6 Şubat 2023 depremlerinin yıl dönümünde, molozların bilinçsizce bertaraf edilmesi ekolojik tahribat ve sağlık risklerini de getirdi. Bu durum, çevre kirliliği ve sağlık hakkı ihlalleriyle sonuçlanırken, afet sonrası uygun atık yönetimi ve çevresel denetimlerin önemini bir kez daha gözler önüne serdi. Jeofizik Mühendisi ve Deprem Bilimci Doç. Dr. Savaş Karabulut, Maraş merkezli depremlerin ikinci yılı vesilesiyle, deprem gerçeklerini ve olası deprem senaryolarını değerlendirerek sorularımızı yanıtladı.
6 Şubat depremlerinin ardından geçen sürede Türkiye’de deprem bilinci ve hazırlık konusunda ne gibi gelişmeler yaşandı?
Öncelikle belirtmek gerekir ki, 6 Şubat Maraş-Suriye depremleri (Maraş, Elbistan, Antakya- Defne) sonucu elli üç bin 537 kişi hayatını kaybetti. Bu depremler, toplumda “daha çok korku, çaresizlik, yalnızlık” duygularıyla devam eden ve nihayetinde bireylerin kendilerine “ben ne yapacağım?” sorusunu sorduğu bir aşamadan ileriye gidemedi. Benzer bir durumu, 1999 yılındaki Gölcük (On sekiz bin 373 kişi) depremleri sonrasında da gözlemlemiştim. Daha geçmişe, Cumhuriyet öncesinden başlayarak coğrafyamızın 100 yıllık deprem geçmişini incelediğimizde, deprem gibi bir doğal tehlikenin afete “dönüştürülmesi” nedeniyle kaybettiğimiz yurttaşlarımızın istatistikleri, bu tespitin gayet bilimsel bir gerçek olduğunu da gösterecektir.
1924 Erzurum-Horasan (60 kişi) depreminden başlayarak, 31 Mart 1928 İzmir-Torbalı (33 kişi), 1930 Hakkari (2514 kişi), 22 Eylül 1939 Dikili-İzmir (109 kişi) 1939 Büyük Erzincan (32968 kişi), 1942 Erbaa-Tokat (3000 kişi), 1953 Hendek-Adapazarı (336 kişi), 1943 Ladik-Samsun (4000 kişi), 1944, 1957, 1999 Bolu ve Düzce (3959, 52 ve 894 kişi), 1949 Karaburun-İzmir (2 kişi), 1953 Yenice-Çanakkale (265 kişi), 1955 Söke-Aydın (3 kişi),1957 Muğla (67 kişi), 1964 Manyas-Balıkesir (23 kişi), 1966 Varto-Muş (489), 1970 Kütahya (1986 kişi), 1975 Lice-Diyarbakır (2385 kişi), 1976 ve 2011 Van (3840 ve 644 kişi), 1992 Seferihisar-İzmir (-), 1995 Dinar-Afyon (90 kişi), 1998 Adana-Ceyhan (145 kişi), 2003 Bingöl (176 kişi), 12 Haziran 2017 Karaburun- İzmir (1 kişi), 2020 Doğanyol-Sivrice (41 kişi) ve 2020 Sisam Adası (116 kişi) depremleri nedeniyle toplam elli sekiz bin 198 (yüzde 52) kişi hayatını kaybetmiştir.
6 Şubat depremlerinde ise, hayatını kaybeden yurttaşların sayısı elli üç bin 537 kişi (yüzde 48) olarak tespit edilmiştir. Anadolu coğrafyasında sadece depremler nedeniyle yüz on bir bin 734 yurttaş hayatını kaybetmiştir. 100 yıllık bir deprem geçmişine baktığımızda, her orta ve büyük deprem sonrasında gerçekleşen can kayıplarının nedenini hayatını kaybedenlere veya yakınlarında aramak ise vicdani değildir. Sorumlular, merkezi ve yerel idare teşkilatlarının başında bulunanlar, yani ülkeyi yönetenlerdir.
