Hem Türkiye’de hem dünyada aşırı sağın yükselişinin temel dinamiklerinden bir tanesi göç ve mülteciler. Öyle ki 2023 Türkiye seçiminin ikinci turunu mülteci karşıtı olan Ata İttifakı belirledi. Gazeteci yazar Ercüment Akdeniz’in deyimiyle aşırı sağ bu ittifak, ana akım iki ittifaklar içiresinde kendine yer buldu. Elbette bu aşırı sağın da dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hedefi mülteciler. 31 Mart yerel seçimlerine giderken mülteci karşıtı söylemler bu ittifakın da ötesinde, başka adaylarca da dillendirilen ve halka vaat olarak sunulan bir hal aldı.
Daha önce de mülteciler üzerine çalışmalar yapan Gazeteci Ercüment Akdeniz bu defa yerel yönetimlerin mültecilerle olan ilişkisinden çözüm önerilerine kadar geniş başka bir yelpaze açan kitabı Göç ve Belediyeler; İktidar ve Muhalefet Perspektifleri kitabını ocak ayında yayımladı. Çalışmaları arasında Suriye Savaşının Gölgesinde; Mülteci İşçiler(2014), Ölüm Koridorunda Mülteci Pazarlığına; Sığınamayanlar (2016) Göçmen Emeğinin Küresel Devinimi; Sekizinci Kıta (2021) gibi mülteci meselesini ele alan kitapları bulunan Ercüment Akdeniz ile hem yeni kitabını hem de 31 Mart seçimleri öncesi mülteci karşıtlığını konuştuk.
Hem önceki seçimde hem de bu yeni yerel seçimlerde sağ ve hatta sosyal demokrat adayların göçmenleri göndermek gibi vaatleri var. Öncelikle her iki seçimde de mültecileri geri göndermenin halka bir vaat olarak verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
14 Mayıs seçimleriyle 28 Mayıs seçimi arasında iki tane önemli transfer yapıldı. Sinan Oğan’ın Cumhur İttifakı transfer etti, Ümit Özdağ’ı da Millet İttifakı. Türkiye’de Ata İttifakı denen blok, yani aşırı sağ Zafer Partisi ile oluşan bu blok aslında göçmen düşmanlığı üzerinden oylarını yükseltmeye çalışan bir ittifak bloku. Hatta dünyanın aşırı sağ yükselişini örnek alan bir blok. Ama bu transfer olaylarından sonra göçmen düşmanlığının rantını hem Cumhur İttifakı hem Millet İttifakı transfer ederek kendi arkasına almış oldu. Dolayısıyla aşırı sağ hem Millet İttifakı’nın içinde hem de Cumhur İttifakı’nın içinde de var. Yani Türkiye’de kendine özgü bir aşırı sağ dalga gelişiyor.
Ana akımında da desteğiyle gelişiyor diyebiliriz değil mi?
Evet, ayrıca Cumhur İttifakı içindeki AKP’li bakanlar ya da MHP sözcüleri içerisinde bile göçmenler konusunda ılımlı konuşmaya çalışanlarla Avrupa’nın aşırı sağ partileri gibi konuşanlar olmak üzere farklı tipler de görüyorum. Biri aşırı sağa, diğeri merkez sağa çekiyor. Ama öte yandan Bolu Belediye başkanı Tanju Özcan konuştuğu zaman AfD’nin (Almanya’da aşırı sağ bir parti) Belediye Başkanı sanıyorsunuz. Orada da enteresan bir şey var çünkü Tanju Özcan CHP’den disiplin kuruluyla atıldı. Ama bu soruşturma sürecinde göçmen düşmanlığı olayı yoktu. Normalde CHP’nin o konuda bir disiplin soruşturması ve cezası vermesi gerekiyordu ama vermedi. Sonra değişim hareketi oldu, CHP’de yönetim değişti ve Özcan geri döndü. Bu “af” dünyada yükselen aşırı sağın CHP içine alınması demek. CHP açısından da çok tehlikeli bir süreç. Aşırı sağı sadece göçmen düşmanlığı diye anlamamak gerekiyor. Onunla beraber Kürt düşmanlığı, Alevi düşmanlığı hepsi iç içe geçiyor.
