Kürkçü: Öcalan’ın süreci yönetebilmesi için hukuki düzenleme şart

HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Önder Apo’nun çağrısı ile başlayan sürecin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi için hukuki düzenlemeler yapılması ve çalışma alanı yaratılmasının önemini vurguladı.

Önder Apo’nun “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısını ANF’ye değerlendiren HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, çağrının toplumsal ve siyasal boyutlarını, ana akım medyanın konuyu ele alış biçimi ve kullandığı dilin yanı sıra, hükümet ve devletin bu çağrıya karşı sorumluluklarını hatırlatarak, Önder Apo’nun süreci etkin bir şekilde yönetebilmesi için özgür ve iletişim araçlarına sahip olmasının önemli olduğunu söyledi. 

Kürkçü, PKK hareketinin tarihinde ilk kez silahların bırakılması ve silahlı mücadelenin sonlandırılmasına yönelik bir adım atmaya hazırlandığını belirterek şunları söyledi: “Daha önce de 2000-2002 arasında örgütsel formunu değiştirmiş ya da tek yanlı olarak silahlı çatışmaya son verdiğini açıklamıştı. Ancak Öcalan’ın önerisi üzerine KCK’nin beyanıyla PKK, hem silahlı çatışmaya koşulsuz son veriyor hem de 40 yıllık mücadeleye yön vermiş olan yapıyı dağıtmayı taahhüt ediyor. Bu gelişme, son 40 yıla damgasını vuran tarihsel önemde bir dönüm noktası. Kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin, beğenilsin ya da beğenilmesin, bu kararın son derece kritik ve tayin edici olduğu açıktır. PKK’nin varlığının sonlandırılmasına yönelik bu karar, her yönüyle çok belirleyici bir adımdır.

Bu gelişmenin yankıları da dünya çapında büyük oldu. Avrupa Birliği Türkiye Raportörü, BM Genel Sekreteri ve ABD Beyaz Saray Güvenlik Danışmanı gibi önemli liderlikler, bu adımı ‘tarihi’ olarak değerlendirdi. Dolayısıyla Türkiye’den ve dünyadan gelen tepkiler, bizim görüşümüzü doğruluyor.  

Bu süreç, Türkiye’de 100 yıldır çözümsüz kalmış olan Kürt meselesinden kaynaklanan ihtilaf ve çatışmaların sona erdirilmesi açısından büyük bir fırsat ve aynı zamanda kimi risklerle birlikte çıka geliyor. Buna karşın genel çerçeveden bakıldığında, çok önemli bir sürecin kapısını araladığı muhakkak.”

‘SÜRECİ YÖNETEBİLME KOŞULLARI SAĞLANMALI’

Sürecin sağlıklı ilerlemesi için Önder Apo’nun özgürce hareket etmesi ve iletişim kanalarına sahip olmasının olmazsa olmaz olduğunu vurgulayan Kürkçü, şöyle devam etti: “Bu sürecin bütün sorumluluğunu Abdullah Öcalan üstlendi. Sürecin sağlıklı ilerleyebilmesi ve etkin bir şekilde yönetilmesi açısından doğrudan Abdullah Öcalan’ın şahsına yönelik düzenlemelere ihtiyaç var. Abdullah Öcalan’ın omuzlarına yüklenen bu sorumluluk, mevcut koşullar baki kaldıkça tek başına taşınamayacak kadar ağır. Yapılacak işler, tecrit koşullarında, sınırlı görüşme imkanlarıyla ve sınırlı kaynaklarla sağlıklı bir şekilde yürütülemez. Abdullah Öcalan’ın işi, PKK’ye silah bırakma çağrısıyla bitmedi, daha yeni başlıyor. Sürecin yönetilmesi adına çok daha kapsamlı bir çalışmayı yürütmek durumunda. 

