Kulaklara ‘Kurdistan sömürgedir’ cümlesi fısıldanıyordu

Ciddi bir örgütsel tecrübesi olmayan, sadece iki sözlü bir cümlenin gereklerini yerine getirmenin inancını taşıyan, ama mutlaka başarılması gerektiğine inanan bir grup genç, Ankara'da Çubuk Barajı kıyısında bir araya gelmişti.

PKK’yi ve onun militan yapısını tanımak için PKK’nin ortaya çıkış koşullarını ve bu çıkış sürecindeki kadro şekillenmesini iyi anlamak gerekir. Dünya, bölge ve ağırlıklı olarak Türkiye olmak üzere Kurdistan’daki 1970’li yılları ve onun kısa zaman öncesini doğru bilmek, anlamak  ve  yorumlamak, PKK’yi ve onun ilk yıllarını anlamak için önemli bir veri olmaktadır.

PKK aynı zamanda bir Önderlik hareketi olduğu için, PKK’yi anlamak, Önderliğinin yaşam tarzı ve duruşuyla da ilgili olmaktadır. Önderliğin ahlaki, ruhsal ve vicdani yaklaşımlarının yanında, arkadaşlık ilişkileri, olay ve olgulara bakıştaki eleştirel duruşu, öngörüsü ve yaşamın tüm kesitlerinde örgütlü oluşu gibi temel özellikler PKK’nin gelecekteki temel ilkeleri haline gelecektir. Onun için PKK’ye doğru bakış ve PKK tarihini doğru yorumlayış, aynı zamanda Önderliğe de doğru yaklaşım ve O’nu doğru anlamak anlamına gelmektedir.

PKK aynı zamanda bir halkın neredeyse durdurulan tarihinin yeniden ve hem de çağları yıllara sığdıran bir hızla yazımı anlamına gelmektedir. O açıdan PKK’yi anlamak, onu doğru yorumlamak, Kurdistan toplumu ve kişilik şekillenmesi tarihini doğru kavramak ve bilince çıkarmaktan geçmektedir. PKK'yi anlamak insanın gerçeğini anlamaktır.

PKK hareketi, dillendirdiği ilk sözcüklerden bu yana bir insanlık hareketi olarak şekillendi. PKK kendisini hiçbir zaman dar ulusal, inançsal ve sınıfsal kalıplar içerisine sokmadı. Belki yeni paradigma kapsamı içinde olmayabilir ancak ona fazla uzakta durmayıp başından itibaren dogmatizmi reddederek, her gelişme ve veriyi bir derinleşme ve arayış nedeni olarak gördü. Onun için PKK’yi anlamak, bir bütün olarak insanlığın gelişim evrelerinin maddi ve manevi tüm boyutlarını anlamaktan geçiyor.

Kısaca PKK’yi anlamak aslında insanın gerçeğini anlamak oluyor. Onun için PKK’yi anlamak ve tanımlamak, salt bilimsel ölçülerle mümkün olmuyor. Hücrelerine kadar duygu ve düşünce yüklü insanı anlamak nasıl oluyorsa, PKK’yi de öyle ele almak gerekiyor. Nasıl ki, insanın var olan potansiyeli tam olarak bilinemiyor ve bu potansiyel parça parça hem de zamana yayılarak dinamik hale geliyorsa, bir enerji ve maddi gerçeklik olarak kendisini nasıl dışa vuruyorsa, PKK de benzer bir gelişim seyri izliyor. Temelinden çatısına kadar hazırlanan, iç ve dış dizaynıyla tamamlanan bir binaya benziyor PKK. Ama ne bina bitiyor, ne de dizayn tamamlanıyor. Nasıl ki insanlık son sözünü söylemekten ne kadar uzaksa, gerçekte PKK de aynı durumu yaşıyor.

