PKK’ye karşı Gladio savaşları

Gladio-JİTEM-Hizbullah üçlüsüne takılan gerilla savaşı bu döngüyü, bu üçlü kıskacı yırtmadan savaşı bir üst aşamaya sıçratamazdı. Barış ve siyasi çözüm olmazsa, devrimci halk savaşının bir üst aşamaya sıçratılmasından başka yol düşünülemezdi.

Grup aşamasından 12 Eylül askeri darbesine kadar PKK’ye yönelik takip ve tasfiye amaçlı saldırılar, Gladio güçleri de devrede olsa bile, ağırlıklı olarak geleneksel güvenlik güçlerince (MİT, Emniyet ve Jandarma) yürütülmektedir. Gelişmesine pek şans tanınmadığı için, grubumuzun daha aktif ve aktör konumunda olan diğer örgütler kadar takip edilmediği kanısındayım. Grup THKP-C’nin bir uzantısı olarak değerlendirilip öyle bırakılmış, THKP-C’nin tasfiye edilmesiyle grubun da tasfiye olacağı varsayılmıştır. Grup bazı şahıslarca kontrol edilip elde tutulmak istenmiş olabilir. 1975’ten sonra grubun bağımsız olduğu anlaşılınca, KDP üzerinden Stêrka Sor (Kızıl Yıldız) eliyle müdahalede bulunulduğu, bunda Alaattin Kapan denilen ve Haki Karer’i katleden unsurun kullanıldığı bilinmektedir. KDP’nin başından itibaren İsrail paralelinde ve NATO’yla bağlantılı olarak hareket ettiği ve Kürdistan genelinde bir kontrol örgütü olarak destek gördüğü kesindir. Gladio’nun denetiminde olduğu ve özellikle 1961’den itibaren Türk Gladio’sunun da desteğiyle silahlandırılıp ayaklanmaya teşvik edildiği belirtilebilir. Aynı desteğin İran Şahlığı üzerinden sürdürüldüğü çok sayıda belgeyle kanıtlanacaktır. Dolayısıyla KDP üzerinden Kürdistan’daki sol gruplaşmalara yapılan müdahalelerin Gladio’nun dolaylı desteğiyle gerçekleştiğini görmek önem taşımaktadır.

TÜRK VE NATO GLADİO’SUNUN PKK’YE YÖNELİK İLK EYLEMİ

Stêrka Sor’un sözde ‘Beş Parçacı’lığı (Kürdistan’ın küçük bir parçasının da SSCB’de kaldığını savunuyordu!) bu görüşü doğrular niteliktedir. Daha sonra KUK ile takviye edilen bu müdahale, grubun Ankara’dan çıkmadan, çıksa da Fırat’ın doğusuna varmadan tasfiye edilmesine yöneliktir. Alaattin Kapan’ın 18 Mayıs 1977’de Haki Karer’i provokasyonla tuzağa düşürüp katletmesi, daha grup aşamasındayken PKK’ye yönelik Türk ve NATO Gladio’sunun ilk eylemi olabilir. 1977’de grubun ilk defa ciddi olarak tasfiye kapsamına alındığı belirtilebilir. Eğer Parti Programı yayınlanmasa, PKK’nin ilanıyla buna yanıt verilmese ve Alaattin Kapan ölümle cezalandırılmasaydı, grubun tümüyle olmasa da ciddi bir tasfiyeyi yaşaması beklenebilirdi.

GLADİO’NUN İKİNCİ BÜYÜK EYLEMİ: MARAŞ KATLİAMI

1978 sonlarındaki Maraş katliamı o yörede hızla gelişen gruba karşı Gladio’nun ikinci büyük eylemi olarak değerlendirilebilir. Maraş eskiden beri Kürtlerin tasfiyesinin dolaylı ve direkt yöntemlerle planlandığı bir merkezdir. Aynı husus Fırat’ın batısındaki tüm Kürtler için geçerlidir. 1925’teki Şark Islahat Planı’nda Fırat’ın batı yöresinde Kürtçe konuşan tek bir Kürt’ün bırakılmaması, hepsinin asimilasyon başta olmak üzere çeşitli yöntemlerle tasfiye edilmesi öngörülmektedir. Maraş katliamını halen yürürlükte olan bu plan çerçevesinde düşünmek gerekir. Özellikle Malatya, Adıyaman, Elazığ, Dersim, Sivas, Erzincan ve Antep yöresindeki Kürtlere yönelik olarak sistematik biçimde uygulanan asimilasyon ve Gladio eylemleri bu bağlamda düşünülmek durumundadır.