Abdullah Öcalan henüz İmralı Adası’nın dışına çıkamayacak olsa da en azından cezaevi dışındaki bir alanda çalışma yapabilmesi, müzakere ve görüşme süreçlerini yürütebilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Bu, yalnızca fiziksel bir alan yaratmakla kalmamalı; hukuki bir zemine de oturtulmalı. Yeni bilgilere ihtiyaç duyulan bir ortamda, Abdullah Öcalan’ın sadece deneyimleriyle tek başına bu süreci idare etmesi mümkün değil. Öte yandan, süreç boyunca atılan her adımın sonuçlarının değerlendirilmesine yönelik bilgi akışının sağlanması ve kesintisiz sürmesi için iletişim kanallarının açılması gereklidir. Ziyaretçi kabulünün düzenlenmesi de bu bağlamda büyük bir önem taşır. 

‘PKK İLE İLGİLİ HUKUKİ DÜZENLEMELER YAPILMALI’

PKK’ye yönelik operasyonlar sonucunda tutuklanan ve hâlâ yargı süreçleri devam eden kişilerin serbest bırakılması, PKK ile ilgili tüm yargı süreçlerinin de çözüm süreci kapsamında ele alınarak örgütle ilgili yürütülen tüm davaların ortadan kaldırılması gerekir. Bu, adaletin sağlanması ve çözüm sürecinin ilerlemesi adına atılması zorunlu kritik bir adım. Ortada ‘örgüt’ yoksa, ‘örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına hareket ettiği’ gerekçesiyle suçlanan ya da haksız yere suçlanan kişilerin bu suçlamalardan arındırılması gerekir. Yalnızca örgüt üyeliğiyle yargılanan on binlerce insanın geçmişteki suçlamalardan aklanması ve serbest bırakılması gerekir. Öcalan’ın çağrısı, pratik sonuçlarına ulaşacaksa, bu kapsamda cezaevlerindekiler ve aileleri için de yeni bir başlangıç ve değişim yaratılmalıdır.

Bu süreç, Öcalan’ın çağrısı öncesi ve sonrası olarak gözle görülür farklar yaratmadıkça gerçek bir değişim olarak değerlendirilemez. Ayrıca, sürecin boşa gitmemesi için somut sonuçların da hızla görülmesi gerekiyor. Ancak bu şekilde Kürt halkıyla ilişkiler güçlenebilir ve sürece olan inanç artar. 

Bu süreçten bir fayda sağlanıp sağlanamayacağı, tamamen halkla kurulacak ilişkilere, halkın hayatındaki olumlu değişimlere bağlı. Hükümetin çözüm sürecini halk aleyhine bir pazarlık aracı haline getirmesi kabul edilemez. Sürecin somut sonuçlar üretmesi için ciddi politik bir çabanın harcanması gerekiyor. Öncelikli olarak, Öcalan’a siyasa alan açılmalı ve PKK ile bağlantılı suçlamalarla yargılananların serbest bırakılması sağlanmalıdır. Mevcut davalar dondurulmalı, yenileri açılmamalıdır. 

Ancak unutulmamalıdır ki, tüm bu süreci yönetecek olan Saray’dır, yani Erdoğan’dır. Bahçeli’nin doğrudan bir karar alma yetkisi yok. Savcılıklara, valiliklere ya da Adalet Bakanlığı’na talimat verme yetkisi Erdoğan’da ve AKP’dedir. Ancak, Erdoğan’ın bu konuda herhangi bir irade gösterdiğini şu ana kadar görmüş değiliz.”

‘MEDYADA DÖNÜŞÜME İHTİYAÇ VAR’

Türkiye’deki medya dilinin, hükümetin kontrolündeki medya organlarının yayın çizgisine dayalı olarak süreci doğru şekilde yansıtmakta eksik kaldığına dikkat çeken Kürkçü, bu durumun sürecin olumlu ilerlemesi açısından bir dönüşüm gerektirdiğine dikkat çekti. Kürkçü, şu tespitlerde bulundu:

“Mevcut medya ortamında olayların doğru, adil ve yapıcı bir biçimde değerlendirildiğini söylemek pek mümkün değil. Elbette farklı sesler de var, ancak bunlar güçlü medya organlarından gelmiyor. Bu nedenle, anlatıya çoğunlukla hükümetin söylemlerinin yankısı hâkim. Hatta Devlet Bahçeli’nin söyleminin dahi medyadaki temsilinin Tayyip Erdoğan kadar güçlü olmadığını söylemek yanlış olmaz. Tayyip Erdoğan ise, mevcut süreci büyük ölçüde bir güvenlik ve asayiş meselesi olarak ele alıyor.