Onun için “PKK nedir”, “ne anlama geliyor”, “hangi objektif ve sübjektif koşulların ürünüdür” gibi soruların peşine takılarak açıklayıcı anlatımlar yapmak yerine, sözü kısa geçmiş zamanın, yani 35–40 yıl öncesinin gelişmelerine bırakarak, PKK’lileri, onların yaşamlarını, ilişki, eylem ve düşünce düzeylerini anlatmaya çalışmak en doğrusu olacaktır. 60’lı yılların sonu ve 70’li yılların başı, dünya ve ağırlıklı Türkiye olmak üzere bölgede önemli gelişmelerin yaşandığı ve insan yaşamının artık bir bütün olarak gözden geçirilmesi gerektiği mesajının yoğun olarak verildiği yıllardı. Sanki tarihin enerjisi yeniden insanlığın vicdanını sorguya çekiyordu. İki kutuplu dünyada, hem bu dünya gerçekliğini sorgulayan, hem de mevcut bilinç düzeyi ve güncel çıkarlar gereği kutupların buz kalıpları arasına sıkışıp kalan bir sorgulama gücü oluşuyordu. Bu sorgulama gücünü, destansı kahramanlıkların ötesinde, bugün elbette farklı bir gözle ele alıyoruz. Bu güçler kapitalist modernitenin mezhepleri olmaktan ve ona yeni bir enerji katmaktan öteye gidemediler diyoruz. Liberalizmin, karşıtlarını bile nasıl yedek lastik durumuna getirdiğinden bahsediyoruz. Ama buna rağmen, o gün gelişen ve tarihin beş bin yıl öncesinin insanını ve onun ilişkilerini arayan devrimci ruhun hakkını da teslim etmekten geri durmuyoruz. Yani hem eleştiriyoruz hem de sahip çıkıyoruz. O günleri devrimci bir yaşamın çocukluk yılları olarak değerlendirirsek, hiçbir zaman ‘çocukluk hayallerimize ihanet etmeyeceğimizi’ ortaya koyuyoruz. İşte PKK, çocukluk hayallerinin özgürlük özlemlerini gerçekleştirmenin adı oluyor. Madem insan tasarım ve hayal gücünün ürünü olarak ortaya çıktı ve madem insan büyük ütopyalarını ilk önce bilinç kurguları ile gerçekleştirdi, o halde PKK de o insandan geri kalmamanın ve geri kalınmayacağının sözü oluyor.

 

ÇIKIŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE VE DÜNYADAKİ DURUM

 

1968’lerde iki kutuplu bir dünya vardı. Bir kutup ABD, diğer kutup SSCB önderlikli reel sosyalizmdi. Arada çeşitli tonlarda ve bu önderliklerle çelişen, ama duruşlarıyla onlara karşı koymaya güç getiremeyen farklı merkezler mevcuttu. Adına üçüncü dünya denen bu güç merkezleri de var olan egemenlikçi sistemin imkanlarına kavuşmak istiyorlardı. Aslında hepsi de kapitalist modernitenin sağdan, soldan ortadan temsili yarışına girmiş güçler oluyordu. Ama tarih başlangıcındaki insanı arıyor. Yani yanlışları çok, ama boş bir çaba olmayan bir insanı bulma arayışı sürüyor. Güneydoğu Asya kaynıyor. Afrika ve Latin Amerika hakeza öyledir. Ulusal kurtuluş hareketleri adı altında küçük ve yeterli donanımı olmayan halklar dev gibi güçlere karşı savaşıyor. 1900’lerin başlarında ilkeleri konulmuş, ulusların kendi kaderini tayin hakkı talebi yarı, yeni ve klasik sömürgelerin temel çıkış noktası olmuş ve bu noktadan çakan kıvılcım tüm bozkırları tutuşturuyor. Hemen yanı başımızda efsaneleşen gerillayı kendi ülkelerine taşıran Filistinliler çocuk generaller yaratıyor. Tüm dünyada modernitenin hem solunu, hem de sağını eleştiren, ağırlıklı olarak öğrenci gençlik hareketleri biçiminde ortaya çıkan 68 eylemlilikleri, Doğu-Batı tüm metropol merkezleri sarsıyor. Sol içerisinde hem düşünsel, hem de eylemsel olarak SSCB şahsında gerçekleşen sosyalizm sorgulanıyor. Latin Amerika’nın efsane gerilla lideri Che Guevara, sosyalizme olan inancını bir iktidar gücü olmakla değiştirmiyor ve ütopyasını gerçekleştirme yolculuğuna devam ederken şehit düşüyor. 1968’li yıllar, sadece entelektüel düzeyde değil, destansı devrimci öykülerinin Türkçeleştirilerek günlük yaşama girdiği yıllar oluyor. Sanat ve kültürün her düzeyinde umuda koşuş dile getiriliyor. İşte o yıllarda başta üniversite öğrencileri olmak üzere işçiler ve yoksul köylüler yaşamın her alanında örgütlenme yarışına giriyorlar. Üniversiteli gençler fabrikalarda grevlere, tarlalarda toprak işgallerine öncülük ediyor. Yoksul insanlar yüzyıllar öncesinin Bedrettin'leri, Celalileri, Babaileri olmuş; "Yaratan biz, üreten biz, yöneten de biz olmak istiyoruz" diyorlar. Gençler yoksul gecekondu mahallelerinin devamlı konukları olmuş, sosyalizm, eşitlik ve özgürlükten bahsediyorlar. Gece bekçileri ve polis devriyelerinin gece karanlığında yankılanan düdük seslerine karışan koşar adım ayak sesleriyle devrimciler, işçiköylü gazetelerini satıyorlar.

