Altıntaş: Her kentte kolektif suç ortaklığı var

Alınmayan önlemler, yapılmayan hazırlıklar, rant hırsı ve buna bağlı kentleşme ile yetki karmaşası düşünüldüğünde suçun sadece müteahhitlere yıkılamayacağını söyleyen şehir plancısı Veysi Altıntaş, “Her kentte kolektif suç ortaklığı var” dedi.

Türkiye’nin yüzde 75’inden fazlasının deprem kuşağında yaşadığını hatırlatan şehir plancısı Veysi Altıntaş, bu verilerin zaten bilindiğini önemli olan bundan sonra buna uygun davranılması gerektiğini söyledi.

Şehir plancısı KHK’lı Barış Akademisyeni Veysi Altıntaş, imar mevzuatlarından affına, İstanbul’un durumundan büyük yıkım tablosuna kadar yaşananların yanı sıra şehir planlaması  ve ivedilikle yapılması gerekenlerle ilgili ANF’nin sorularını yanıtladı.

Maraş merkezli iki deprem ve art arda Hatay ve Malatya’da meydana gelen diğer depremlerin şiddetli olduğu konusunda şüphe yok. Klasik bir soruyla başlayacak olursak bu yıkımın tek sebebi deprem mi?

Türkiye tarihinin muhtemelen en yıkıcı depremlerinden birini 1999’da yaşadık. 99 depremi planlama alanında müthiş bir kırılma yaşattı. Yönetmelik değişti, yeni yönetmelikler geldi. Bundan sonra kentlerimizi yapılandırırken bunu belirleyici bir gösterge olarak ele alıp kentlerimizi buna göre planlayalım tutumu ve kabulü ortaya çıktı.

Oldu mu?

Hayır. Açıkçası 10 kentteki depremin bu kadar yıkıcı olmasının bir nedeni de nihayetinde bu. Türkiye'de kentleri deprem dirençli hale getirmekle ilgili yönetmelikler var. Mevzuatın da bu konuda belli bir orana kadar buna karşılık verdiğini söyleyebilirim. Mesele tamamen uygulamada ve zihniyette. Türkiye’nin deprem kuşağı içerisinde olduğunu zaten biliyoruz. Hatta 10 kentteki depremden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi hocaları da alana gidip bir deprem gözlem raporu yazıyorlar. Orada da şöyle tespitler var; bu ülke topraklarının yüzde 42’si birinci derecede deprem kuşağında, yüzde 25 ile yüzde 20’si de ikinci dereceden deprem kuşağında. Bu iki veriyi topladığımız zaman ülke topraklarının neredeyse yüzde 90’ı ediyor. Bu oranların nüfus karşılığına baktığımız zaman da ülkenin yüzde 75 ile yüzde 76’sının birinci ve ikinci dereceden deprem kuşağı içerisinde yerleşik olduğunu biliyoruz.

Bu veriler zaten vardı, yeni öğrenmiş değiliz. Bu veriler elimizde ama biz bu verilere bakarak kentlerimizi planlamış mıyız? Birazcık buna bakmak lazım. Az önce 99 depreminden sonraki kırılmadan bahsettim. 99 depreminden sonra deprem vergisi diye bildiğimiz, özel iletişim vergisi diye bir vergi getirildi. Bu verginin esas amacı kentlerin deprem dayanıklı hale getirilmesiydi. 22 yılda, 38 milyar dolar para toplandı, zaten bu defalarca gündeme de geldi. Halkın cebinden yaşadığı konutu güçlendirmek amacıyla bir para alınmış. Bu para nereye harcandı? Vatandaşların öncelikle bunun hesabını sorması lazım.

Aslında Cumhurbaşkanı yardımcılarından Naci Bostancı buna bir cevap vermişti…

Evet, yollara ayırdık, şuraya ayırdık, buraya ayırdık, denildi. Dolayısıyla en büyük hatalardan biri buydu. Dediğim gibi bir deprem kuşağı içerisinde olduğumuz bilindiği halde bu para halkın yaşadığı mekânı güçlendirmeye harcanmamışsa burada ciddi bir basiretsizlik, vizyonsuzluk ve açıkçası ciddiyetsizlik var. Bu iktidarın halkına kötülüğüdür.