Özcesi, 1960’lardan sonra gelişen sol ve Kürt muhalefeti üzerinde Gladio’nun giderek yoğunlaşan bir denetimi ve baskısı vardır. 12 Mart 1971 darbesiyle daha da yoğunlaşan bu denetim, baskı, çatışma ve suikastlar sistematiktir ve bu örgütle bağlantılıdır. İslâmcı ve ülkücü gruplar kadar sahte Türk ve Kürt sol grupçuklar da Gladio savaşları çerçevesinde kullanılmışlardır. 1970-1980 arası dönem operasyonların en yoğun dönemi olup, 12 Eylül askeri darbesi ve solun stratejik bir darbe almasıyla sonuçlanmıştır. Kürt devrimci sosyalist hareketinin 1980 sonrasında Ortadoğu’daki üslenmesi kendisine de yöneltilen bu operasyonları boşa çıkarmıştır.

GLADİO SAVAŞLARININ İKİNCİ DÖNEMİ

Gladio savaşlarının ikinci dönemi 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlar ve 1985 yılına kadar devam eder. ABD Elçiliği’nin tezgâhlayanları için “Bizim çocuklar iyi iş başardı!” diye takdirlerini ifade ettiği bu darbenin kısa döneme ilişkin amaç ve sonuçları bilinmektedir. Darbenin amacı başta sol güçler olmak üzere içteki tüm muhalif hareketlerin ve şikâyet odaklarının susturulması ve tasfiye edilmesi, yerine rejim anayasası gereğince küresel finans kapitalin hegemonyasına bağlanmış, ihracata (dış sömürüye açılma) dayalı bir ekonomik düzenle Türk-İslâm ideolojisine dayalı yeni bir sosyal, siyasal ve kültürel faşist sistemin tesis edilmesidir.

Bu dönemde PKK’ye yönelik Gladio faaliyetleri genelde sol harekete yönelme kapsamında değerlendirilmiştir. Herhangi bir sol örgüte yönelik olarak uygulanan bastırma ve tasfiye etme yöntemleriyle PKK’nin üzerine gidilmiştir. PKK’ye sızdırılmış unsurlar ve arkalarındaki güçlerin planlamaları, PKK Önderliği’nin hareket tarzından ötürü başarılı olamamıştır. Yurtdışına çıkışımdan kendim ve kuryem dışında kimsenin haberdar olmaması bunda önemli rol oynamıştır. Bu süreçte Necati Kaya’nın benimle mutlaka görüşmek istemesi ve çok gergin ruh hali üzerinde durmak gerekir. Ayrıca Dev-Yol başta olmak üzere bazı sol güçlerle 1982’de geliştirdiğimiz Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi çalışmaları sırasında, Dev-Yol içinden bazı kişilerin sergilediği kuşkulu tavırlar ve bu doğrultudaki çalışmaların sabote edilmesi sızmalar ve tasfiye güçleriyle bağlantılı olabilir. Dönemin Dev-Yol liderliğine soyunan Taner Akçam ve ‘Sarı Cemal’ denilen unsurun tasfiyeci pratikleri, sadece Dev-Yol’un tasfiye edilmesi açısından değil, PKK’ye yönelik tasfiyeler kapsamında da üzerinde önemle durmayı gerektirir. O dönemde ASALA’ya ve Önderi Agop Agopyan’a yönelik suikast ve tasfiye çabalarının (Ki, başarılı olmuştur) benzeri PKK’ye karşı da geliştirilmiş ama başarıya ulaşmamıştır. Her iki tasfiye ve suikast çalışmasında sol maskeli unsurlar kullanılmıştır. 12 Eylül faşist darbesi sonrasında solun tasfiye edilmesinde sadece kaba baskı ve işkenceler rol oynamamış; örgütlerin bünyesindeki (PKK dahil, tüm örgütler söz konusudur) sızmaların da bu tasfiyelerde önemli rolleri olmuştur. 15 Ağustos Hamlesinin geciktirilmesi, Avukat Hüseyin Yıldırım’ın 1982’den hemen sonra Önderlik sahasına gelip bazı girişimlerde bulunması, Ortadoğu kökenli bazı örgütlerle bağlantılı kuşkulu hareketler ve KDP’nin tavrı bu kapsamda üzerinde yeniden durmayı gerektirir.