Üniversite kantinleri, köy evleri, kahvehaneler, gecekondular, fabrikalar, sendikalar ya da öğrenci evleri ve öğrenci yurtları hep devrimcilerin yüce iddialarının tartışıldığı merkezler olmuş. İnsanlar değişiyor, hayalleri değişiyor, yürüyüşleri, giyim kuşamları ve beğenileri değişiyor. Tiyatroların, filmlerin, türkülerin, romanların, resimlerin konuları değişiyor. Türkiye’de daha önceleri hesapta olmayan bir şeyler oluyor. Şimdiye kadar kader-alın yazısı olarak görülen şeyler, aslında öyle değilmiş deniliyor. Dernekler, üretim ve tüketim kooperatifleri çığ gibi büyüyerek çoğalıyor. Gençler köylerde ekin biçiyor, köylerin yollarını ve köprülerini yapıyorlar. Sarı sendikacılık mahkum ediliyor ve yerine devrimci sendikacılık konuyor. ‘Doğuya elektrik, yol, su’ adı altında sıradan taleplerle de olsa Kürt sorunu tartışılıyor, mitingler düzenleniyor. Güney Kurdistan’da var olan peşmerge hareketi, gazete ve radyo haberlerinin konusu oluyor. Eksik ve yanlış da olsa, çözüm yerine esasta çözümsüzlük içerse de, Kürtler ve Kürt sorunu tartışmaların gündemine giriyor. İşte böylesi bir atmosferde var olan rejim, sıkıntılarına rağmen sürüyor. Ama yoksul çoğunluk, devrimci gençliğin öncülüğünde aydınlanıyor, örgütleniyor, eyleme geçiyor ve devrim liderleri şekilleniyor. Gerilla artık Türkiyelileşiyor. Çözümü silahlı mücadeleyle ele alan örgütler kuruluyor. FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu), akademik gençlik örgütü olmaktan çıkıp farklı çözüm arayışında olan örgütlerin ana rahmi işlevini görüyor. THKP-C ve Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir; THKO ve Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan; TKPML-TİKKO, İbrahim Kaypakkaya ve Ali Haydar Yıldız gibi isimler sadece düşünceleriyle değil, örnek yaşamları ve cesur eylemleriyle Türkiye ve Kurdistan halklarının aydınlanmasının simgeleri oluyorlar. Halkların özgürlük davasına samimi bağlılıkları gönüllerde taht kurmalarını sağlıyor.

Türkiye sol hareketinin tarihi düşünüldüğünde, elit bir aydın kesimin sınırlarını aşmayan sosyalist hareket, 1968’li yılların bir avuç gençlik önderinin şahsında geniş yoksul kitlelere ulaşıyor. İşçi, işsiz, köylü, öğrenci ve birçok ara sınıf ve katmanın yanında, kadın, genç ve çocuk denecek yaştaki insanlar, neredeyse o dönemin önder kadroları şahsında özgürlük, demokrasi ve sosyalizm düşüncesiyle yatıp kalkıyorlar. Soygunlar, çatışmalar, polis baskınları, işkenceler ve şahadet haberleri, kitlelerin ilgisinde azalma şöyle dursun, tepkisini giderek arttırıyor. Yüz binlerin katıldığı protesto eylemlilikleri, grevler, on binlerin katıldığı toprak işgalleri artık günlük gelişmelerin rutin haberleri içinde yer alıyorlar. Soldaki özellikle anti-Amerikancı örgütlenme karşısında, sistemin baş jandarması ABD tarafından özellikle 1950’lerle birlikte örgütlenen kontrgerilla (şimdilerde Ergenekon deniliyor) hareketi, sağda da giderek MHP adını alan faşist bir siyasal oluşumla soldaki gelişmeyi dengeleme ya da yönlendirme yoluna gidiyor. Bunların dışında Ankara, İstanbul ve Diyarbakır merkezli DDKO adlı Kurdistan’a özgü dernekleşmeler de gelişmeye başlamış bulunuyor.