Bu nedenle, görüleceği üzere depremlerin yönetenlere bir bilinç kazandırdığını söylemek mümkün değildir. Ne sürdürülebilir ne yaşanabilir ne de afetlere karşı dirençli bir toplum oluşturulamamıştır. Deprem bilincini ilk öğrenecek olan yönetenler olmalıdır. Bunu da kamucu bir anlayışla, artık değeri ve kârı değil, insan hayatını önceleyecek bir bütçeyi depreme ayırarak ve “seferberlik ilan ederek” yapmak dışında bir çözümleri yoktur. Aksi her durum, (özellikle Marmara Denizi ve çevresinde meydana gelecek depremler) yüzbinlerce insanın hayatının risk altında olduğuna işaret etmektedir.
Büyük depremler, Türkiye’deki fay hatlarının sismik hareketliliği açısından topluma ne öğretti?
Anadolu coğrafyasındaki kentlerin tamamı, ya coğrafi sınırlarımız içerisinde kalan fayların ürettiği depremlerle ya da yakın komşu ülke sınırlarında meydana gelen depremlerle yıkılmıştır. Dış kaynaklı depremlere Hakkari ve Sisam Adası depremleri örnek verilebilir. Daha da önemlisi, tarihsel kayıtlar incelendiğinde, Akdeniz ve Ege Denizi’nde deprem ve volkanik aktivite kaynaklı depremlerdir. 28 Ocak 2025’ten şubat ayının ilk günlerine (günümüze) kadar Santorini-Amargos arasında bulunan Kolumbo volkanında 5.1 büyüklüğüne varan birçok deprem meydana gelmiştir.
Bölgede, deprem dışında 2004 Sumatra-Endonezya ve 2009 Tohoku-Japonya depremleri gibi, büyük dalga boylu (en az 10 m) tsunamilerin ve deniz dibi heyelanlarının olacağı depremler bu coğrafyada büyük kayıplara neden olmadan, yönetenlerin bu tehlike durumuna karşı önlem almayı öğrenmesi gerektiğini belirtmekte gerek var. Tabii, Marmara Denizi’nde meydana gelecek depremlerde de deprem, tsunami, deniz dibi heyelanları ve deniz suyunun kara alanlarını basması gibi olayların meydana gelebileceği bilindiği halde, önlem alınmadığını da belirtmekte yarar var.
Toplumu oluşturan bireylerin ise bu sismik hareketlilik karşısında, hiçbir zaman ekonomik olarak iki yakası bir araya gelmeyen yurttaşlarına (emekçiler, emekliler, işsizler) çaresizce ölümü beklememesi gerektiğini de öğrenmesi gerekiyor. Aksi durumda, “alınyazısı, kader, asrın felaketi” gibi ölümü ilah-i takdir olarak, bilim ve akıl dışı tanımlamalarla topluma kabullendirmek ve depremi de doğaüstü bir olaymış gibi “cezalandırılma” yoluyla ilahi gücün hikmeti olarak gösterenlere teslim olmak dışında bir yol ve yöntemleri de yok gibi duruyor.
Şu an Türkiye’de en riskli bölgeler nereler? Özellikle büyük şehirler için yeni bir deprem riski var mı?
Deprem, bir doğa olayı olup doğal bir tehlikedir. Tehlikeyi riske dönüştüren ise, "hasar görebilirliği belirlenmiş alanlara veya kırılganlığı hesaplanmış yapılara karşı, onları güvenli kılacak önlemlerin deprem öncesinde alınmamış olmasından” kaynaklanmaktadır. Tehlike ve risk kavramları, bu nedenle birbirinden ayrı düşünülmelidir.