2018’de olası bir depremde büyük bir yıkıma sebep olacak imar affı getirildi. Bu imar affı da hiçbir şekilde geleceği ön görmeden yapılan uygulamalardan biri. Bu kapsamda 7 milyondan fazla yapıya imar affı getiriliyor. Bunlar da deprem kuşağında tabii ki. 6 Şubat depreminden etkilenen 10 kentte imar affı verilen 300 bine yakın yapı var. Muhtemelen bütün bu 300 bin konut yıkılmıştır ya da ağır hasar almıştır. Yanılmıyorsam Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı verilerine göre zaten 200 binden fazla konut yıkılmış durumda. Ne kadar hasarlı var onu da bilmiyoruz. İmar affı işleminden devletin kasasına giren para 25 milyar 551 milyon TL. Ruhsata ya da imar mevzuatına aykırı olarak yapılmış yapıları güçlendirmemiz gerekirken devletin bunu bir fırsata dönüştürüp buradan nasıl bir kâr elde ederim mantığıyla yaklaşması ciddi bir sorun.

Ayrıca imar affı aslında mevzuata aykırı yapılmış yapılara af getirmek için yapılır ama burada bir af falan da getirilmiyor.

Nasıl yani, 2018 uygulanan şey imar affı değil miydi?

Burada da ciddi bir kafa karışıklığı yaratılıyor. Çünkü Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının konuyla ilgili dokümanlarına baktığımızda imar affı kapsamında faydalanan yapıları sadece yapı kayıt belgesi verilmiş. Bu yapılar müktesep hak kazanır deniyor. Müktesep hak ‘kazanılmış hak’ demek, yani imar açısından kazanılmış bir hak tanınmaz. Şunu demeye çalışıyor. Bu yapı yakılıp yeniden yapıldığı zaman imar kanununda neyse ona göre yapılacak. Daha önce konutu dört katlı ama 5. katı çıkmışsa bu konut yeniden yıkılıp yapıldığı zaman 5. katı yapamaz. Dolayısıyla burada aslında bir imar affı da getirilmemiş oldu ve 7 milyondan fazla vatandaş açıkçası kandırıldı, bence bu çok önemli bir detay. Dolayısıyla deprem vergisi işlemi kapsamında ve de imar affından gelen para ile neredeyse Türkiye'nin yüzde 80’i depreme dayanıklı hale getirilebilirdi.

İstanbul da şu an ciddi bir risk taşıyor. Çok eski yapılanmalar var. Şu an İstanbul açısından çeşitli senaryolar konuşuluyor. Varsa bir kurtuluşun yolunu sağlayabilmek, bugünden başlayarak nasıl olur?

Şehir planlama dediğimiz gelecekte ortaya çıkarabilecek bütün sosyal, ekonomik, ekolojik durumları öngörerek, buna göre bir önlem almak, bunu tasarlamak ve planlamak anlamına gelir. Başta da dediğim gibi bu planlamalar yapılmadan önce de zaten deprem verileri elimizdeydi. Nihayetinde 99’dan 2023’e kadar İstanbul'da depreme ilişkinin ne gibi önlemler alındı diye baktığımız zaman, açıkçası ben çok ciddi bir önlemin alındığını düşünmüyorum. İstanbul çok plansız gelişmiş bir kent. Bununla ilgili birden fazla etmenden bahsedebiliriz. Merkezi hükümetin bunda çok ciddi bir suçu var. Mekân ve yapı izniyle ilişkili 30’dan fazla yönetmelik, kanun vesaire var. Bu çok ciddi bir kafa karışıklığı. Çok parçalı bir planlama anlayışına neden olan, dışarıdan müdahaleye çok açık bir durum ortaya çıkarıyor. Misal planlama yetkisiyle ilgili yerel yönetimler, bakanlıklar, bakanlar kurulu arasında yetki karmaşasının olduğu ciddi bir sorun alanı aynı zamanda.

Örneğin İstanbul'da dayanıksız yapıların güçlendirilmesi denilince akla kentsel dönüşüm uygulamaları geliyor ama bunlar zaten yıllardır tamamen servet transferi ya da ranta dönük uygulamalara çevrildi. İstanbul nihayetinde ciddi bir rant alanı, iktidar açısından da servet transferinin ya da kendine bağımlı sermaye sınıfını beslediği alan. Bir de 2011’den itibaren hep öyle bir referans verilir; neoliberal politikaların mekâna müdahalesi konusunda özellikle yetki mevzuatının çok kolaylaştırıcı bir etkisi olmuştur.

Nasıl?