 

KURDISTAN DEVRİMCİLERİ

 

Misak-ı Milli sınırları içinde Türkiye'de sanırsam bu gelişmeden etkilenmeyen tek bir bölge kalmamıştı. 15–16 Haziran direnişleriyle zirveye çıkan işçi eylemlikleri, 'Tam bağımsız Türkiye' şiarı altında devrim öncesi dönemleri anımsatıyordu. Kriz halinde olan egemenler ve artık böyle yönetilmek istemeyen yoksul halk, sanki tayin edici son raundu için ringe çıkmaya hazırlanıyordu. İşte daha sonra kendisine 'Kurdistan devrimcileri' diyen grubun kadroları da bu atmosferin içinde şekilleniyordu. Bu durumda ya devrimin kabaran coşkusunun sarhoşluğuna kapılanacaktı ya da zulüm girdabında boğulup gidilecekti. Üçüncü ve esas olması gereken nokta ise, kendini her koşul altında süreklileştiren, doğru devrimci perspektifle donanmış, stratejisi netleşmiş bir programa sahip ve güncel taktik gelişmelere güç getiren devrimci bir parti öncülüğünde sürece yön verilecek ve aydınlanan ezilen emekçi yığınlar örgütlü bir mücadeleye kanalize edilecekti.

Sanırım Türkiye devrimci gençlik hareketinin öncülükleri bunları hep tartıştılar. Onun için farklı örgüt ve eylem biçimlerine de yöneldiler, ama bunları süreklileştiremediler. Ne kendileri için güvenli alan yaratabildiler, ne de sürekliliği sağlayacak ihtiyati kuvvetler oluşturabildiler. Bütün örgütlü yapılarını cepheye sürdüler. Durum böyle olunca, sarp engebeli denilen yolda birer birer düştüler. Diz çökmediler, ama yenildiler. Düşerken belki de akıllarına bile getirmedikleri Kurdistan Devrimcileri için özgürlük belleği oluşturdular.

12 Mart darbesiyle başlayan yıllar, soluk soluğa geçen günlerin beklentileriyle doluyordu. Darağaçları, işkence haneler, toplu ve tek tek şahadetler ya bütün beklentileri zulüm cenderesinde boğacak ya da fırtınalı açık denizlerde bir fındıkkabuğu gibi sallanarak kıyıya ulaşan gemi kaptanları yaratacaktı. İkisi de oldu. Dev dalgaların alt üst oluşlarında neredeyse bütün gemiler paramparça oldu. Paramparça olmuş enkazlar kıyılara taşındı. İşte o enkazların yarattığı ruh hali üzerine Karaoğlan-Ecevit efsanesi hazırlandı. Devrimin efsanesinin yerine yenisi gerekiyordu. Neredeyse mitolojik kahramanları aratmayacak şekilde belleklere kazınan Deniz'lerin, Mahir'lerin, İbrahim'lerin ve yüzlerce devrimci militanın görkemli çıkışları yerine yeni bir bellek ikame ediliyordu. Ecevit efsanesi Türkiye siyaset sahnesinde böyle sahne aldı. Kıbrıs işgali köy-kent projeleri, toprak reformları, Özel Harp Dairesi açıklamaları adı altında 'Toprak işleyenin, su kullananın' sloganıyla kabaran devrimci direniş ruhu devletin değirmenine su taşır hale getirilmek isteniyordu.

İşte o koşullarda, geleneksel tüm ilişkilere rest çekmiş, dinsel ideolojide oldukça derinleşmiş, insanın mutluluk arayışında sağın bir mutluluk olamayacağını gören bir genç, '68 kuşağının ideolojik-politik ağırlığını hissederek, insanlığın kurtuluşunun ancak sosyalizmden geçeceğine inanıyor. Adı Abdullah Öcalan'dır. Köyünde 'dağın delisi' denilen, okulunda sınıfının en çalışkanı olarak öğretmenlerinin gözüne giren, sessiz sakin haliyle tartışma platformlarının iyi bir dinleyicisi ve izleyicisi olan bir gençtir. Sosyalizme olduğu kadar Kürt sorununa karşı ilgilidir. DEV-GENÇ ve önderliğinin samimiyetine inanan, ona sempati duyan Abdullah Öcalan, çocukken aile ve köy ilişkilerini sorgulayarak metropole kadar gelmiş, sorgulama ve eleştiri sürecine burada da devam etmiştir. Hiçbir zaman hiçbir şeyi tamamlanmış olarak görmemiş, eksikliklerini aramış ve mutlaka tamamlama arayışı içerisinde olmuş bu genç adam, arayışına öfke katmayı da eksik etmemiştir. Bu genç devrimci 12 Mart faşizminin cenderesinden bir biçimde geçmiş, bu durum öfke ve arayışını daha da büyütmüştür. Deniz'in idam sehpasında haykırdığı 'Kürt ve Türk halklarının kardeşliği' sözü belleğine bir nakış gibi işlenmiştir. Mahir'in, daha netleşmemiş haliyle olsa da Kürt meselesini ele alması onun açısından oldukça önemlidir. Mahirlerin katledilişlerinin hemen ardından Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde başlatılan boykot eylemine öncülük etmesi de yoldaşlara bağlılık konusundaki tutarlılığının ifadesidir.