2018 yılında yayımlanan Türkiye Afet Müdahale Planı (TAMP) ve 81 il için hazırlanan İl Risk Azaltma Eylem Planları (İRAP) hazırlanmıştır. 6 Şubat 2023 depremleri öncesinde de 11 ili etkileyen tüm yerleşim alanları için doğal tehlikeler ve risk analizleri yapılmıştır. Tüm bunlara karşı önleyici tedbirler ise alınmamıştır. Burada “önlemi kimin alacağı" sorusu, önemli ve yerinde olacaktır. Önlem almak, “bir ekonomiye sahip” olmakla ilişkilidir. Bu finansal gücü elinde bulundurmayan kişiler ise önlem alamamaktadır.
Marmara Denizi içi ve çevresinde en az 5 tane daha 7 büyüklüğünde deprem beklenmektedir. Kuzey Anadolu Fayı, Adapazarı doğusunda iki kola ve daha sonra Gemlik Civarında tekrar iki kola ayrılmaktadır. Bu kolların her biri, 7’den büyük depremler üretme potansiyeline sahiptir. Aslında yüzyıllık tarihimizde meydana gelen büyük ve önemli depremlerin olduğu alanlarla birlikte, Malatya-Ovacık (7.8), Nazımiye Fayı (7.2), Yedisu Fayı (Kuzey Anadolu Fayının en doğu ucunda bulunan kırılmayan, 7.2), Bingöl (6.8), Karasu (7.4), İzmir, Adana, Biga Yarımadası, Tuzla Fayı gibi büyük deprem üretmesi beklenen faylar bulunmaktadır. Ermenistan’daki fayın kırılması; Kars, Ardahan, Artvin ve Iğdır’ı deprem dışında, nükleer tehlikeyle karşı karşıya bırakması beklenmelidir. Kıbrıs-Helenik yayı üzerinde (7.0-8.3) deprem, tsunami, deniz dibi heyelanları ve volkanik patlamaları da tetikleyeceğine yönelik tarihsel çalışmalar bulunmaktadır. Tüm bu yerleşim alanları tehlike ile değil, birincil ve ikincil tehlikelerle karşı karşıyadır.
2023 depremlerinin ardından diğer fay hatlarının tetiklenme ihtimali var mı?
Yayınlanan bilimsel makalelere göre, 2023 yılı depremlerinin, güneyde bulunan Karasu Vadisi’ndeki fayları tetikleme olasılığı olduğu düşünülmüştür. Ancak, bu depremlerin yaklaşık 750 km yarıçaplı bir alanda gerilme değişimine neden olduğu ve bu alanlarda bulunan diğer fayların da tetiklenebileceğini düşündürmektedir.
Deprem yönetmelikleri ve bina dayanıklılığı açısından Türkiye yeterli seviyede mi?
Ülkemizde yayınlanan birçok deprem yönetmeliği bulunmaktadır. 1975’ten başlayarak (betonarme yapı yönetmeliği açısından bu tarih baz alınmıştır) 2018 yılına kadar, neredeyse yıkıcı olan her deprem sonrası bir yönetmelik yayınlanmıştır. Öncelikle belirtmek gerekirse, yıkılan yapıların neredeyse tamamının, kendi dönem koşullarındaki yönetmeliklere göre uygun yapılmadığının altını çizmek gerekmektedir. Bu durum, depremler sonrası hasar tespiti yapan bilirkişilerce ve akademik yayınlarda özellikle dikkati çekmektedir.
2018 yılında yayınlanan son yönetmelikte tanımlanan ve yapı tasarımı için kullanılan parametreler bile birçok alanda yetersiz kalmıştır. Ancak beraberinde birçok yapının daha güvenli kılınması da sağlanmıştır. Burada temel sorun ise, denetimin ya yapılmaması ya da konunun uzmanı kişilerce doğru düzgün yapılmamasından kaynaklanmaktadır. Ya da yapı projelerini hazırlayanların doğru proje hazırlayacak bilgi birikimine sahip olmadan bu işe soyunmalarıdır Yapı dışında, yapıların üzerine inşa edilecek temel tipinin doğru seçilmesinde, zemin etütlerine yeteri kadar özen gösterilmemiş olması olarak düşünülmelidir. Yerleşime açılan alanların uygunluk çalışmalarının merkezi idare tarafından yaptırılmadan, yani deprem ve zeminin yaratacağı sorunlar bütünleşik olarak tespit edilmeden, tabir-i doğru ise “burayı yerleşime açalım” şeklinde bir el işaretiyle yerleşime açılmasından kaynaklanmaktadır.