Gerçi kimi itirazlar ve eleştiriler, muhtemelen Abdullah Öcalan’ın da müdahaleleri sonucunda, son zamanlarda Erdoğan’ın bu katı güvenlikçi yaklaşımında bazı nüansların belirmesine yol açmış gibi görünüyor. Örneğin, önceki gün sarf ettiği ‘40 yıldır ağır insani ve ekonomik maliyeti olan bir sorunu suhuletle çözme imkanını görmezden gelmek, Türkiye gibi bir ülkeye asla yakışmaz’ ifadesi, yuvarlak anlatımına karşın, ilk kez sürecin tarihsel önemini vurguladığı belirleme oldu.  Yine de olanların temel mahiyeti hakkında hâlâ güvenlik merkezli bir söylem üzerinden konuşmaya devam ettiğini de söylememiz gerekir.” 

‘CHP, SÜREÇTE DAHA AKTİF VE SORUMLU TUTUM ALMALI’

Siyasi partilerin sürece yaklaşımını da yakın tarih perspektifinden değerlendiren Ertuğrul Kürkçü, şöyle devam etti: “DEM Parti’yi bir kenarda tutarak diğer siyasi partilerle ilgili şunu söylemek isterim: CHP’de ciddi eksiklikler görüyorum, özellikle sorumluluk üstlenme açısından. Parlamentoda temsil edilen DEVA, Gelecek, İYİ Parti, Saadet Partisi, Yeniden Refah gibi partiler erime sürecinde. Bu nedenle, ‘diğer partiler’ başlığı altında değerlendirmeden edemeyeceğimiz tek parti, ana muhalefet partisi olması bakımından CHP. Süreç bağlamında AKP ve MHP’nin tutumları netken, CHP’nin tutumu belirsiz ve seçim taktikleri nedeniyle değişken.  

2013-15 ‘çözüm ve müzakere’ sürecinde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığındaki CHP’nin tavrı esasen olumsuzdu ve gidişatın karşısındaydı. Ancak son dönemde, Özgür Özel’in yönetimindeki CHP, çatışma çözümü konusunda daha olumlu bir tavır sergiliyor. Sürece dair ilk günden başlayarak olumlu bir tutum sergiledi, ‘çatışma çözümü’ bağlamında dünya çapında oluşmuş uluslararası standartları ve kataloğu esas almayı savundu. Bu, aslında hükümetin ‘süreç yok’ iddiaları karşısında bir ‘çözüm süreci’ talep etmek anlamına geliyor ve iktidarın geliştirdiği hamleden çok daha geniş bir alanı tanımlıyor.

Ancak CHP, bu anlamda ‘çözüm süreci’nin nasıl yürütüleceği konusunda somut bir siyasal pratik tarifi ortaya koymadı. Kendisi iktidarda olsa süreci nasıl işleteceğine dair bir öneri sunmadı, çözüm sorumluluğuna talip olmadı ve ihtiyatlı bir iyimserlik ya da kötümserlikle süreci izlemeyi tercih etti. Bu, parlamentodaki iktidar bloku karşısında konumlanan ana muhalefet açısından çözüm yaklaşımı olarak yetersiz ve cılız. 

Hükümetin yaklaşımı, çatışmadan türeyen güvenlik sorunlarını asgariye indirmek ve çatışmadan çıkışı, kendi iktidarının geleceğini güvenceye almak açısından değerlendirmeye odaklanıyor ki, bu, meselenin tarihsel büyüklüğüyle taban tabana zıt ve dar bir bakış açısı. 