 

YENİ BİR ÖNDERLİK DOĞUYOR

 

Yeni bir dönemece girilmişti; yeni bir önderlik doğuyordu. Önder Apo yaptığı çözümlemelerde o dönemi ve kendisini öne çıkaran koşulları kapsamlı değerlendirdi. Tüm öncü kadroların birer birer şehit düştüğü, önemli bir kısmının esaret altına alındığı koşullarda ruhsal olarak en hazırlıklı, karar olarak tamamen ikirciksiz olan, inanç konusunda hiçbir tereddütü olmayan kişi bayrak koşusunun en başına geçecekti. Devrim bir maraton yarışı gibiydi. Bu koşuda bayrak elden ele geçerek hedefe ulaşabilirdi ve bayrak o dönemde Abdullah Öcalan'ın elindeydi. Abdullah Öcalan tarihsel maraton koşusunun bayrağını taşımayı üslenmişti, ama bu kez taşıma biçimi farklı olmalıydı. Yeni bayraktar, öncüllerinin durumunu ve niçin yenildiklerini çok köklü bir biçimde değerlendirdi. Mustafa Suphi'ler, Şefik Hüsnü'ler, TİP deneyimi ve en son 68 kuşağı… Yenilgi sanki bir kadermişçesine hepsinin yakalarına yapışmıştı ve bu kaderi değiştirmek gerekiyordu.

Önder Apo çözümlemelerinde bu sürecin nasıl sorgulandığını çok detaylı olarak ele alıyor. Neden örgütte sürekliliğin ve Kürt sorununun öncelik kazandığını ortaya koyuyor. 1973 yılı Mart sonu-Nisan başında Çubuk Barajı toplantısı yapılıyor. Çevrede hiç kimse olmadığı halde, kulaklara "Kurdistan sömürgedir" cümlesi fısıldanıyor. Bu hem bir iddia hem de bir korkuyu ifade ediyor. Elbette örgütlenme bir tedbir hareketidir, dolayısıyla tedbiri elden bırakmamak gerekir. Hele bir de konu Kurdistan olunca, bin kez daha tedbirli davranmak zorunludur. Yenilen Kürt isyanları, idam edilen isyan önderleri, umudu defalarca kırılan mazlum Kürt halkını unutmamak gerekir. Yani yeni öncülere, tamamlanmamış görevlerin sorumluluğu da yüklenmektedir; kıyımlar ve kırımlardan geçen bu halk bir daha hayal kırıklığı yaşamamalıdır.

Sadece bu da değil, Kürt sorununun çözümü Ortadoğu halklarının özgürlüğünün de temel halkasıdır. Tarihin 2500 yıl öncesinde bunun örneği yaşanmıştır. Ütopya açıktır: İnsanlığın kurtuluşu mücadelesinde Kurdistan'da başlayacak özgürlük yolculuğu Ortadoğu Demokratik Konfederasyonunun kapısını aralayacaktır. Bölge yeni türden bir Sovyetik sistemle Dünya devrimlerini taçlandıracaktır. Onun için o zamana kadar söylendiği gibi, Kürt sorunu demokratik ya da sosyalist Türkiye gerçekleştikten sonra çözülmeyecektir. Aksine, Kurdistan ulusal kurtuluşu Türkiye’nin de kurtuluşunun anahtarı olacaktır. Bunun için kendisini süreklileştiren öncülere ve onlardan oluşan öncü bir kurmay partiye ihtiyaç vardır. Aslında burada her şey gün gibi ortaya konulmakta ve Türkiye sol tarihinde önemli bir yol ayrımı ortaya çıkmaktadır. Bir yanda dağılan öğrenci gençlik hareketini toparlama çalışmaları, diğer yanda "Kurdistan sömürgedir" tezine dayalı örgütsel ve eylemsel çözüm arayışları söz konusudur. Başlangıçta DEV-GENÇ geleneğini yeniden canlandırma hedefine bağlı olarak, öncelik öğrenci gençliğin toparlanması çalışmalarına veriliyor. Çünkü üniversitelerde, liselerde ve hatta ilkokullara kadar faşistler ve dinciler yaygın olarak örgütlenmeye girişmiştir. Bir zamanlar devrimcilerin örgütlenme merkezleri olan yoksul köylü, işsiz, işçi yerleşim ve çalışma yerleri, onlar için adeta temel çalışma sahalarına dönüşmüştür. Gericilik devrimci örgütlerin dağınıklığını fırsat bilerek kendisini örgütlemektedir. Fabrikalar, gecekondu mahalleleri, köyler, kasabalar, hatta şehirler artık siyasal kimlikle anılır hale geliyorlardı. Erzurum, Yozgat, Malatya, Urfa, Maraş, Elazığ ve daha birçok il faşist karargahlar olarak tanımlanıyorlardı. Yerden mantar biter gibi faşist-dinci sendikalar, imam hatip okulları açılıyordu.

