KCK Ekoloji Komitesi'nden Bahoz Jiyar, 6 Şubat’ta yaşanan depremin felaketinin ardından yeni yaşam alanlarının nasıl inşa edileceğine ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Gelişen inşa çalışmalarını sermaye ve onun örgütlü gücü olan devlete bırakmamak gerektiğini vurgulayan Bahoz Jiyar, gerçek doğa dostları, çevre ve ekoloji hareketleri ile yaşamın yaratıcısı kadınların yeni inşada doğrudan yer almalarının önemine dikkat çekti. Yeniden inşa çalışmalarında öncelikle kent meclislerinin oluşması gerektiğini de ifade eden Jiyar, halkın söz ve karar yetkisine sahip olabilmesi için meclis tarzı örgütlenmenin zorunlu olduğunu kaydetti.
6 Şubat depreminde Kurdistan’ın birçok kenti, ilçe ve köyleri büyük bir yıkım yaşadı. Yeniden inşa tartışılıyor. Kentlerin, köy ve yaşam alanlarının yeniden inşasının kriterleri sizce ne olmalı, nasıl planlanmalı? Yeni yaşam alanları ekolojik bakış açısı ile nasıl inşa edilebilir?
Öncelikle yaşanan depremde her ne kadar can kayıpları tartışılıyor olsa da biz halkımızın verilerini esas alarak yüz binden fazla can kaybı olduğuna inanıyoruz. Onun için başta bu kadar ağır bir sonucun ortaya çıkmasına sebep olan ve özelde de deprem sonrası insanlarımızı enkaz altında ölüme terk eden faşist AKP-MHP bloğunu şiddetle kınıyor ve lanetliyoruz. Yine felakette yaşamını yitirenlere Allahtan rahmet, yakınlarına başsağlığı, yaralılara da acil şifalar diliyoruz. Yaşanan felaketin acıları öyle kolay şifa bulacak düzeyde değil, ancak depremin ilk gününden itibaren seferberlik ruhuyla hızla örgütlenip yardımlaşmaya ve dayanışmaya koşan halkımıza da sizin aracılığınızla teşekkür etmek istiyoruz. Örgütlü toplumun her şey olduğunu dosta ve düşmana da gösterdiklerinden dolayı onlara ayrıca müteşekkir olduğumuzu belirtiyoruz.
Kamuoyu tarafından yaşanan felaketin “Deprem değil, devlet öldürdü” biçiminde belirlenmesi oldukça önemli olmuştur. Önderliğimizin yıllar öncesinden yaptığı bu öngörüyle “Kanser gibi büyüyen kentler, kirlenen hava, delinen ozon tabakası, hayvan ve bitki türlerindeki ivmeli azalış, orman tahribi, akar su kirliliği, her tarafta birikmiş çöp dağları, kirli atıklarla bulanmamış suyun kalmaması, anormal nüfuz artışı, sonunda doğayı isyana yöneltti” böyle bir felaket kaçınılmaz olmuştur. Dolayısıyla sermayenin üs alanı olan kentler devlet için rant alanı olarak görüldüğünden dolayı “ne kadar nüfus o kadar sömürü” olmuştur. Devlet, kenti kanser gibi büyüten hastalığa bile aldırış etmez. Hele hele bahsettiğimiz sömürgeci faşist devlet ise onun için kentler, insanın ve insanlığın bitirildiği yerdir.
EKOLOJİYE DUYARLI KÖY-KENT PROJELERİ OLUŞTURMAK GEREKİYOR
Sermayenin yerleşim alanı olarak kent, esas olarak güvenlik merkezlidir. Kentte sermaye yerleşkesi toplumdan daha önceliklidir. Plazalar, iş merkezleri, pasajlar gibi sermaye ve ticaret kurumları her zaman merkezi oluştururlar. Ardı sıra ise devletin doğrudan toplumu daha iyi nasıl kontrol edip denetimlerine alabileceklerinin derdinde olurlar. Sümerlerin zigguratı da böyledir. Üst katta rahipler, alt katı üretenler, orta katta ise ara katmanlar bulunur. Zigguratın etrafındaki barakalarda da toplumun kendisi kalır. Bu anlamda dünyanın en şatafatlı kenti bile bu ilk devletli kent biçimini aşmış değildir. Dolayısıyla kent, toplumsal ekolojiye en çok zarar veren alanların başında gelmektedir.