Şöyle de bir durum var ki bunu söyleyenler de biliyor aslında örneğin Bolu’da mültecilerin nüfusa oranı çok zayıf. Ama Tanju Özcan bunu bilerek yapıyor. Milliyetçiliği kışkırtıp oyları konsolide etmek için yapıyor. Hatta mülteci oranı en düşük illerden bir tanesi. Araştırma yaptığım zaman şunu da fark ettim CHP’de Tanju Özcan çizgisiyle merkez belediyelerin arasında bir mesafe var. Çünkü Ekrem İmamoğlu, Tunç Soyer veya Zeydan Karalar çizgisi ve söylemleri daha ılımlı. Yani en azından bir yılda göndeririz demiyorlar. Ankara'yı saymıyorum çünkü orada da 92 bin kişi var, o yüzden çok dile gelmiyor mülteci meselesi.
Bu bir yılda göndeririz söylemleri gerçekliği karşılıyor mu?
Hem iç savaşlar tarihi hem de uluslararası sözleşmeler savaş bittikten en az 15-20 yıl sonra insanların dönebileceğini söylüyor; ama şu an Suriye’de savaşın tam bittiğini söyleyemiyoruz. Çünkü güvenlik endişesi var. Dolayısıyla bunun gerçekliği yok. Bunu dediğim gibi bile bile yapıyorlar, pragmatist davranıyorlar.
Peki, bir taraftan da mültecileri önemseyen, bu soruna çözüm üreten görüşler de var. Sosyalistler var, DEM Parti var. Bu seçimler boyunca onların söylemleri ne kadar yeterli?
Aslında kitabı yazmamın nedeni bu soru, çünkü buradaki boşluğu hissettim. Sol o kadar da cesaretli değil. Genel yaklaşım şöyle oluyor: Türkiye'nin bir sürü sorunu var. Demokrasi güçlerinin mücadele ettiği bir sürü sorun var. Emekle ilgili işçi gündemiyle ilgili bir sorunlar var. Bir de bununla mı uğraşacağız? Yani gücümüz hangisine yetecek gibi bir endişeyle uzak duruyorlar. İkinci olarak da bu göç sorununu ve politikalarını insanlara anlatmak zor. Zaten birçok konuyu anlatmakta zorlanıyoruz. Bir de bunu anlatırsak, halk bizden iyice uzaklaşacak. Bundan biraz mesafeli duralım anlayışı da var. Üçüncü olarak da eğer bir sol, sosyalist parti seçime girecekse ve bu ona oy kaybettiriyorsa ki ettirebilir, bu endişeye neden oluyor. Bunun gibi nedenler var ama sonuç şu oluyor, bugün dünyada ve Türkiye’de göç politikasına uzak duran herkes siyasetin dışına düşer. Dünyada aşırı sağ yükseliyor, neofaşist dalga yükseliyor ama Avrupa sosyal demokrasi de mesela son zamanlarda aşırı sağ yükselmesin diye “biz göçmen karşıtlığı yapalım” diyerek halkı böyle ikna etmeye çalıştı ve kendisi sağcılaşıyor. Bu sağcılaşma meselesi Türkiye’deki muhalefete de gözlenebiliyor. Herkes bir şekilde göç politikasına yöneliyor. O yüzden sorun bu konudaki açmazlar.
Ben bu meseleyi bu motivasyonla yaparken biraz da bir el kitabı olsun, her sol, sosyalist, demokrat partinin ve adaylarının ya da çalışma yürüten insanların elinde bulunsun istedim. Sorunu doğru, objektif bir şekilde analiz edebilsinler. Hem doğru propaganda yapabilsinler hem de çözümler sunabilsinler. Bence anahtar orada yatıyor yani hem halkı ikna ederken hem kendisine güven bakımından çözüm metotları sunmak. Biraz da bu niyetle yola çıktım.