 

ÇUBUK BARAJINDA BAŞLANGIÇ

 

Kurdistan'da ilkel milliyetçiliğin farklı görünümleri olan örgütlenmelere de gidiliyordu. Ciddi bir örgütsel tecrübesi olmayan, sadece iki sözlü bir cümlenin gereklerini yerine getirmenin inancını taşıyan, ama mutlaka başarılması gerektiğine inanan bir grup genç, Ankara'da Çubuk Barajı kıyısında bir araya gelmişti. Önder Apo o günleri 'fırtınalı günlere' benzetiyor. Yer gök birbirine karışmış; ağaçları kökünden söken fırtınalar, gök delinmişçesine boşalan yağmur, patlayan şimşekler ve düşen yıldırımlar altında ve simsiyah bir gecede, "Ne olacağız?" sorularıyla dolu bir yaşam vardı. Dönemin daha çok ütopik olan, yürek ve beyinleri hayallerle dolu ve yaşamdan kendileri için hiçbir şey beklemeyen, güneşin zaptına çıkmış genç önderleri, en değerli varlıkları olan canlarını ortaya koymaktan çekinmemişlerdi. Efsanelerdeki kahramanlar gibi ortaya çıkmışlar ve sanki hayalmişler gibi birdenbire yok olmuşlardı. Geriye sadece yürek atışları kalmıştı. Tabii hissedenler için bu böyleydi.

Öğrenci evleri ve fakültelerdeki tartışmalar ADYÖD’ ün kurulmasını getirmişti. Yönetiminde bugünün efsanevi örgütü PKK'yi yaratan Abdullah Öcalan ve Haki Karer de yer alıyordu. Kızılay'da Tapu Kadastro Okulu ile Amerikan pasajı arasındaki İzmir caddesine paralel ara sokakta, birkaç katlı bir binanın üst katında ve daha yeni kurulmuş olan TSİP Merkezinin hemen karşısında yeni bir karargah oluşmuştu.

 

HAKİ KARER

 

Haki Karer, Ordu-Ulubeyli yoksul bir ailenin çocuğu olan ve Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi'ni okuyan Haki Karer için, Önder Apo'nun "O benim gizli ruhumdu" dediği bilinmektedir. Babası ve annesi, Haki için, çocukluk ve gençlik yıllarında aile yaşamı içerisinde tam bir emekçi profili çizmektedir. Haki, fundalıkların içindeki beton ve briket karışımı evin yapım ustası, evin önündeki geniş fundalığın ve bahçenin düzenleyici mimarı ve işçisidir. Diğer erkek kardeşlerine inat, tepeden tırnağa enerji yüklü bir emekçidir. Tembellik nedir bilmeyen, sürekli çalışan, çevresine yardım eden ve oldukça sevilen, haksızlık karşısında ele avuca sığmayan Haki, Ankara Beşevler'de Gazi Eğitim Enstitüsü, İlahiyat Fakültesi, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi ve Fen Fakültesi'nden oluşan yüksek okullar topluluğunu ele geçirmeye, orayı kendileri için karargah yapmaya çalışan faşistlere karşı direnişin öncü militanıdır. Tüm solcu demokrat örgenciler tarafından sevilen, faşistlerin, gericilerin korkulu rüyası olan Haki, kısa zamanda Ankara gençlik hareketinin önderlerinden biri olmuştu. O da Türkiye solunun sürekli yenilgisini sorguluyordu. "Bu bir kader olamaz" diyordu. Bu sorgulama onu Önder Apo ile yan yana getirmişti.

Gençlik içinde solun yenilgisi ve başarısızlığını sorgulayanların sayısı bir ev tutacak kadar artmıştı. Öğrenci yurtlarında kalanlar da vardı. Önemli bir kısmı Bahçelievler ve Emek Mahallesi üçgeninde, İlahiyat Fakültesi'ne yakın bir yerde olan Siirt Öğrenci Yurdu'na yerleşmişti. Anadolu ve Kurdistan’ın birçok yerinden yoksul köylü ve işçi çocukları, ailelerinin umudu olarak Ankara’ya geliyorlardı. Bunların küçük bir kısmı yapılan sohbetler ve yürütülen tartışmalar sonunda Kurdistan ve bölge halklarının umudu olma yolunu seçiyordu.

