Önder Apo’nun tarihi açıklamasından sonra PKK, silah bırakma çağrısını kabul ettiğini duyurdu. Şimdi de çözüm için yeni adımların atılması ve çeşitli görüşmelerin yapılması bekleniyor.
Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) Eşbaşkanı Murat Çepni, adı henüz konmamış bu sürece giden yolun hem uluslararası dinamikleri olduğunu hem de direnen Kürt halkının mücadelesinin bir sonucu olarak açıklıyor bu durumu. Çepni, iktidarın adım atmasının ise yine mücadele çerçevesinde olacağına dikkat çekiyor.
‘DÜNYADAKİ ŞARTLAR DEĞİŞTİ’
Murat Çepni, yaşanılan bu tarihi sürecin somut koşullarına dair bir çerçeve çizerken, dünyanın neden daha fazla savaş ve silahlanma yoluna gittiğine dair bir tablo ortaya koyuyor:
“Öncelikle tarihi anlar yaşıyoruz, zaten açıklamanın kendisine de tarihi bir çağrı vurgusu özel olarak yapıldı. Bu tarihi tespitinin nereden kaynaklandığına da bakmamız lazım: Dünyada yeni gelişmeler yaşanıyor. Kapitalizm, varoluşsal kriz içerisinde. Sermaye genişlemesinin sınırlarına varmış durumda ve içinde bulunduğu krizi, daha önceki krizlerde olduğu gibi yeni açılımlar yaparak, bazı reformlar vererek geçiştirme kabiliyetine sahip değil artık. Tek şansı, elindeki tek gücü Lenin'in de özel olarak altını çizdiği gibi emperyalizm ve savaş denklemi.
Özellikle NATO, 2022 toplantısında bugün attığı bütün adımları orada tarif etmişti; daha çok genişleme ve daha çok silahlanma. Başta Rusya ve Çin üzerinden de bir karşılık tanımlaması yaptı. Şimdi Trump'la beraber de bunun devam ettiğini görüyoruz. Trump, aklı başında birisi gibi görünmüyor ama esasen NATO politikalarının agresif bir uygulayıcısıdır. Ayrıca Avrupa Birliği de silahlanmayı tartışıyor, ABD de. Bu silahlanmanın nereye varacağı belli değil. Ortada nasıl bir savaş var da silahlanmaya ihtiyacı hissediyor bunlar? Bunun bir karşılığı esasen yok. Sebebi tamamen ekonomik krize, askeri sanayi ve ticaret üzerinden bir çözüm üretmektir. Bunun da en merkezi, en güçlü göründüğü yer, Ortadoğu coğrafyasıdır. Ortadoğu coğrafyasında hatırlayalım, Irak sözde nükleer silah barındırıyordu ve ABD, Irak’a saldırı gerçekleştirdi, ‘demokrasi getireceğim’ diyerek 1 milyon Iraklıyı katletti. Ve o süreçten sonra coğrafyadaki kan hâlâ akmaya devam ediyor.
Yen süreç Filistin soykırımıyla başladı ve Lübnan-Hizbullah ile devam etti. Şimdi de Suriye'de cihatçı çetelerin Şam'a atanmasıyla devam ediyor. Daha sonrasında da İran var. Dolayısıyla böylesi bir tabloda emperyalist kapitalist sistem, hep savaş politikaları geliştiriyor. Bir taraftan da bütün bu politikalar karşısında demokratik anlamda direnen ya da kendi özgünlüğünde bağımsız politika yapmaya çalışan kuvvetleri tümden tasfiye ediyor. Tablo böyle bir tablo. Bu tablo içerisinde Türkiye devletinin bölge devleti olmasından hareketle, bir ‘yeni Osmanlıcılık’ yani, yayılma stratejisi zaten hep vardı. Ve bunu da esasen Kürt karşıtlığı üzerinden gerçekleştiriyor. Yani bunu, arkasına almaya çalıştığı desteği Kürt karşıtlığı üzerinden örgütlemeye çalışıyor.