Onun içindir ki, bu türden afetlerin ardından gelişen inşa çalışmalarını sermaye ve onun örgütlü gücü olan devlete asla bırakmamak gerekmektedir. Gerçek doğa dostları, çevre ve ekoloji hareketleri ile yaşamın yaratıcısı kadınların yeni inşada doğrudan rolleri olmalıdır. Onların onayını almamış her proje gelecekte mezar olmaktan kurtulamayacaktır. Buna göre yeniden inşa çalışmalarında öncelikle kent meclislerinin oluşması gerekmektedir. Halkın söz ve karar yetkisine sahip olabilmesi için meclis tarzı örgütlenmesi zorunludur. Kendi öz iradesiyle sermayenin kentlerinde köle gibi yaşamaktansa ekolojiye duyarlı köy-kent projeleri oluşturmak gerekiyor. Kent meclisleri toplumsal yaşamın tümünden sorumlu olacağı için yeni yerleşim alanlarının etüt çalışmalarını da kendisinin yaptırması daha doğrudur. Bilim ahlakı ve etiğini yaşayan uzmanlarımıza bu görevler verilmelidir. Böylece kentin kanserleşmiş urunu küçülterek tedavi edebiliriz. Felaket etrafında oluşmuş yardımlaşma kültürünü de yedekleyerek “Başarı örgütlülük ister” sloganıyla ekolojik köy-kentler inşa etmek için yerel komünler, kooperatifler kurmak gerekir. Bunu yapmazsak sömürgeci faşist soykırım rejimi deprem bölgesini toplum kırım alanına çevirecektir.
Şehrin mimari yapısı ile toplumsal yapı, kültür ve tarih arasında nasıl bir ilişki vardır?
İnsanlığın yaşamını sürdürebilme amacıyla inşa ettiği yapıtların hepsine kendi rengini yansıttığı bir gerçekliktir. Elbette coğrafya ile iklimin açığa çıkan yapıtlardaki etkisi gözardı edilemez, coğrafya ile iklimin etkilerine paralel tarihsel, toplumsal, kültürel ve hatta inançsal değer yargılarının etkileri mimari yapıtların ruhunu oluşturmaktadır. Hiçbir yapıt tarihsel, toplumsal ve kültürel değer yargılarından ayrı oluşmamıştır. İnsanlar her zaman tarihlerini, toplumsal gerçekliklerini, kültürlerini, inançlarını kendi yapıtlarına ilmik ilmik dokumuşlardır. Eğer bugün arkeolojik kazılardan etnik tanımlara ulaşılıyorsa bu sayededir.
Dolayısıyla yaşanılan yerin coğrafik faktörlerine kadar birçok etki vardır. Nitekim yeni afet alanı da Kürtlerin ilk yerleşim alanlarındandır. Kurdistan tarihiyle özdeş yerlerdir. İlk yerleşim alanı olması bakımından ilk tarım burada geliştirilmiş, ilk evcilleşme burada başlatılmıştır. Yukarı Mezopotamya tam da burasıdır. Onun için enkaz kaldırmalarda dahil olmak üzere burada ilk kazma vurulacak her yere dikkat etmek gerekiyor. M.Ö. beş binden daha eski yerleşim yerlerinin kazıları buralarda yapılıyor. Bu bağlamda sivil toplum örgüt ve kuruluşları ile ekolojik hareketleri bu konuda oldukça duyarlı olmalıdırlar. El ele verip toplumsal değer yargıları gözetilerek inşa çalışmalarına gidilmelidir.
Türk devleti 10 kent ve onlarca ilçenin, yüzlerce köyün yeniden inşa edileceğinden söz ediyor. TOKİ konutları çözüm olabilir mi, bu konutlar Kurdistanlıların toplumsal yapısına ve kültürel dokusuna ne kadar uygun?
Hemen söylemek gerekir ki, deprem bölgesindeki halkın büyük bir kısmı köye dayalı yaşamaktadır. Bir gün bile köyle bağı kopsa açlıkla karşı karşıya gelir. Onun için o coğrafyayla toplu konut tamamen zıt kavramlardır. Ne yaşam tarzları buna müsaittir, ne de kültürleri. Toplu konut mantığının bölge halkıyla hiçbir bağlantısı yoktur. Aksine TOKİ ile toplumu toplum olmaktan çıkarma, sömürüyü süreklileştirme amaçlanmaktadır. Sömürgeci soykırım rejimi toplumu üretimden düşürerek birkaç ili besleyen Islahiye ovasını ranta dönüştürmek isteyecektir. Bir çok ilde TOKİ’lerle gerçekleştirdiği kentsel dönüşümden ve esas olarak da Sur’daki uygulamalarından biliyoruz. Bu toplumun tarihsel, toplumsal, kültürel ve inançsal dokusuna uygun konutlar oluşturulamaz anlamına gelmemeli. Hala vicdani ve ahlaki değer yargılarına bağlı bilim insanları, kurum ve kuruluşları vardır ve gerekeni yapacaklarına inanıyoruz. Faşist AKP-MHP ittifakının konutlarının başta çevreci ve Ekolojik hareketler olmak üzere hiç bir demokratik uygarlık toplumları tarafından kabul edilmeyecektir.