KDP İLE İLİŞKİLER KRİTİKTİR

KDP ile ilişkiler kritiktir. KDP’nin Doktor Şivan’a (Sait Kırmızıtoprak, Türkiye-KDP Lideri) yönelik tutumunun, yani sonuçta Doktor Şivan ile iki önemli yardımcısının öldürülmesi ve diğer grup elemanlarının dağıtılmasıyla sonuçlanan yaklaşımının bir benzeri PKK’ye yönelik olarak da uygulamaya konulmak istenmiş olabilir. KDP temsilcileri gerillanın hamle yapmasından yana değildiler. Çok yoğun engellemelerde bulundular. Özellikle sınırı geçerek ülkeye giriş aşamasında çok sayıda arkadaşımızı şehit ettiler. Daha sonra çatışma ve öldürmeler süreklilik kazandı. 1985’te Mesut Barzani’nin Şam’da benimle yaptığı görüşmede açıkça 15 Ağustos Hamlesinden vazgeçmemizi istemesinin sadece Türk iç güvenlik güçlerinin bir dayatması olmadığına, bunun İsrail ve NATO Gladio’su ile bağlantılı bir girişim olduğuna dair kuşku ve endişelerim vardı.

GLADİO SAVAŞLARININ ÜÇÜNCÜ VE EN ÖNEMLİ DÖNEMİ

Gladio savaşlarının üçüncü ve en önemli dönemi, 1985’ten Turgut Özal’ın 1993’te öldürülmesine kadar süren dönemdir. NATO’nun kuruluş yasasının 5. maddesindeki “Üye bir ülkeye yapılan saldırı tüm üye ülkelere yapılmış sayılır” hükmü 1985’te uygulamaya konulmuştur. Uygulamalar Gladio kapsamında geliştirilmiştir. Uygulama merkezi Almanya’da olduğu için, PKK’nin ‘terörist örgüt’ olarak ilanı önce Alman devletince kararlaştırılmıştır. Almanya, NATO’nun Gladio merkezi ve Türkiye uzantıları ile Türk iç güvenlik güçleri KDP’yi de aralarına alarak yapılan planlama çerçevesinde yoğun bir karşı saldırı geliştirmişlerdir. Benimle yürütülen ve özellikle KDP ve Barzaniler kanalından sürdürülen görüşmelerde temel talep hamleye kendiliğinden son vermemizdir. Dolayısıyla 1985 sonrasında devrimci halk savaşı deneyimi ardından İsrail, Türkiye ve KDP güçlerinin NATO ve Gladio ile birlikte PKK’nin üzerine gelmeleri anlaşılır bir husustur.

JİTEM VE HİZBULLAH DEVREYE SOKULDU

Mesut Barzani vasıtasıyla iletilen mesaja rağmen hamleden vazgeçmeyeceğimiz anlaşılınca, 1986’da JİTEM ve Hizbullah örgütlenmeleri devreye sokuldu. Her türlü yetkiyle donatılmış olan JİTEM dönemin ‘Teşkilat-ı Mahsusa’sı rolünü oynamaktadır. Bu soykırım modeli 1986’da JİTEM ve Hizbullah (Türkiye ve Kürdistan Hizbullah’ı) uygulamaları tarzında güncelleştirilmiş, her iki örgüt aynı kapsamda görev ve yetkilerle donatılmışlardır. ABD, NATO, Gladio ve Türk güvenlik güçleriyle KDP arasında bir koordinasyon geliştirilmiştir. Hizbullah hem İran’ın hem de Suudi Arabistan’ın İslâmcı politikalarından yararlanmak istemiştir.