Oysa çatışmanın sona ermesiyle birlikte güvenlik ve savunma harcamalarının azaltılması ve bu kaynakların halkın refahı için seferber edilmesi gerekir. Süleyman Soylu, 1994-2022 arasında PKK ile çatışmadan kaynaklanan kayıpların hesaplanabilir toplam maliyetinin 3 trilyon 722 milyar TL olduğunu söylemişti. Böylesine olağanüstü bir maddi kazanımın nasıl yönetileceği konusu hükümetin gündeminde yer almıyor.

Ayrıca, ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması, ceza tehdidi olmadan görüşlerin özgürce ifade edilebilmesi ve çözüm sürecinin ya da dönüşümünün gerçekleşebilmesi için müzakere alanların serbestleştirilmesi gibi adımlar atılmadan, halkın bağrında oluşacak bir kabul nasıl sağlanacak? Ancak bu konuda da hükümetten ya da mevcut iktidar ittifakı tarafından atılan somut bir adım yok ve atılmayacak gibi görünüyor. 

Bu noktada, çözüm sürecinin ilerleyebilmesi için CHP’nin daha kapsamlı bir yaklaşım göstermesi gerekiyor.  CHP, eğer iktidarı hedefliyorsa, Kürt halkının taleplerine duyarlı bir yaklaşım benimseyerek, onun haklarının ihlal edilmesini engellemek adına daha çok aktif bir tutum sergilemesi gerekiyor. Doğrudan doğruya Kürtlerin özgürlük mücadelesinin yanında durmasa da eşit yurttaşlık haklarının savunulması adına daha fazla ve belirgin bir sorumluluk alması gerekiyor. 2023 genel seçimlerinde ve 2024 yerel seçimlerinde Kürt halkı, CHP’ye faşizme karşı büyük ve gerçek anlamda tarihsel bir destek verdi. CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu, Diyarbakır’da oransal olarak İzmir’dekinden daha yüksek oranda oy aldı. Bu destek düzeyi, CHP’ye Kürtlerin haklarının gerçekleşmesi bağlamında çok daha fazla sorumluluk yüklüyor.

Fakat şu an CHP’nin büyük bir uyanışı yansıtan bir çözüm önerisi sunduğunu görmek mümkün değil. CHP, AKP-MHP ittifakının faşizmi kurumsallaştırmaya doğru yürüyüş planının karşısındaysa, PKK’nin yeni kararının yarattığı momentumdan rejime karşı güçlü bir demokratik barikat kurmalı ve bu trendi tersine çevirerek yararlanmalıdır. Bu bağlamda, CHP’nin çok önemli görevleri ve sorumlulukları var. Ancak henüz bunlara dair işaretler görmüyoruz.

HALKLA BÜTÜNLEŞME VE DEMOKRATİK BASKI

Bu yüzden sürecin ilerlemesi için baskı oluşturmak gerekiyor. Meclis, demokratik özgürlüklerin güçlü bir şekilde savunulduğu bir alan haline gelmelidir. Halk kitlelerine bu doğrultuda ulaşılmalı, talepler güçlü bir şekilde dile getirilmeli. Önümüzdeki mart, nisan ve mayıs ayları, sosyalist ve demokratik hafızamızın tazelendiği, güncel ile buluştuğu zamanlar olarak önemli. Devrimci anma günleri ve toplumsal mücadele hafızası, bu süreçle birleşmeli. 8 Mart kadın mücadelesi etkinlikleri, 21 Mart Newroz kutlamalarından 1 Mayıs’a kadar bu toplumsal mücadele, bu çizgide ilerletilebilirse hem halkın talepleri görünürlük kazanır hem de çözüm sürecinin sündürülmeden ilerletilmesi için demokratik bir baskı gücü yaratılmış olur.

Ancak parlamenter kapsamda en büyük sorumluluk, DEM parti ve CHP başta olmak üzere parlamentodaki muhalefet partilerinin omuzlarındadır. Fransa Başbakanı Georges Clemenceau I. Dünya Savaşı günlerinde, ‘Savaş, askerlere bırakılmayacak kadar ciddi bir konudur’ demişti. Aynı şekilde, barışın Erdoğan’a emanet edilemeyecek kadar yaşamsal bir konu olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.”