Deprem tehlikesine karşı, zemin etütlerinin doğru yapılması ve gerekirse zemin ıslahı ile problemlerin çözüme kavuşturulması sonrasında, yapısal tasarım projeleri hayata geçirilmelidir. Ancak, ülkemizde 1992 Erzincan depremi sonrasında sadece kamu binalarına, 2000 sonrasında ise konut tipi yapılara zemin etütleri zorunlu kılınmıştır. Bu durum bile, hangi yapıların daha büyük risk taşıdığını doğrudan göstermektedir.
2023 depremlerinde yıkılan binaların büyük kısmı eski yapılardı. Yeni yapılan binaların güvenliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Mevcut deprem yönetmelikleri Türkiye için yeterli mi, yoksa yeni düzenlemeler gerekli mi?
Kamusal denetimin olmadığı, zemin etütlerinin ve yapı tasarım projelerinin bunlara uygun bir şekilde yapılmadığı her durumda, yapıların “risk taşıdığını” söylemek yanlış olmayacaktır. Ayrıca yapı sağlığının izlenmesi de diğer önemli bir konudur. İnsanların sağlıklarını düzenli periyotlarla kontrol ettirmek için check-up yaptırdığı gibi, yapıların sağlıkları da yapı türüne ve bir deprem sonrası, zeminleriyle birlikte kontrol edilmelidir. Ayrıca bilimsel toplantılarda, yayınlanan makalelerde ve mühendislik kongrelerinde, son yönetmeliğin de belirli ölçülerde revize edilmesi gerektiği tartışılmaktadır. Yönetmelikte tanımlanan bazı parametrelerin güncellenerek, güvenli tarafta kalacak yapı imalatı ve zemin etütlerinin daha nizami şekilde yapılması için bu bir gereklilik gibi duruyor.
Türkiye’de halkın deprem farkındalığı arttı mı? İnsanlar afetlere yeterince hazırlıklı mı?
Toplum, deprem, sel, yangın, çığ, göçük gibi birçok tehlike karşısında ne yazık ki tecrübe ederek kendini geliştirmek zorunda kalıyor. Toplumsal bilinç, afet kültürü ile edinilmeli ve her vatandaşın online olarak bu eğitimleri alması, bilinç düzeyinin doğrudan gelişmesine yol açacağı da beraberinde düşünülmelidir. Ayrıca, ilköğretimden başlayarak yükseköğretime kadar afet eğitimleri zorunlu olmalı, müfredatlar bu minvalde daha uygun ders içerikleriyle güncellenmelidir. Bu konuda da ülkemizde deprem bilimi alanında uzmanlaşmış jeofizik mühendisleri doğrudan yetkilendirilmelidir. Sismoloji, yani deprem bilim eğitimi, ülkemizde jeofizik mühendisliği bilimi tarafından verilmektedir.
Afetler konusunda da ilgili enstitülerle koordineli bir şekilde eğitim içerikleri hazırlanmalı ve her yıl düzenli tatbikatlar yapılarak, doğanın insanları tatbiki öncesinde hazırlıklı olunması sağlanmalıdır. Geçtiğimiz senelerde, ulusal düzeyde yapılan tatbikatın çıktılarının başarılı sonuç vermediği, tatbikatın her bireyin katıldığı ve ondan çıkarımlar elde edeceği şekilde planlanması önemlidir. Bu durum, yangın gibi tehlikelere karşı da beraberinde hazırlıklı olunmasını zorunlu kılmaktadır. Öncesinde, merkezi ve yerel idarenin gerekli alt yapıyı (itfaiye istasyonları, hidrant sistemi vb.) sağlamalı, her apartman/işyeri ilgili yönetmelik hükümlerine uygun olarak gerekli alt yapı ve eğitimi de almalıdır.