JİTEM’İN KURUCUSU ALBAY ARİF DOĞAN’IN İTİRAFLARI

Bu dönemde PKK’ye yönelik sızmalar KDP üzerinden gerçekleştirilmiştir. Dönemin KDP’sinin yeniden örgütlenmesini yürüten ve adına ‘Qiyade Muvaqat’ denilen örgütlenmenin başı Sami Abdurrahman’dır. PKK’ye yönelik pratik tasfiye girişimlerini ve sızmaları esas olarak Sami Abdurrahman yürütmüştür. Kullandığı en önemli araç sahte Kürtçü KUK (Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları. O dönemde biz kendimizi ‘Ulusal Kurtuluşçular’ olarak tanımlıyorduk. Her ajan örgütün esas örgütün isim veya niteliklerinden birini kullanması burada da söz konusudur) örgütlenmesidir. Çok sayıda PKK’li ve Kürt yurtsever bu örgüt eliyle katledildi. KUK’a biçilen rol, ne pahasına olursa olsun, PKK’nin Bingöl-Mardin hattının doğusuna geçişini engellemekti. JİTEM’in kurucusu Albay Arif Doğan’ın da bizzat itiraf ettiği gibi, bu dönemde on bin kişilik bir silahlı imha ekibinin görevlendirildiği anlaşılmaktadır. Burada çok önemli olan husus, bu gücün kanun üstü olmasıdır. Sorgusuz sualsiz her tür cinayeti işlemekte yetkilidir. Soykırım örgütü olma niteliğini buradan alır. Aynı yetki halkın ‘Hizbul-Kontra’ dediği Kürdistan Hizbullah’ına da tanınmıştır. On bini aşkın faili meçhul cinayet bu iki kardeş örgüte tanınan kanun ve hatta anayasa üstü yetkiler temelinde işlenmiştir.

TARİHİN SEYRİ ÇOK DAHA DEĞİŞİK OLABİLİRDİ

… PKK sorumlularının pek fark edemedikleri en önemli başarısızlık konularından biri de taktik planlamanın neden pratiğe başarıyla uygulanamadığı ve Gladio-JİTEM’in bunda oynadıkları roldür. Her iki tarafın da başarısı yarım kalmıştır. Benim bu aşamada yapabildiğim şey devrimci savaşın sürekliliğini sağlamak ve yenilgisinin önüne geçmek olmuştur. Ülke içi pratik önderlik sıradan tutarlı bir çaba gösterebilseydi, ileri düzeyde bir başarı sağlamak mümkündü. Yine de 1990 komplosunun boşa çıkarılması ve Körfez Savaşının sonuçları, PKK Hareketi’nin birleşik etkisinin genel anlamda yükselmeye devam ettiğini göstermektedir. Tarihsel-toplumsal anlamı büyük olan bölge dengesi doğru değerlendirildiğinden, devrimci savaşın sıradan bir uygulaması bile önemli ve başarılı sonuçlara yol açmıştır. Eğer taktik önderlik 1990-‘93 arası dönemi doğru değerlendirip hem nicel hem de nitel olarak gerillanın büyütülmesini sürdürebilse ve taktik planlamayı pratiğe geçirebilseydi tarihin seyri çok daha değişik olabilir, 1993 başlarında tarihî bir çözüme gidilebilirdi. Gladio sistemi çöküşün eşiğindeydi.

1993 YILI OLAĞANÜSTÜ BİR YILDIR

Turgut Özal bunu gördüğü için uzlaşmayı daha uygun bulmuş, Kürdistan’ı kaybetmektense federal bağlarla ortak bir devlet çatısı altında bir arada tutmanın çok önemli ve halkların birlikte yaşamasının kalıcı ve kardeşçe yolu olduğuna ikna olmuştu. İç ve dış Gladio bu yaklaşımı kendilerinin tasfiyesi olarak gördükleri için, bundan kurtulma ve çıkış yolunu T. Özal’ı tasfiye etmekte buldular.