Kürtlerin toplumsal yapısı, yaşam biçimi, otantik yapısının (dil, kültür, inanç) korunabilmesi için doğa ile uyumlu, özerk (öz yönetim ve öz yeterlilik ilkesi) yaşam alanlarının inşasının önemi nedir?
Kürtler eğer tarihten günümüze kadar köylerde ve dağlarda yaşamayı tercih ediyorlarsa bunun en temel nedeni insanlığa bahşettikleri Neolitik devrimin etkilerini hala iliklerine kadar yaşıyor olmalarıdır. Mekan ve koşulların dil, kültür, düşünce yapısı, fiziki şekillenme ve mesleki gelişimin üzerindeki etkisi biliniyor ve bunlar toplumların halk olarak var oluşunun temel ölçütleridir. Dilinin, kültürünün, düşünce yapısının ve geçim kaynağının koşullarını yitiren bir halk, doğal olarak kendisini var eden değer yargılarını yitirmiş, kendisi olmaktan çıkmış ya da çıkarılmış ve başkalaşmış olmaktadır. Bu yüzden Kürtler şehri her zaman kendisini yok edecek bir canavara benzeterek ona sığınmayı ihanet saymışlardır.
Bu yüzden devletlerin devasa metropol geliştirmelerine karşılık halklar ve özelde Kürt halkı köy ve çevreyle tam uyumlu küçük şehir ya da beldelerde kültürel değer yargılarıyla yaşamayı tercih etmişlerdir. Türkiye’nin sömürgeci, faşist, inkarcı devlet geleneği ve tekleştirme politikaları göz önüne getirildiğinde köy ve şehir mimarilerine kadar her fırsatta bizleri Kültürel olarak soykırımdan geçirmeye çalışacağı aşikar bir gerçekliktir. Bu tehdit ve tehlikeler göz önünde bulundurularak inşası düşünülen şehirlerin yapılanmalarında halkların katılımı ve iradesi hayati öneme sahiptir.
STK’ler, yerel inisiyatifler ve muhalif çevreler toplumsal dokuyu bozacak tarzda demografik değişim endişelerini dile getiriyor. Demografik değişim, göçertme gibi amaçların önüne nasıl geçilebilir? Toplumun yaklaşımı ne olmalı?
Felaketin haritası başlı başına anlam yüklüdür. Yukarı Mezopotamya olarak bilinen coğrafyadır. Dolayısıyla Kürt halkının kökeni ve kökü durumundadır. Hem etnik bakımdan, hem de inanç olarak tarihin her döneminde direniş destanları oluşturmuş bir coğrafyadır. Aynı zamanda Türkmen Celaliler de burada isyanlar yaşamış, yüz yıllardır Kürt Aleviler ile Türkmen Aleviler bu coğrafyada tanışıp birbirine dayanarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla bu coğrafya da soykırım da toplum kırım da ezeli olmuştur. 1925’te geliştirilen Şark Islahat Planıyla Kurdistan’da özelde de Fırat’ın batısında yaşayan Kürt ve Aleviler göçertilerek yerlerine farklı halkların yerleştirilmesi uygulanmıştır. Bu Kürt halkıyla Türk devleti arasında bitmemiş bir savaştır.
Yaşanan felaketin yol açtığı zorlu koşullara rağmen halkıyla birlikte bu coğrafyaya sahip çıkmak tarihe sahip çıkmaktır ve en önemli yurtseverlik görevidir. Halkımızın büyük çoğunluğunun yaşanan soykırıma rağmen yerlerini terk etmemeleri bu tarihsel anlamın bir sonucudur. Nitekim halkımız da bu gerçeği gördüğü için “biz topraklarımızı terk etmeyiz” diye haykırmışlardır. Halkımızın el ele vererek bu yıkılmış devlet enkazının altından çıkılabileceğine ve yeniden yaşamlarını inşa edeceklerine inanıyoruz. Tek yol ve çaremiz birbirimize kenetlenip dayanışmamızı güçlendirmemiz gerekiyor. Halkımızın başlattığı “kardeş aile” kampanyası yerinde bir kampanya olmuştur.