 

KEMAL PİR

 

Bunlardan Kemal Pir, Gümüşhane Bayburt’tan yoksul bir ailenin çocuğuydu. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde okuyordu. Okul faşistlerin işgali altındaydı. Yerinde duramayan, atak ve cesur kişiliğiyle Kemal Pir, kısa sürede faşist işgale karşı direniş liderlerinden biri olmuştu. Hiçbir siyasal harekete katılmamıştı. Ankara'da yeni açılmış olan ve genellikle siyasal rengi belli olmayan, mevcut yılgın pasifist ruh halinden de memnun olmayan radikal devrimcilerin uğrak yeri olan İŞÇİ-DER’e gidip geliyordu. Daha çok kavgacı yönü öne çıkmıştı. Davudi sesi, atak kişiliği ve yüzünde belirgin olan et beniyle bir öğrenciden çok ajitasyon yönü öne çıkan bir halk önderini anımsatıyordu.

Kemal Pir, faşistler ve pasifistlere karşı kendisini sert tutumu ile tanıtmıştır. İnsanlara karşı çok saygılı, arkadaşlarına son derece bağlıdır. O arkadaşları için ölümü bile göze alan bir kişilikti. İnsan onun yanında kendisini güvende hissediyordu. Örnek olması açısından babasıyla olan bir ilişkisini anlatmak istiyorum. İkinci yakalanışında Adana Askeri Cezaevi'ne götürülüyor. Geniş bir ağaçlık alan içerisinde olan cezaevi tel örgü ile çevrilidir. Havalandırmada oturan tutsaklar, ziyarete gelenleri daha tel örgünün dışındayken görebiliyor. Yine bir görüş günü Kemal Pir ve yanındaki arkadaşları bahçede oturmuş sigara içip sohbet ediyorlar. Birden Kemal Pir elindeki sigarasını atıp dimdik ayakta duruyor. Etrafındakiler şaşırıyor. Kemal Pir, tel örgüye doğru bakıp, "Babam geliyor" diyor. Mesafe çok uzaktır, ama O ismi okunup görüş yerine çağrılıncaya kadar öylece dimdik ayakta kalıyor. İşte o Pir budur. Dostlarının sevgilisi, düşmanlarının saygıyla karışık korkulu rüyası olan Kemal Pir, babasına öyle saygı duyuyor. Belki benzetmek kaba olacak, ama Kemal Pir’in Önder Apo karşısındaki pozisyonu da hep öyledir. Babasına karşı çıkmış mı, bilemem, ama daha başından itibaren Önderliğe karşı çıkışı hiç olmamıştır. Onun için inanılan bir şeye, bir kişiye karşı kuşku duymak ve saygısızlık yapmak olmayacak bir şeydir. Yerinde duramayan, otururken bile sürekli hareket eden, devrimci şiddetin çözüm gücü olduğu noktasında kendisini inandırdığı için silahlı mücadele konusunda ikirciksiz yaklaşıp fırsatını bulduğunda eyleme geçen özelliği ile Kemal Pir, sadece öğrenci gençlik içinde değildir.

Kemal, kısa bir süre kaldığı Ankara’nın Tuzluçayır Mahallesinde de kendisine has bir arkadaş grubu oluşturmakta gecikmedi. Ölümsüz şehitlerimizden Ali Doğan Yıldırım ve Doğan Kılıçkaya bunların başında geliyordu. Zaman zaman bu arkadaşları ile faşistlere karşı devrimci eylemliklere de gidiyorlardı. Tuzluçayır Mahallesine Önder Apo da gidiyordu. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden tanıdığı bazı öğrencileri anti-sömürgeci mücadeleye çekmek için tartışma amaçlı ziyaretlerdi bunlar. Bunlardan Vartolu olan birisinin yanına sık sık gittiği için, o öğrencinin akrabası olan şehit Şahin Kılavuz da çok genç yaşta olmasına rağmen, bu tartışmalara katılıp dinlermiş. Önder Apo ise, "Bu çocuk neden gelip ikide bir sohbetimizi dinliyor?" diye kızarmış.

Bu mahalle daha önceleri aynı zamanda Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan'ın da uğrak yeriydi.

 

MEHMET HAYRİ DURMUŞ

 

Yoksul Kürt çocukları Kurdistan’dan metropol kenti Ankara’ya okumak için akıyorlar. Bu akış belki de bireysel kurtuluşun son umut yolculuğu olarak düşünülüyor. Anneler ve babalar çocuklarını son bir çabayla okutarak 'kurtarmak' ve biraz da bu yolla ömürlerinin son yıllarında rahat yüzü görmek istiyorlar.