1993 yılı olağanüstü bir yıldır. Yılın ilk aylarından itibaren Uğur Mumcu cinayetiyle başlayan büyük suikastlar (Adnan Kahveci, Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in katledilmeleri, Sivas-Madımak Oteli katliamı, Bahtiyar Aydın cinayeti, sivil araçlarla nakledilen otuz üç askerin öldürülmesi, çok sayıda asker ve sivil yetkilinin katledilmesi) darbe çerçevesinde düşünülmelidir. Devlet içinde çok güçlü bir kanat bu dönemde Kürt sorununda barışçı çözüme hazırlanmıştı. 25 Mayıs’taki Milli Güvenlik Kurulu Toplantısında siyasi affın görüşülmesi gündemdeydi. Bu en az 12 Eylül askeri darbesi kadar etkili ve ağır sonuçlara yol açan bir darbeydi. Zaten yasa ve anayasa üstü yetkilerle donatılan Gladio örgütünden ötürü bir askeri darbe yapmaya ihtiyaç duyulmuyordu. Bu seferki darbenin hedefi barışçıl çözüm yanlısı devlet güçlerinin tasfiyesiydi. Dolayısıyla sürece yayılmış darbeyle tasfiye olanlar da yine bu devlet güçleriydi. Hâlâ karanlıkta kalan bu darbenin mutlaka aydınlatılması gerekir.

DÖRDÜNCÜ DÖNEM

Gladio savaşlarının dördüncü dönemi 1993-1998 yıllarını kapsar. Özal’ın öncülük ettiği Kürt sorununa barışçıl ve siyasal çözüm yaklaşımının karşıtları bu yeni dönemi başlatırken bazı önemli avantajlara sahipti. Dıştan zaten ABD ve İsrail’in büyük desteği temelinde harekete geçirilmişlerdi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, 1990 başlarında Londra’dan döndüğünde, “PKK’yi bastırmak için bize yeşil ışık yakıldı” derken aslında bu desteği kastetmekteydi. İsrail’in TC’ye bu denli destek sunması, PKK’nin Ortadoğu’daki üslenmesinden duyduğu endişe nedeniyleydi. İsrail ısrarla PKK’nin KDP güdümüne girmesini istiyordu. Kürt Hareketi’nin kendi öz gücüne dayalı, bağımsız ve özgür gelişmesini istemiyordu. Kürt Hareketi’ne tümüyle karşı değildi, PKK tarzına karşıydı. 1993-1996 yılları arasında Türkiye-İsrail ilişkileri PKK faktörü nedeniyle en yoğun dönemini yaşadı. ABD ve İngiltere geleneksel olarak NATO Gladio’su ile Türkiye’yi kontrol ediyorlardı. Esas dayanakları Gladio’nun varlığıydı. İçte S. Demirel, T. Çiller ve E. İnönü bloğuyla anlaşarak tasfiye planlarının tüm hazırlıklarını tamamladılar. ANAP içinde de T. Özal’ı tecrit ederek iyice yalnızlaştırdılar. Türkiye’de Menderes, Özal ve Ecevit aynı yöntemle, Gladio çalışmalarıyla tasfiye edilmişlerdi.