Kitabın ikinci bölümünde özellikle Türkiye’nin de gündemine çok kez gelen göçmenler üzerinden emeğin ucuzlatılması, iş cinayetleri gibi göçmenlerin de çok ciddi anlamda buna maruz kaldığı çalışma alanını ele alıyorsunuz. Diyorsunuz ki kalkınma ajansları eliyle göçmen emeğinin şekillendirilmesi de fonlarla vs. sağlanıyor bir bakıma. Burada ne gibi faktörler var?
Merkez kapitalist ülkelerin oluşturduğu -Avrupa Birliği- yeni göç ve iltica paktının ana amacı, göçmenleri olabildiğince Avrupa’dan uzak tutmak, Türkiye gibi göçmen depoları yaratmak ve göçmenleri oralarda tutmak. İkincisi daha tehlikeli olanı buralarda, yani Türkiye gibi yerlerde işçi eğiten, mesleki ve teknik eğitim veren, dil eğitimi de veren nitelikli iş gücünü oluşturmak, böyle bir planları da var. Bunu Avrupa Birliği, kalkınma ajansları eliyle ve fon basarak yapıyor. Biz artık bu göçmen deposu ülkelerde yedek işçi ordusu göreceğiz ama bu yedek işçi ordusu kolaylıkla başka ülkede çalışabilen nitelikte olacak. Eğitilmiş, kalifiye işçiler olacak ve daha da önemlisi bunlar kalıcı olmayacaklar. Mülteciler gibi yani geçici sözleşmelerle çalışıp geri gönderilecekler. Bu yeni tür modern köleliğin transferi ve ihracı aslında yeni bir yol buldu.
Peki, bunun belediyeler ayağında ne var?
Belediyeler ayağında Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Teşkilatı (UCLG) diye bir teşkilat var. Bu teşkilat dünyadaki 192 ülkenin 140’ını bünyesinde toplayan bir yapı. Türkiye’den de 27 belediye ve Türkiye Belediyeler Birliği de bu teşkilatın içinde. Türkiye Belediyeler Birliği’nin başkanlığını da AKP’li belediyeler yapıyor. Uzun süre Antep Belediye Başkanı Fatma Şahin yaptı hatta. Buradaki hikâye şu, belediyelere İsveç bankaları üzerinden para fonluyorlar. Bu paralarla proje yapıyorlar, projelerle birlikte eğiticileri gönderiyorlar. Büyük merkez kapitalist ülkelerin şehirleri ve onların yerel yönetimleri dünyanın göçünü paylaşmıyor, tıpkı devletler gibi belediyeler de kardeş belediyeler bularak ve onlara fon desteği vererek, göçmenlerin orada kalmasını sağlıyor. Böyle bir ilişki sistemi oluşmuş durumda. Burada da 3-4 tane sihirli kavram kullanıyorlar.
Nedir bunlar?