Kuzeydoğu Suriye’de Rojava'ya dönük politikalarını buradan besliyor, geliştiriyor ve yayılmacı politikalarını meşrulaştırmaya çalışıyor hem dışarıda hem de içeride. Hal böyle olunca son gelişmeler, Türkiye devletinin büyük oranda hakimiyeti dışında gerçekleşti. Bunun altını çizmek lazım. Hem ticaret yolları açısından hem siyasi hem de pratik güncel olarak. Türkiye bu denklemin doğrudan bir parçası değil, doğrudan parçası olmamak onun açısından önemli bir riskler barındırıyor. O da bu dışındalığı, cihatçı çetelerle kurduğu ilişkiyle ve bölge ülkesi olmasının verdiği pratik avantajlarla artıya dönüştürmeye çalışıyor. Fakat bütün bunları yaparken, tabii ki bölgede Türkiye, Orta Doğu, Kürdistan coğrafyasında herkesin dikkate almak zorunda olduğu, herkesin adım atarken dikkat etmesi gerektiği bir realite var; o da Kürt halkıdır, Kürtlerdir. Başta Rojava olmak üzere dört parça Kürdistan'da demokratik özgürlükçü, kadın özgürlükçü ve siyasi iradesi anlamında en özgün, en nitelikli varlığı ifade eden Kürtler, elbette ki herkesin dikkate almak zorunda olduğu bir kuvvet haline gelmiş durumda.
Dolayısıyla Türkiye devleti de bu karmaşadan, bu kaostan kendisinin de hem zarar görmemesi hem de faydalanması açısından bir yol temizliği yapmak diye başladı bu sürece. Hatırlayalım; ‘yol temizliği yapacağız, iç barışımızı tamamlayamazsak eğer kaybederiz’ diye açıktan tarif etmişti zaten Devlet Bahçeli. Ortadoğu'da durumlar kritik, büyük riskler var ve biz bu riskler karşısında kendimizi korumak istiyoruz diye tarif ettiler. Şimdi bu ihtiyaçtan doğan bir adım atma zorunluluğu var.”
‘BU TABLONUN EN ÖNEMLİ FAKTÖRÜ KÜRT GERÇEKLİĞİ’
Çepni, her ne kadar çok denklemli geniş bir tablo çizse de bu gelişmelerin en önemli sebeplerinden bir tanesinin Kürt gerçeği olduğunun da altını çiziyor: “Bütün bu gelişmeleri, sadece Türkiye devletinin Ortadoğu'daki uluslararası kuvvetlerin yapıp ettiklerinden hareketle açıklamak da tek başına yanlıştır. Başta da ifade ettiğim gibi, oradaki Kürt statüleşmesi gerçekliğini görmeden bunu yorumlamak yanlış olur. Eğer Rojava'da Kürt statüsü gerçekleşmemiş olsaydı, oradaki siyasi irade hem bölgede hem de dünyada bir çekim merkezi haline gelmemiş olsaydı, Kürt halkı dört parçada bir siyasi iradeleşme gerçekleştirmemiş olsaydı, emin olalım ki Türkiye, böyle bir şeye asla ihtiyaç duymazdı zaten.
Bu anlamda Kürt Özgürlük Hareketi, zaten 40 yıldır aslında ne demişse bugün aynı şeyi söylemeye devam ediyor. ‘Varlık hakkı, yaşam hakkı, siyasi hakkı gasp edilmiş bir halkın kültürünü, dilini, tarihini, siyasi iradesini kazanmak istiyoruz; kendimiz olmak istiyoruz ve bunun için de mücadele ediyoruz’ diyor. Bunları başından beri zaten söylüyorlardı; yeni söylenen bir şey yok aslında. Dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketi de değişen uluslararası konjonktür, Ortadoğu'daki değişen dengeler, bütün bunlardan çıkarttığı sonuçlardan hareketle bir perspektif ortaya koydu ve bu görüşmeler, adı ne dersek ne dersek diyelim, başlamış oldu.”
‘DEVLETİN DİLİNDE HENÜZ BİR DEĞİŞİM YOK’
Murat Çepni, hükümetin bakış açısında henüz bir değişiklik göremediğini vurgularken, hükümetin adım atmasında halkların mücadelesinin belirleyici olduğuna dikkat çekiyor: “Var olan zorunluluklar, savaşan her iki tarafı da bir adım atmaya, bir perspektif geliştirmeye mecbur bıraktı. Fakat henüz Türkiye devleti açısından Kürt sorununun çözümü konusunda bir perspektif, bir yaklaşım, bir politika değişikliği söz konusu değil. Hâlâ ‘Terörsüz Türkiye’ diye tarif ediyorlar. Sanki aşırı hareketler yapan, ‘teröre’ karışan bazı Kürtler var, biz bunu ortadan kaldıracağız; fakat ortada bir Kürt sorunu yok, penceresinden bakılıyor.