Şöyle ki; İstanbul'da az önce bahsettiğim bu yetki karmaşası bakımından; diyelim ki yabancı sermaye ülkeye çekilmek isteniyorsa çoğunlukla da İstanbul'da oluyor bu, yerel yönetimler devre dışı bırakılarak yetkili bakanlıkça bazı alanlar, örneğin Kültür ve Turizm Bakanlığı eliyle kıyıların ranta tahsis edilmesi gibi sonuçlar ortaya çıkaran uygulamalar yapılıyor.

Yine Bakırköy ve Zeytinburnu hattındaki o kıyı alanına dikilen yüksek yapılara baktığımız zaman da aynısını söylemek mümkün. Akdeniz ve Ege kıyısında da bunu çoklukla görüyoruz. Tamamen orman vasfında, doğal koruma alanı içerisinde olan alanların kontrollü bir şekilde yakılıp bir anda imara açıldığını görebiliyoruz.

6 Şubat depreminde ciddi bir suçlu avına çıkıldı. Müteahhitler, yapı denetimci mühendisler, onay verenler vs. ama tüm bu anlattıklarım, yetkideki bu çok başlılık ile düşünüldüğünde Türkiye'deki her kentte ciddi bir kolektif suç ortaklığı var.

İstanbul için bir deprem çalışma grubu toplandı. Takip etmişsinizdir. Burada ortaya konulan olasılıkları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugünden itibaren İstanbul'da olacak depreme yönelik ne gibi önlemler alınabilir konusunda birtakım fikir fırtınaları yürütüldü ama yarın İstanbul'da bir deprem olsa insanların acil olarak toplanabileceği olanlar yok. İstanbul'da ciddi bir yeşil alan sorunu var. İstanbul'da 28 ilçede kişi başına düşen yeşil alan miktarı neredeyse 1 metrekarenin altında. Acil toplanma alanı olarak belirlenen çoğu alanın biz yapılaşmaya ve ranta açıldığını biliyoruz. Zorlu Center gibi ya da işte Galataport yapıldı. İstanbul'daki bütün gökdelenler aslında acil toplanma alanı belirlenen yerler.

İstanbul'a kuş bakışı baktığınız zaman tamamen tekdüze, blok beton yapıdan oluşan bir kent görüntüsü veriyor zaten. Kentsel alanda ağaç yok, yeşil alan yok. Yapıların önemli bir kısmının da 99 depreminden önce yapıldığını biliyoruz. Yani ciddi bir sağlam yapı sorunu var. Dolayısıyla gerçekten de 7 ve üzerinde bir deprem olduğu zaman İstanbul'da ciddi bir kaos yaşanacaktır.

İstanbul için birkaç senaryo var. Bunlardan biri de İstanbul’un kuzeye taşınması ama kuzey, ormanlarının ve su kaynaklarının olduğu bir bölge. Haliyle şehri buraya taşımak bu ekosistem açısından başka felaketlerin kapısını aralamaz mı?

Kesinlikle. İnsanların artık bu doğal kaynakların sonsuz ve sınırsız olduğu mantığından sıyrılması lazım. Dünya kaynakları gerçekten de kısıtlı. Su kaynaklarımız da kısıtlı ormanlarımız da kısıtlı. Yeryüzündeki bütün canlı ve cansız varlıklar da kısıtlı. Vahşi kapitalizmin yaratmış olduğu o müthiş tüketim çılgınlığı ortada ve durmadan büyüyen kentler, yok olan doğal alan ve bu da nihayetinde bizi böyle ciddi doğal afetlerle yüz yüze getiriyor. İklim krizi ile ilişkili olarak küresel ısınmadan ölen insanlardan bahsediliyor, yok olan yaban hayatından, canlı türlerinden, düzensiz yağışlarda vesaire vesaire. Nihayetinde insan faaliyetlerine bağlı olarak doğal çevre üzerinde yarattığımız tahribatları öngörerek, insan ve doğa yaşamını dengeli tutarak ve bunları eş iki aktör olarak ele alıp bir planlama anlayışını yapmamız lazım.

Biliyorsunuz İstanbul'da üçüncü havaalanı yapıldı, üçüncü havaalanına yakın bir milyonluk kentler kurgulanıyor. Hayata geçirilmek istenen Kanal İstanbul Projesi var. Bu çılgın projeler su kaynaklarını tüketen, ekolojik tahribat yaratan ve zaten devasa bir kente ekstra bir nüfus yükü getirdiği zaman, gelecekte İstanbul’un öngörülemez felaketlerle karşı karşıya gelmesi anlamına gelecektir.