Bölgenin Kürtsüzleştirilmesi, Alevisizleştirilmesi tehlikesi var mı sizce? Çünkü Maraş, Urfa, Adıyaman, Malatya gibi bölgelere son yıllarda Suriye’den getirtilen ailelerin yerleştirilmesi de söz konusu.
Yukarıda da belirtmiştik. Kent ve şehir kültürünün en zayıf olduğu bir alandan bahsediyoruz. Tamamen tarıma ve toprağa dayalı yaşayan halkın birden başka alanlarda da olsa şehri tercih edebileceğini sanmıyoruz. Ama sermaye grupları elbette buralara şimdiden elemanlarını, ajanlarını salmış durumdadırlar. Onun için hızla Kent Meclislerini oluşturarak bu ajanların halkla temas kurmalarını engelleyebiliriz. Şimdiden halkın arasına girmiş işbirlikçi şirket ajanları açığa çıkarılıp teşhir ve tecrit edilmeliler. Öz savunma aslında tam böylesi zamanlarda gereklidir. Eline geçecek birkaç rant kırıntısı için kendi halkını pazarlayacak işbirlikçilere karşı öz savunma temelli mücadele yürütülmelidir.
Tekrar da olsa belirtmek zorundayız; sömürgeci soykırım rejiminin başı olarak AKP-MHP faşist ittifakının, felaketi “Allahın bir lütfu” olarak gördüklerini biliyoruz. İktidar olmanın bütün avantajlarını kullanarak halkımızı topraklarından koparmaya dönük yoğun kirli çalışmalar örgütleyebileceklerdir. Onun için öz savunma gerçekten bu tür zamanlar için çok çok anlamlı ve gereklidir. Başta Pazarcık, Elbistan, Adıyaman, Malatya ve Hatay’da yaşayan Alevi halklarımızla güçlü dayanışma ağları oluşturarak halkımızın da geleceğini güven altına alırsak en büyük öz savunma barikatını da oluşturmuş oluruz. Bunu başarırsak faşist AKP-MHP ittifakı da kirli senaryolarını uygulayamaz hale gelir.
1999’da Gölcük’te yaşanan depremin ardından Yalova ve daha bir çok bölgede insanların toprağını sattığı ve kendilerine vaat edilen inşaatları aldığını ancak daha sonra ise bu durumdan dolayı pişmanlık yaşadıkları belirtiliyor. Aynı durumun, Pazarcık, Elbistan, Adıyaman, Malatya ve Hatay için de söz konusu olabilir. Bu konuda önerileriniz nedir?
Faşist Türk devletinin geçmişi devşirmecilik üzerine kuruludur. Türkiye’deki Türkçü kesilenlerin hemen hepsi böyle bir devşirme sürecinin kadrolarıdır. Onun için savaş ve afet gibi alanlardan çocuk kaçırma, onları güya adı “çocuk esirgeme kurumu” dedikleri yerlerde büyütüp daha sonra devletin bütün kirli işlerinde onları kullanmaktadırlar. Önce köksüzleştirme, ardından ise biçimlendirme gelmektedir. AKP-MHP faşist ittifakının Mereş, Adıyaman, Malatya, ve Hatay hattında yürüttüğü politikalar zaten toplumkırım ve soykırım esaslıdır. Daha şimdiden 4 milyondan fazla bir iç göçün yaşandığı söyleniyor.
Kent Meclisleri oluşup onlarla ilişki kurmazsa, büyük oran kentin öğütücü çarkından geçerek önce toplumsal değer yargılarından, ahlakından koparılacaklardır. Kent öyle acımasız bir mekandır. Tıpkı Şener Şen’in oynadığı “Züğürt Ağa” filmi gibi olacaktır. Özellikle tarikatlara teslim edilen çocuklar, gelecekteki kontrgerilla unsurları olacaktır. Daha şimdiden tarikatların aldığı çocuklar “tekbir” getirmeye başlamışlar. Boy boy bunların görüntüleri kamuoyuna sızdırılıyor zaten. Bu anlamda Kent Meclisleri hiçbir çocuğun kendi köklerinden koparılmasına izin vermemelidir. “Kayıp” her çocuğun izi sürülmeli ve mutlaka kendi kökleriyle buluşturulmalıdır.