Birincisi “sürdürülebilirlik”. Şunu diyor senin şehrinde, örneğin Adana’da çok fazla göçmen olabilir ama bu sürdürülebilir bir şey, yani sen bunu sürdürebilirsin. Ben sana bu konuda projeler sunacağım diyor; ama hiçbir zaman o göçmenlerin örneğin Berlin’e ya da Fransa’nın bir şehrine gitmesini istemiyor. İkinci sihirli sözcük “kalkınma”. Diyorlar ki bu göçmenler fırsattır. Sen bunları eğer uygun çalıştırırsan senin şehrin kalkınır diyor. Bir üçüncü şey ise “bir arada yaşam” aslında kulağa çok hoş geliyor. Ama bunun altında “Siz bir arada yaşayabilirsiniz ama bize göndermeyin” düşüncesi yatıyor. Tam da bu kapsamda bir arada yaşam projeleri ve paraları gönderiyorlar. Dördüncüsü de “dirençli şehirler” rezilyans dedikleri aslında psikolojiden apartılmış bir kavram. O da şu anlama geliyor, kentiniz çok yoksul olabilir, zenginlerle yoksullar arasında çok büyük mesafe olabilir. Çok fazla göçmen de olabilir ama siz dirençli bir şehir olabilirsiniz. Belediyeniz bunu sağlayabilir diyor. Aslına bakarsanız cilalanmış projelerle yoksulluğu ve göçü, göçmenlerin sorunlarını uzatan bir şeye sahipler. Türkiye’deki dayanıklı şehirler projesi RESLOG teşkilatı tarafından yürütülüyor. Problem şu, iktidar belediyeleri de muhalefet belediyeleri de bu projenin içinde. Aralarında bir fark yok. O yüzden bir siyaset oluşmuş değil. Sol, sosyalist, demokrasi mücadelesi veren partiler buradan yüklenirse gerçekten göç politikalarında yeni bir cephe açabilirler.
İktidar ve muhalefetin birbirinden bu anlamda farklı olmadığını söylediniz tam da buradan sormak lazım, Suriye savaşı ve göçler ilk olmaya başladığında HDP belediyeleri vardı bölgede. Peki, buralarda kayyım atamaları öncesi durum neydi ve daha sonra ne oldu?
O dönem IŞİD saldırıları sonrası buraya kaçan Ezidiler, Suriyeli Kürtler, Suriyeli Arapları ve Suriyeli Hristiyanlar vardı. 2013, 2014 yıllarında daha kayyım gelmemişken, oradaki belediyelerin bu kesimleri özel bir sahiplenmesi vardı. Çadırlar kuruluyor, kamplar kuruluyor, konteynır şehirler kuruluyor, devlete de bu bilgiler veriliyordu. Ama kayyımlar geldikten sonra oraların boşaltıldığını görüyoruz. Yani onların orada tutunamadığını. Dolayısıyla kayyım rejimi antidemokratik bir sistem olduğu kadar göçmenlerin de ortada kalmasına ve onların o kentlerde tutunamamasına, daha başka kentlere gitmesine neden oldu. O yüzden kayyım sistemine kesinlikle son verilmesi gerekiyor, o bölgelerdeki göçmenler daha güvenceli belediyelerle daha korunaklı olmalı.
Son olarak aslında kitapta sadece var olanı tarif etmiyorsunuz. Aynı zamanda mülteci ve göç meselesine dair çözüm önerileriniz de var. Kalıplaşmış ya da sizin deyiminizle cilalanmış öneriler dışında siz ne öneriyorsunuz?
Örneğin UCLG teşkilatının ana hedefi şu - farkı oradan koymak gerekiyor- yönetişim diye bir kavram ortaya koyuyorlar. Yönetişim dedikleri kentteki patron kulüpleri, patron örgütleriyle bütün sivil toplum kuruluşlarını aynı torbaya koyup paydaşlar olarak tanımlamak. Paydaş olunca kentin rantı yani kentin kaymağı ve gelirleri patronlara akıyor. Bu projeler esasen bunu sağlıyor. İkinci olarak da göçmenlerin ucuz ve güvencesiz istihdamının da önü böylece açılmış oluyor. Toplumsal muhalefetin ortaya çıkarken şunun demesi gerekiyor, biz sermaye örgütleriyle iç içe geçmiş bir kent yönetimine karşıyız. Biz demokratik, halkçı, kentin yoksullarının gerçekten belediyelerin yönetiminde olduğu bir sistem istiyoruz. Bütün projelere ve bütün fonlara karşı olunsun, boykot edilsin demiyorum. Çünkü Türkiye'de nüfusu bir milyonu geçen kent sayısı 22, Almanya’da 4. Yani bu kentlerin ya da belediyelerin dayanma şansı yok. Bir şekilde fon bulmaya çalışıyorlar. Ama önemli olan bu fonların nasıl alındığı, ne kadar şeffaf kullanıldığı ve nasıl kullanıldığı. Fon alacaksınız diye emperyalistlerin projelerini onay verirseniz kaybedersiniz. Ama siz kendi projenizi onaylatırsanız, dayatırsanız orada bu mümkün olabilir. Mantık olarak farklı bir belediyeciliği ortaya koymak gerekiyor.