Uzmanlar artık fay risk haritasının bile değişmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü yeni faaliyete geçen faylar da var artık. Tüm bunlar kapsamında düşünüldüğünde bugün gerçekten güvenilir, güvenli kentler yapmak çok mu ütopik, çok mu geç kalındı, yoksa dediğiniz gibi aslında mevzuatlar var ve bu mevzuatlar çerçevesinde bile bu kentler yeniden yapılabilir mi?

Ütopik değil açıkçası. Bilimin bu kadar ilerlediği bir aşamada çoğu insanın hayatını doğrudan etkileyen çoğu doğal afeti zaten önceden tespit edebiliyoruz. Bunun senaryoları da yapılıyor. Örnek verecek olursak şu an iklim kriziyle ilişkili 2050 senaryoları var. 2050 yılına hangi aşamalarda küresel ısınmanın iki derecenin üzerine çıkacağı, hangi koşullarda bir buçuk derecede duracağı ya da düşeceği vesaire bütün bu senaryolar ortada.

İnsan faaliyetlerine bağlı olarak ortaya çıkan bu felaketlere karşı birtakım önlemler alınabiliyor. Japonya örneği gibi, 9 ve üzeri deprem olduğu zaman bile çok küçük hasarlarla ve kayıplarla atlatılabiliyor. Orada gerçek anlamda oturmuş bir teamül var, hem zihniyet hem de uygulamada. Türkiye için de deprem yeni bir olgu değil ama buna yönelik çok ciddi bir şekilde önlemlerin alındığını söyleyemeyiz. Alınmayacağı anlamına gelmez tabii ki.

O zaman İstanbul'u depreme dayanıklı bir kente dönüştürmek mümkün mü?

Kesinlikle mümkün. Yeter ki demin bahsettiğim gibi parayı, ranta ya da bu servet transferine aktarmasınlar. Uzun vadede toplumsal ekolojik ve toplumsal ekonomik faydayı düşünerek bir uygulama yapıyor olsunlar. 10 kentteki depremin etkisinin bu kadar olmasının en önemli nedenlerinden biri de zaten bilimin kurallarına ve şehircilik ilkelerine aykırı yapılaşmanın olmasıydı. Özellikle de Maraş ve Hatay'a baktığımız zaman bu kentlerin önemli bir kısmı toprağın sıvılaşma riskinin yüksek, tabanın ya da binayı tutma dayanımının son derece zayıf olduğu alanlara yapılmış olması yıkımı artırdı. Bunlar daha önceden tabii ki biliniyordu. Yarın öbür gün deprem olmaz mantığıyla bilime aykırı uygulamalar yapılırsa her zaman böyle felaketlerle yüz yüze oluruz.

İstanbul'da zemin etüdü açısından nerelerini sağlam, nerelerin zayıf olduğu biliniyor. Dolayısıyla burada hızla bir önceliklendirme yapılıp acil olarak özellikle yapı zayıfsa buradan bir çalışmanın başlaması lazım. Örneğin Sultanbeyli'yi ele alalım. Sultanbeyli tamamen bir havza alanına kurulmuş, yani çukurda ve su toplama alanı. Buraların normalde tarımsal amaçlı kullanılması gerekirken kentleşmiş. Zaten İstanbul hiçbir zaman bütüncül imar ya da ölçek dahilinde gelişen bir kent olmadı.

Nasıl yani?

Planlama, yapılaşmanın ardından, kendiliğinden ve düzensiz bir şekilde gelişti. Önce plan yapılmalı, planlamanın da bunun peşinden gelmesi lazım. Bu anlayışı tamamen ters yüz etmemiz gerekiyor. İstanbul yüz ölçüm bakımından da son derece küçük ve kısıtlı bir alan. İstanbul'da 16 milyona yakın nüfus var ve kilometrekare başına 3 bin kişi düşmekte. Deprem olduğu zaman bu 3 bin kişi nereye sığabilir? Böyle bir afet halinde muhtemelen insanlar üste üste istiflenecek. Nihayetinde İstanbul'da bir deprem olacak ve eminim ki biz bütün bunlardan pişmanlık duyacağız. Pişmanlık duymamak için hemen bugünden acil bir şeyler yapmak lazım.