Bu bölgeden başka yerlere, Türkiye metropollerine olası bir göç etme durumunda topraklarından kopan bu aileleri ne tür zorluklar bekliyor? Devlet bu ailelere ve çocuklarına yönelik nasıl bir politika uygular?
Toplumsal kanserleşmenin en açık örneklerinden biri aşırı şehir büyümeleridir. Kapitalizmin “insan ne kadar değersizleşirse o kadar çoğalır” politikasıyla devasa büyüyen şehirlerde toplum bütün değer yargılarıyla metalaştırılmaktadır. Kentle birlikte kutsallık, tarih, kültür, doğa, kısacası her şey ranta dönüştürülüyor. Milyonluk kentler kanserleşmenin temel nedenidir. Böyle bir kentin beslenme ihtiyaçlarını gidermek için kendi çevresiyle birlikte her şeyi yok etmektedir. Dolayısıyla doyumsuz bir canavara dönüşmüş olan endüstriyalizmin tuzağından ve rant ekonomisinin aç gözlü saldırılarından kurtulmak için zaten insanlığın köye dönüş kampanyaları yapması gerekiyor.
Bu kampanyaları örgütlemeden ekoloji mücadelesi de verilemez. Ekolojik ekonomiyi esas alarak köye, kıra yönelmek zaten insanlığın kurtuluş hedeflerindendir. Depremin, dolayısıyla felaketin adresi de tam da böyle bir coğrafya. Pazarcık’tan başlayıp Amik ovasına kadar inen devasa bir ovadır İslahiye ovası. Hem ovanın kendisi tarıma açık hem de ova etrafı hayvancılığa en elverişli alanların başında gelmektedir. Adıyaman da böyle bir alana sahiptir. Samsat büyük oranda su altına gömülmüş olsa da aslında hala kalan bölümüyle birkaç tane Adıyaman’ı besleyecek konumdadır.
Israrla belirttiğimiz gibi Kent Meclisleri oluşturarak halkın kendisini söz ve karar gücü kılıp ekolojik endüstri ve ekolojik ekonomi esasları üzerinde komün ile kooperatifler örgütleyip her insanın özgür yaşam alanını yaratabiliriz. Ki bu tarihsel olarak çok çok anlamlı bir devrimsel gelişme olur. Yöre halkının ve insanının doğal toplum özellikleri de buna açıktır. Hala komünal değerleri canlı olan bir alandır. Doğal toplumun ana kadın etrafında yarattığı ana Tanrıça kültürünün hala yaygın olarak yaşandığı bir coğrafya. Bu nedenle partimiz PKK’nin doğumunda da bu kültürün çok büyük bir etkisi olmuştur. Dolayısıyla Islahiye ve Samsat ovaları etrafında demokratik uygarlık toplumunun yeniden doğuşuna da öncülük edebilecek niteliktedir. Yeter ki, devletli uygarlık sistemin çarpık, kanserleşmiş kültüründen arınarak alanda inşa çalışmalarını başlatıp, onlara öncülük etme iradesini açığa çıkaralım. Alandaki Kürt ve Alevi dokusu buna en uygun bir dokudur. Demokratik Konferalizmin temel ayakları olan komün, kooperatif ve akademi çalışmalarının en uygun zeminidir. Bunlar inşa edilirse Demokratik, Ekolojik Kadın Özgürlükçü paradigmamızın da pratikleşmiş bir alanı olur. Yani Başkan Apo’nun da dediği gibi “köy-kent ekonomisi komünal toplumun çağdaş ünitesi olarak” doğmuş olur.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, kanser gibi büyüyen devasa kentler gerçeğinin yarattığı felaketlere dikkat çekiyor ve “Kentten toprağa ve tarıma dönüş hareketi”nin gerekliliğine vurgu yapıyor. Toprağa ve tarıma dönüş neden önemli? Ekonomik ve ekolojik yaşam derken neyi anlamalıyız? Böylesi yaşam alanları depremin vurduğu Maraş, Pazarcık, Elbistan, Nurhak, Hatay, Samandağı, Antakya, Adıyaman, Malatya, Antep, İslahiye ve afet bölgesi olan diğer ilçelerde nasıl inşa edilebilir? Deprem gibi doğal afetlerin yaratacağı yıkımın önüne nasıl geçilebilir? Nasıl bir planlama veya hazırlık yapılabilir?