Deprem sonrası kentsel dönüşüm projeleri gerçekten halkın güvenliğini sağlıyor mu, yoksa rant odaklı mı ilerliyor? Bilim insanları ve sivil toplumun bu sürece daha fazla dahil olması için ne yapılmalı?
Neoliberalimizde her şeyin bir artı değeri vardır ve bu artı değeri yönetenler eliyle yapanlar, o rantın ortağı olmaktadır. Bu nedenle, 6306 sayılı Kanun’un yayınlanması sonrasında, çok değişim oldu mu diye sorarsanız, net bir cevap vermek mümkün değil. Çünkü merkezi idarenin bu konuda şeffaf bir bilgiyle bu işi yaptığına dair elimizde bir belge yok. Afetlere hazırlık, çok disiplinli bir teknik konu olabilir; ancak tüm süreci yerellerden doğru koordine edecek merkezi idare ve onun teşkilatları olmalıdır.
Tüm bilgiler, alt yapı ve hazırlık süreçleriyle, kentlerin hangi öncelikle yenileneceği, yaşanabilir, sürdürülebilir ve çevre dostu bir kentin inşası ilk olarak şeffaf bir yönetim anlayışıyla ve kamu denetimiyle olmalıdır. Ülkemizde böyle bir teknik alt yapı olsa da yönetim erki açısından bunu söylemek mümkün değildir. Genel olarak bireyler, kendi bireysel kurtuluşlarını bulmak için çabalarken, deprem güvenli konut tasarımı, imalatı, denetimi ve en önemlisi de bütçe yükü, kredi borçlarıyla vatandaşa bırakılmaktadır.
Kentsel dönüşüm tanımı, bu nedenle iktidarın ekonomik büyüme rakamlarında hep en üst sıralarda olmakta; bankalar bu ekonominin finansal kazanç sağlayan organları olurken, müteahhitler ise hiçbir kanunla tanınmadıkları halde “yürütücüsü” olmaktadır. Kamucu bir modelde, yapı kooperatifleri ile bu işin üstesinden gelmek veya mülkiyet hakkının kamuda olduğu bir sistem olmadığı sürece, ekonomiyi canlı tutmak için, canları hayatta tutmayan güvensiz konutlar dönüştürülemeyecektir. Bu durum, tamamen sistemin tercih ettiği bir yoldur. Deprem sonrası konut imalatının, deprem öncesinde neden yapılmadığı sorusu bile, bunun inşaat tekelleriyle, rantı kontrol eden ve yöneten bir liberal modelin dışa vurumudur.
Türkiye’de deprem vergileri ve afet için ayrılan bütçelerin kullanımı şeffaf mı? Deprem sonrası yeniden inşa sürecinde kaynakların adil dağıtıldığını düşünüyor musunuz?
Türkiye’de deprem vergileri, özel iletişim vergisi, zorunlu deprem sigortası ve her deprem sonrası, (6 Şubat depreminde büyük yük yine çalışanlara yüklenmiştir) giderek artan oranda yeni vergiler veya vergi oranlarında artış yapılmaktadır. Toplanan paralar ise Hazine’nin havuzunda tutularak, deprem dışında da birçok farklı yatırım aracı için kullanılmaktadır. Toplanan vergilerin “duble yol” yapıldığı “Hazine’nin bir havuz” olduğu gibi sözler de dönemin bakanları tarafından ifade edilmiştir. 2023-2024 yılları arasında, yaklaşık 2 Trilyon TL deprem bölgeleri için ayrılmıştır. 2025 yılında 548 milyar TL yine deprem bölgelerine ayrıldı. Ancak dolar kurunun dalgalı olması, enflasyon, ithal mal oranının yüksekliği ve yeni vergilerle birlikte bu üç yıllık bütçenin (2.5 Trilyon TL), 11 ili etkileyen deprem bölgesi için yeterli olmayacağını düşünüyorum.