TARİHİN EN BÜYÜK TASFİYE HAREKETLERİNDEN BİRİ

1993 yılında devlet içindeki barış ve siyasi çözüm yanlıları tasfiye edilirken, Kürt halkı ve PKK üzerinde de tarihin en büyük tasfiye hareketlerinden biri yürütüldü. Dört bine yakın köy yakılıp yıkıldı; milyonlarca köylü zorla, hiçbir kanuni gerekçe gösterilmeden göçertildi. Malları, eşyaları, evleri ve tarlaları talan edildi; koruculara peşkeş çekildi. Binlerce köylü korucular, Hizbullah ve JİTEM (Zaten iç içe geçmişlerdi) tarafından katledildi. Kadınlara tecavüz edildi. Çocuklar yatılı bölge okulları denilen toplu imha mekânlarında (asimilasyonist yöntemle aşağılama ve yoğunca yaşanan tecavüzlerle) kimliksizleştirildi. Kalan köy ve kentlere gıda malzemeleri karneye bağlandı ve denetimle dağıtıldı. Kaçakçılık yönetimini ellerine geçirerek, sadece T. Çiller döneminde elde ettikleri belgelerle açıklanan yirmi milyar Dolarlık ganimeti aralarında paylaştılar. Dürüst Kürt işadamlarını ve esnafını fişleyip bazılarını öldürürken, hizaya getiremediklerini iflas ettirdiler. Geriye kalanları kontrgerillanın uzantısı haline getirdiler. Köy korucularının sayısını yüz bine çıkardılar. Kendileriyle işbirliği içinde olmayan herkesi düşman ilan ettiler. PKK’ye karşı Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı operasyonlarını düzenlediler. Bunda KDP, korucular ve itirafçıları sonuna kadar ve hem de en önde kullandılar. Yunanlılarla savaşta kullanılan güçlerin çok üstünde bir güçle uzun süreye yayılmış savaş operasyonları yürütüldü. Hiçbir savaş kuralına bağlı kalınmadı. Gerilla cesetleri bile paramparça edildi.

Savaşı iç güvenlik güçlerinden ziyade Gladio-JİTEM-Hizbullah güçleri yürütüyordu. Kanun ve anayasa üstü yetkilerle donatılan bu güçler güya ölüm kalım savaşı yürütüyorlardı. ‘Kürt tehlikesi’ Yunan ve Ermeni tehlikesinden katbekat büyüktü. Gerçekten bu konuda paranoyaya tutulmuşlardı. Mutlak bir tasfiye peşindeydiler. Çok sayıda özel komplo yürüttüler. Gladio şefleri Özal ve ekibinin tasfiyesinden sonra tümüyle iktidarın gerçek sahipleri olmuşlardı. Yüzeydekilerin siyasal figüran olmaktan öteye rolleri söz konusu değildi.

DEVRİMCİ HALK SAVAŞININ TEMPOSUNU KAYBETMEMESİ

Tıpkı 1985-1993 döneminde olduğu gibi, bu yeni dönemde de devrimci halk savaşının temposunu kaybetmemesi ve sürekliliğini yitirmemesi için, Ortadoğu’daki üslenme imkanlarını sonuna kadar kullanmayı temel taktik olarak benimsedim. En etkili taktik çalışmanın bu olduğu kanısındaydım. Yine her yıl eğitilip donatılan ve tüm ihtiyaçları karşılanan bini aşkın gerilla adayının büyük çoğunluğu üs alanlarına ulaştırıldı. Gerillanın ülke içinde hiçbir alandaki üslenmesinden vazgeçilmedi. Başka kanallar da açıldı. Yaşanan kayıplar ağacın bazı dallarının budanmasından öteye bir etkide bulunmadı. Bağımsızlık ve özgürlük ağacı her dönemde daha da gürleşerek büyümesini sürdürüyordu. Nefes nefese sürdürülen ideolojik ve politik savaştan bir adım bile geri atılmadı. Fakat beklenen üstün başarı yakalanamıyor, denge durumuna bir türlü erişilemiyordu. Ne kadar etkili olmaya çalışırsa çalışsın, dıştaki Gladio savaşı bunda belirleyici değildi; belirleyici olan, taktik önderliğin, gerilla komutasının bir türlü yeterince oturtulamamasıydı.

Tıpkı 1990’ların başlarında olduğu gibi, sonlarında da stratejik başarı imkânı fazlasıyla vardı. T. Özal’ın girişimleriyle başlayan diyalog çabaları 1997’de dönemin Başbakanı N. Erbakan ve Ordu’dan bir kanalla devam etti. Barış ve siyasi çözüme yine çok yaklaşıldı. Sanırım yine aynı Gladio’nun el atması ve arkasında bulunan iç ve dış güçlerin harekete geçmesiyle bu diyaloglardan beklenen barış ve siyasi çözüm şansı değerlendirilemedi, buna fırsat tanınmadı.