İktidar belediyelerinin de muhalefet belediyelerinin de işine gelmiyor ama şu an merkezi bütçeden, hazineden belediyelere ayrılan yıllık pay şöyle belirleniyor: O şehirde yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısına göre. Bu müthiş bir adaletsizliği ortaya çıkartıyor. Çünkü Antep’te, Hatay’da, Urfa’da, Kilis’te göçmenlerin, mültecilerin nüfus oranı neredeyse %30’lar civarında. O şehirlerin ve belediyelerin bunu kaldırma şansı yok. Belediyeler kanununun 13. Maddesinde “Hemşerilik hukuku” diye bir kavram geçer.
Nedir bu?
Hemşerilik hukuku yakın tarihte çıktı, o şehirde kim yaşıyorsa göçmen ya da yurttaş fark etmez, oranın hemşerisidir. O kentin tüm hizmetlerinden yararlanma hakkına sahiptir. Hemşerilik hukukunu merkezi iktidar önüne koymak zorunda. O kentte yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısına göre değil, herkesin yabancıların da sayısına göre bütçe göndereceksin. Mesela bu çözümlerden bir tanesi. İkinci olarak patlamalar, yangınlar, iş cinayetlerinde çok sayıda göçmen ya da yerli beraber ölüyor. Üzerlerine kapı kilitlenmiş çok sayıda çocuk işçi de gördük bu şekilde ölen. Buna tepkiler oluyor, açıklamalar yapılıyor vs. Yapılan açıklamalara baktığım zaman şunu görüyorum, sadece iktidar sorumlu tutuluyor. Hâlbuki mevzuatta yerel yönetimlerin doğrudan sorumluluğu var. Çünkü bu iş yerlerine ruhsat veriyor. Ruhsatı veren yerel yönetim muhalefet belediyeleri de oluyor. Eğer gerçekten sendikalarla ve işçilerle birlikte iş güvenliği kurulları oluşturulursa, belediyeler birlikte bunu yapabilirse güçlü bir denetim ağı oluşturulursa, o ruhsatlar İptal edilir ya da verilmez. O zaman çok geniş bir alanda iş cinayetleri, meslek hastalıklarının önüne geçme şansı var. Dolayısıyla işçi sınıfının ve sendikalarının da belediyelere bakışının bu açıdan değişmesi gerekiyor. Bunu göçmen işçilerle beraber yapabilirler.
Farkına vardığımız ana şeylerden bir tanesi de şu: Sosyal hizmet alanı belediyenin en önemli dallarından bir tanesi. Sosyal devlet, nasıl neoliberal politikalarla çökertildiyse -bu AKP den önce başladı, AKP öneminde hızlandı- aynı şekilde sosyal belediyecilik de tasfiye edildi. Şimdi sosyal devlet ve sosyal belediyecliği kaldırdığınız zaman o kentin yoksulları yardıma muhtaç hale geliyor. Yardıma muhtaç toplumlar biat eden toplumlardır. İktidarın amacı da bu zaten, bunu yapmaya çalışıyor. Burada yardımlarla yaşayan bir nüfus oluştu. Bu kıskaç, göçmen ve mültecileri de kuşatan bir kıskaç ve burada en büyük tehlike bunu vakıflar, tarikat ve cemaatler üzerinden yapıyor olmaları. Şu an birçok kentte bunun ortadan kaldırılması gerekiyor. Yani belediyelerin -sol bakış açısından söylüyorum- yerel yönetimlerin sosyal belediyecilik ilkesini öne alması gerekiyor. Bunu sağlanması ve de burada yerli, göçmen ayrımı yapılmaması gerekiyor.