini geliştiremeyenlerin aşkı ve aşk ahlâkı olamazdı. 

İLK KOŞUL KADIN İLE ERKEK ARASINDA GÜÇ DENGESİNİN SAĞLANMASIYDI

Hegel felsefesinde aşkın gerçekleşebilmesinin gerekli koşulu kadın ile erkek arasında güç dengesinin sağlanmasıdır. Gerekli ama yeterli olmayan bu koşul güçlenmiş kadını ifade etmektedir. Kaba ve maddi güç dengesinden bahsedilmiyor. Söz konusu edilen fiziki, psikolojik ve sosyal güç dengesidir. Yani en eski ve en derinleştirilmiş köleliği yaşayan kadının aşkı olamaz denmektedir. Doğruluk payı olan bu felsefi görüşün pratikte içini doldurabilmek için saflardaki kadını çok yönlü (ideolojik, politik, ahlaki, estetik, fiziki, hatta askeri -öz savunma için-, ekonomik, sportif vb.) güçlendirmeye öncelik tanıdım. Kadına karşı saygılı olma ve tutarlı davranmanın, sevginin, doğru, iyi ve güzel olanın yolunun onu güçlendirmekten geçtiğinin tamamen farkında olarak kadınla ilgileniyordum. Dolayısıyla kadın güçlenmeden aşkı gerçekleşemezdi. Bu tanımın doğruluğuna kesinlikle inanıyordum. Asla taviz verilmemesi gereken bir konu olduğundan emindim. Giderek bu yeteneği ve gücü kazandıktan sonra kadın çalışmalarım değerli oluyordu. Kızlar sanki bin yıllık uykudan, kâbustan uyanmış gibi bana bakıyor ve kucaklaşıyorlardı. Bu konularda çok ihtiyatlı olmama rağmen, ben bile onları sonsuz bir sevgi ve özlemle kucaklamaktan, baş tacı etmekten çekinmedim. 

PRATİK GELİŞMELER DOĞRULUĞUNU KANITLADI

Bu konuda iki hatalı anlayış hep kendini dayattı: Geleneksel tarzda baş göz olma, hiçbir ideolojik, siyasi ve eylemsel temeli olmayan kaba cinsiyetçiliğin güdümüyle birbirlerinin olma adı altında fırsat buldukça düşkünce davranışlar sergileyenler bir hayli yıpratıcı oluyorlardı. Buna karşılık kaba sofuluk, yani kendini bastırarak cinselliğin etkilerini aşma tutumu da sorunu büyütmekten öteye sonuç vermiyordu. Demokratik özgürlük ve eşitlik doğrultusunda geliştirilen çalışmalar toplumsal özgürlüğün sağlam ölçütü oldu. Pratik gelişmeler ilkeli yaklaşımın doğruluğunu, iyiliğini ve güzelliğini kanıtladı.

 

*Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü” adlı kitabından derlendi.

DEVAM EDECEK…