Yapılan araştırmalara göre yılda ortalama irili ufaklı 500 bin deprem meydana gelmektedir. Bu depremlerin % 20’si hiç hissedilmezken büyük bir çoğunluğu da 3 ve altında şiddetinde olduğu için ciddi tahribatlara yol açmıyor. Ancak 7 ve üstü şiddetindeki depremler büyük tahribatların yaşanmasına yol açabiliyor. Canlı bir organizma olarak Dünya, mekanik hareketi kadar içten yaşadığı enerji hareketliliğini de yaşamaktadır. Bu nedenle insanlığın önleyemediği sonuçlar da yaratabilmektedir. Ki, afetin insan iradesinin dışında gelişen hareketlilikler olduğunu zaten söylüyoruz. Ama çağımızın bilim teknik imkanlarıyla bilim insanları afet bölgelerini, ürettiği şiddet gücünü hemen hemen bilebilir düzeye ulaşmışlardır. Ama bu bilim insanları açığa çıkardıkları bu bilgileri toplumun lehine değil sermaye tekellerinin azami kârına uygun kullandıkları için önlem alınmıyor.
Afetin felakete dönüşmemesi için alınabilecek tedbirler elbette çok fazla var. Bunun yerine yol açtığı tahribatların önü nasıl alınabileceği üzerinde çalışmak daha çok yararımıza olacaktır. Tahribatlara değinmişken şunu da belirtmeliyim ki yaşanan tahribatların en temel sebebi; doğanın diyalektiğini doğru anlayamamamız ve en önemlisi de kapitalist modernitenin insanlarda yol açtığı toplumsal yararlılık yerine rant ekonomisi kanserli şehir kadar toplumsal doğallığa saldırı konumundadır. Yine yapılan tespitlere göre aşırı tahribatlara yol açan depremlerin büyük çoğunluğu yapay depremler olmaktadır. Barajların yapımı, köprülerin inşası, toprağın delinmesi, maden ocakları, petrol kuyuları ve en tehlikelisi de yer altında yapılan nükleer denemeler olmaktadır. Tahripkar depremlerin gelişimine olan sebebiyet bilindiği halde bu tür çalışmaları sürdüren bir rantçı, çıkarcı yönetim zihniyetinin geliştireceği yerleşim alanlarının doğal afetlere ve çevreye duyarlı inşası beklenmemelidir.
Afetlerin yol açtığı tahribatların büyüklüğü siyasal, askeri, ekonomik ve buna benzer birçok konuda daha fazla rantın sağlanması anlamına gelir. Dolayısıyla rant üzerine inşa edilmiş siyasal iktidarlar ve onun koruma aygıtı devlet bu rant kaynağının kurutulmasına elbette yanaşmaz. Onun için başta ekoloji hareketleri olmak üzere demokratik uygarlık sisteminin temel örgütlenme aygıtlarının inşası hem felaket bölgesindeki halkın kurtuluşu ve özgürlüğü olacak, hem de insanlığın kurtuluşu için yeni bir alan olacaktır. Tıpkı Başkan Apo’nun ekolojik tercihini “Ekolojik tercihim, çocukluğumun ağır suç oluşturan bu tutkusunu itiraf etmemle yakından bağlantılıdır. Avcılık kültüründen kalma bu tehlikeli ruhu, ancak kökeni yine avcılığa dayanan ‘güçlü sömürgen, buyurgan adamın’ (maskeli ve maskesiz tanrılarla örtük ve çıplak kralların) sanatı olan ve sayısız savaşlara yol açan iktidarın maskesini düşürmekle giderebilecektim. Bitki ve hayvanların dilini anlamadıkça ne kendimizi anlayabilecek, ne de ekolojik toplumcu olabilecektik. Beni bırakmayan bitkilerim ve hayvanlarımın anılarına böyle anlam verecektim” dediği gibi kendimizi güçlü bir pratik özeleştiriye dönüştürelim.
Yine Newroz ayındayız. Öncelikle mücadele, ulusal diriliş ve özgürlüğün sembolü olan Newroz Bayramını özgürlüğün önderi Başkan Apo’ya kutluyor, mücadele tempomuzla Önderliğimizi özgürleştirme yılı etmenin kararlılığı ile Newroz şehitlerimiz Mazlum, Zekiye ve Rahşan yoldaşlar şahsında tüm Newroz ve Mart ayı şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyoruz. ‘Her roj Newroz, her dem azadî’ sloganıyla halkımızın Newrozu'nu kutluyor ve halklar için özgürlükler yılı olması için var gücümüzle mücadelemizin ateşini yükselteceğimizin sözünü yineliyoruz .