Bu da beraberinde, deprem bekleyen diğer bölgelerin bir o kadar hazırlıksız kalmasına da yol açtığını, yani risklere karşı yurttaşların kentsel dönüşümle güvenli barınma hakkının sağlanamayacağına da işaret etmektedir. Deprem bölgelerinde konut üretimi için yapılan ihalelerde “alt yapı, zemin koşulları” gibi temel bilgi olmadan en üst rakamlarla ihaleye çıkılması bile kamu bütçesinin yanlış ve plansız kullanıldığının en önemli kanıtıdır. Kamucu bir bakış açısı yanında, merkezi planlı bir yapının inşası da bu noktada büyük önem taşımaktadır. Kamu kaynaklarının gelirinin yüzde 70’ine yakını vergilerden oluşmaktadır. Hane halkının vergi yükü bu kadar fazla iken, kendi vergilerinin nasıl kullanıldığına yönelik adil ve şeffaf bir süreç yönetilemiyorsa, burada biraz da halkın tercihlerinin bilinç düzeyine ne derece yansıdığının da sorgulanması gerektiğini düşündürmektedir.
6 Şubat 2023'te meydana gelen depremler sonrasında molozların bilinçsizce bertaraf edilmesi, ekolojik yıkıma ve sağlık hakkı ihlallerine neden oldu. Bu sürecin çevresel etkileri ve alınması gereken önlemler açısından değerlendirme yapabilir misiniz?
6 Şubat depremlerinde 100 milyon ton inşaat, moloz ve diğer atıkların oluştuğu çeşitli yayınlarda belirtilmektedir. Bu atıklarda ve yıkımlar sırasındaki en önemli sorun, 10 yıl sonra kendini gösterecek olan asbest tehlikesidir. Mezotelyoma, yani akciğer/karın zarı kanserinden hayatını kaybedecek on binlerce insanın olacağını da şimdiden tarihe not düşmek önemlidir. İçme sularının atık sulara karıştığı, alt yapı sistemlerinde büyük hasarların olduğu, farklı kimyasal tesislerde çıkan yangınların veya sızıntıların yarattığı çevresel yıkım konusunda, akademik yayınlar dışında hala net bir bilgiye sahip değiliz.
Deprem, bu anlamıyla bir halk sağlığı sorununa da dönüşmektedir. Depremden sonra hijyen problemliyle birçok hastalık oluşmuş ve hatta bölgede yeni tür sineklerle “insanların ciltlerinde iz bırakan” türler geliştiği, yaşayan halk tarafından belirtilmiştir. Ülkemizde her türlü çevresel etkiye karşı gerekli kanuni alt yapı, yönetmelikler ve yönergeler tesis edilmiştir. Ancak depremde olduğu gibi, “tüm kanunların rafa kalktığı” durum, çevresel etkilerinde de kendilerini göstermektedir. Tüm bu sorunlar, aslında sistemin kâr hırsını, artı değeri, rantı merkeze alarak, kamuyu, canlı hayatını ve çevreyi bu dönüşüm için kullanan bir araç olarak görmesinden kaynaklanmaktadır.
Bu nedenle, deprem dahil tüm doğal/yapay tehlikelerin afete dönüştürülmesi ve canlıların hayatını kaybetmesi bir sistemsel hastalıkla açıklanabilir. Kâr veya daha çok kazanç ile tüm bu olumsuz durumların bertaraf edilmesi mümkün değildir, bu nedenle depremde ölüm, yönetilen sisteme bağlıdır. Bu sistem ortadan kalmadıkça ve yerine, yaşamı merkeze alan bir yaşam şekli inşa edilmedikçe, "yık-yap, yeniden yık ve yeniden yap!” anlayışı hep devam edecektir.