Yani, sanki Kürt halkının yüzlerce yıllık inkârı ve asimilasyonu söz konusu değilmiş de ortada sadece bir ‘terör’ sorunu var ve biz şu anda bununla mücadele ediyoruz, diye bunu yaygın bir biçimde propaganda ediyorlar. Dolayısıyla, ortada gerçek anlamda bir demokratikleşme, Kürt sorununun demokratik çözüm perspektifi, devlet cephesinde kendi dillerince de kendi politikalarınca da ifade edilmiş değil.
Elbette ki bu süreç çağrı ile başlamadı. Elbette ki bu süreç tokalaşmayla başlamadı. Bunun ayrıntıları ve detayları önümüzdeki dönemde görülecektir. Ama devletin, ‘bu konuda biz müzakere etmiyoruz, Kürt sorunu diye bir sorun yoktur, terör sorunu vardır’ diyerek, sonuçlarla ilgilenip sebeplere vurgu yapmayan bir yaklaşımı var. Bugün açısından büyük riskler var elbette, çünkü Türkiye Cumhuriyeti devleti sadece Kürtler açısından değil; Aleviler açısından, işçi sınıfı açısından, kadınlar açısından da kazanılmış ya da kazanılmamış ne varsa, onların tasfiyesi üzerine kendisini var etmiş bir siyasi anlayışa sahip. Dolayısıyla bu anlayış elbette ki güvenilmezdir. Bu çok net. Adım atacaksa, bu ancak mücadeleyle olacak. Dolayısıyla, ‘devlet bu adımları atar mı atmaz mı’ sorusuna bizim doğrudan vereceğimiz cevap şudur: Eğer biz adım atılmasını istiyorsak, bunun için kesin ve kesin mücadele etmek durumundayız.”
‘EMEKÇİ HALKI ÖRGÜTLEMELİYİZ’
Emek ve demokrasi güçlerinin ne yapması gerektiğini de somut bir şekilde anlatan Murat Çepni, şu ifadeleri kullanıyor: “Kürt halkı genel olarak yalnız bırakılmıştır, Kürt halkının özgürlük mücadelesi yalnızlaşmıştır. Bunun en büyük sorumlusu da başta Türkiye emekçi ve sosyalist hareketidir.
Eğer bizler, emek ve demokrasi güçleri ile sosyalist hareket olarak, bu iktidarın Kürt karşıtı şoven politikalarıyla zehirlenmiş milyonlarca işçiyi ve emekçiyi anlamlı bir şekilde örgütleyemediysek, bunun sorumlusu biziz. Şovenizme karşı güçlü bir mücadele yürütemediğimiz için bu devlet, çok rahat bir biçimde Kürt karşıtlığı üzerinden bütçesini, stratejisini, taktiklerini pekâlâ belirleyebildi.
Bu süreci, Kürt sorununun çözümü sürecinin doğrudan bir parçası olarak Türkiye işçi ve emekçileri ile emekçi halklarını görmek durumundayız. Başta emekçi Türk halkı olmak üzere, halklarımızı Kürt sorununun çözümü konusunda taraflaştırmamız lazım. Bunu her günkü faaliyetimize mutlaka ve mutlaka yedirmemiz lazım. Demeliyiz ki: ‘Şimdi görev, Kürt sorununun çözümü konusunda iktidara karşı barış ve kardeşlik mücadelesini geliştirmektir. Açlık ve yoksullukla mücadele ederken, Kürt halkının onurlu barış mücadelesine de katılmak, dahil olmak zorundayız. Bunu başaramadığımızda ne ekmeği kazanabiliriz ne de özgürlüğü’ demeliyiz.
Türkiye halklarını bu sürece taraflaştırmamız lazım. Taraflaştırırsak eğer, onlar da kalkıp AKP -MHP iktidarının karşısına dikilip, ‘Bu sorunu çözmek zorundasınız. Bizi bugüne kadar kandırdınız, artık yeter!’ demeli. ‘Kürt halkının demokrasi, özgürlük ve adalet taleplerini karşılayın’ diye karşılarına dikilmelerini sağlamalıyız. Bunu yapabilirsek, işte o zaman iktidar bu süreçte demokratik adımlar atmak zorunda kalabilir.”