1998 BİR DÖNÜM NOKTASI OLMALIYDI

1998 Eylül’ünde Türk devletinin Suriye’ye yönelik savaş tehdidiyle Ortadoğu’daki stratejik üslenme konumuma son verilmek istendi. Bu noktaya gelinmesinde alanın ve benim stratejik konumum temel rol oynamıştır. Ama bence esas neden, barış ve siyasi çözümün ciddi olarak bir kez daha devreye girmesidir. Askeri açıdan çok önceleri de Suriye’ye yüklenebilirlerdi; bu konuda önlerinde ciddi bir engel yoktu. Bu dönemin veya yılın seçilmesi barış ve siyasi çözüm olasılığıyla yakından ilintilidir. Özcesi, 1920’de Kahire Konferansı’nda alınan karar halen yürürlükte tutulmak istenmektedir. Kürt sorununun çözümsüz bırakılması, kendileri için çok önemli olan Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun kontrolü açısından hayati önem arz etmektedir. PKK’ye ve dolayısıyla Kürtlere yönelik birçok iç ve dış gücün yaklaşımını bu parametrede değerlendirmek daha aydınlatıcı olacaktır. 1998 yılı benim için de gerçekten bir dönüm noktası olmalıydı. Çözümlemelerde de yoğunca işlediğim gibi kısırdöngüye, daha doğrusu Gladio-JİTEM-Hizbullah üçlüsüne takılan gerilla savaşı bu döngüyü, bu üçlü kıskacı yırtmadan savaşı bir üst aşamaya sıçratamazdı. Bu konuda iç yetmezlikler belirleyici olmaya devam ediyordu. Barış ve siyasi çözüm olmazsa, devrimci halk savaşının bir üst aşamaya sıçratılmasından başka yol düşünülemezdi.

PKK’NİN DEVRİMCİ MÜCADELEDEN KOPMAMASI

PKK’nin politik güç olarak Ortadoğu, Avrupa ve diğer alanlardaki ittifakları da önem taşımaktadır. PKK’nin 1980 sonrasında üslenmede Ortadoğu’nun en sıcak bölgesini tercih etmesi kendisinin devrimci özellikleriyle bağlantılıdır. Devrimci mücadeleden kopmaması açısından bu alanın rolü stratejik bir öneme sahipti. Avrupa’ya biçilen rol hep taktik düzeyde bırakıldı. Bu doğru bir yaklaşımdı ve aynı zamanda çağın önemli bir dinamiği olan ulusal kurtuluş hareketleriyle ittifakının da özünü teşkil ediyordu. Suriye, Lübnan, Filistin ve İsrail bağlamında ulusal kurtuluşçu ilişkiler geliştirmek, dünyanın en sıcak, canlı ve kapsamlı politik gerçeğiyle ilişkilenmek demekti. Yirmi yıla yakın bir süre içinde bizzat bu ilişki bağlamında sağlanan gelişmeler sadece Kürt kimlik ve özgürlük hareketini bölge çapında tanıtmakla kalmadı; onu dünyaya tanıttığı gibi stratejik bir konuma da taşıdı. Kaldı ki bu ilişkiler bugün de özünü korumaktadır. Başta karşısına aldığı PKK’nin yol açtığı gelişmeler İsrail’i stratejik müttefiki olan Türkiye’nin karşısındaki blokla dostluk politikasına yöneltti. Bugünkü Türkiye-Suriye-Lübnan-Filistin ilişkileri İsrail için PKK tehdidinden daha ağır sonuçlara yol açmıştır. Bu da PKK’nin nasıl önemli dinamik bir güç olduğunu kanıtlar. Ne denli karşıt konumda olsalar da, tüm bu güçler arasındaki ilişkiler son tahlilde PKK’nin dinamizmi tarafından sürüklenmekte, yönlendirilmektedir. Aynı dinamizm Türkiye-İran ve Türkiye-Irak-ABD ikili ve üçlü ilişkileri kapsamında da geçerlidir. PKK dinamizmi olmasaydı, bu yöndeki ilişkiler bu tarzda gelişemezdi. Bu ilişkiler varlığını PKK etrafında örülmeye çalışılan diplomatik harekete borçludur. PKK’deki devrimci demokratik ve sosyalist öz bu iktidar güçlerini bu tür bloklaşmalara itmektedir.

(Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın kitaplarından derlenmiştir.)

BİTTİ…