Mehmet Hayri Durmuş da bu amaç için gelenlerden ve kısa sürede Önderliğimizin ikna edici konuşmaları karşısında yoksul Kürt halkının umudu olma yoluna girmeye karar verenlerden biridir. Babası, Hayri için, “O ne yapıyorsa, o ne söylüyorsa doğrudur” demiş bir keresinde. “Senin oğlun Apocu olmuş, Kurdistan’ı kurtaracakmış” diye oğlunu kendisine şikayet edenlere böyle söylemiş. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okuyor. Sosyalizme sempati duyuyor. Sosyalizmin mutlaka kazanması gerektiğine inanıyor. Öteki bazı gençler gibi, solun sürekli yenilgisini o da sorguluyor. Mehmet Hayri ince uzun boyu, kamburumsu yürüyüşüyle sessiz, sakin etrafı izleyen, dinleyen bir insandır. Onu gören herkes o anda mutlaka çok önemli şeyler üzerinde yoğunlaşıyor diyebilir. Somurtkan olmayan ve hatta gülümseyen yüz hattı ve bakışıyla etrafına bir anda güven veren Hayri, genel olarak solcuların hakim olduğu Hacettepe Üniversite'sinde tartışmalarıyla ve makul çözüm yaklaşımlarıyla ilgi merkezi ve saygı duyulan bir insan olmayı başarıyor. Oldukça ciddidir ve çevresine de sürekli ciddiyet telkin ediyor. Yaşça birçoğundan daha genç olmasına rağmen, girdiği arkadaş ortamında hemen herkes kendisine çekidüzen verme gereğini hissediyor. Genç yaşında bir önder devrimcinin bütün özelliklerini temsil ediyor.

Çubuk Barajı kıyısında iki sözcükten oluşan bir cümle söylenmişti. Bu iki sözcük grubun ideolojik cephaneliğinde yer alan en büyük silahlarıydı. Yine Türkiye Devrimci Gençlik Hareketinin yeniden toparlanması için ADYÖD yönetiminde yer alınmıştı. Ama CHP-MSP Koalisyon Hükümetinin 1974 affı ile halen tutsak olan birçok ileri kadro devrimci de salıverilmişti. Bu aşamadan sonra Türkiye Devrimci Hareketini aftan yararlanan ileri kadrolara bırakarak, Kurdistan devrim mücadelesi yoluna çıkılmıştı. Şimdi artık ayrı bir grup doğuyordu. Dışımızdakilerin Önderliğin ismine atfen 'Apocular' dediği (daha çok küçümsemek için böyle adlandırıyorlar), ama grubun ise kendisini Kurdistan Devrimcileri diye adlandırdığı yeni bir hareket oluşuyor.

Zindanlar boşaldıktan sonra 12 Mart öncesi birkaç isim şeklinde örgütlenen Türkiye sol hareketi, kısa sürede birçok isim altında siyasal yaşama girmeye başladı. Toparlanmak ve birlik yaratmak yerine, bir amip gibi her gün yeni parçalara bölünmek solun yeni yönelimi durumundaydı. Türkiye devrim liderleri son sözlerini devrimci mücadeleye bağlılık ve sosyalizme inanç temelinde dile getirerek yaşamlarını verdiler. Onların ardılları olduklarını söyleyenler ise, daha ilk çıkışlarında bu son sözlerini de farklı yorumlayarak, bir anlamda onların cesetlerini bile parçalara böldüler. Bu bölünme 12 Eylül'e kadar artarak devam edecekti. Kurdistan'a has örgüt olarak dernek biçiminde örgütlenen DDKD’nin arkasından, aynı Türkiye solu da yine birçok örgütle devreye girdi. Fakat bunların dışında, 60’lı yıllardan beri Güney'den Hakkari ve Mardin’den Bingöl, Dersim ve Elazığ hattına kadar uzanan alanda illegal temelde örgütlenen Türkiye KDP’sinin de örgütlülüğü vardı. Öyle ki, o dönem T-KDP’nin adına konuşan Sıraç Bilgin, “Eğer Apocular Kurdistan’a girerse onların ayaklarını kırarız” diyebilecek gücü kendisinde buluyordu. Bu kişi Önderliğimizi Kurdistan'ın başında sallanan Demokles'in kılıcına benzetiyordu.

İşte Kurdistan Devrimcileri neredeyse evlere kadar siyasal hareketler tarafından parçalanmış bir coğrafyada, yeni bir umut yaratma dalgası ve mutlaka kazanma çabası içinde büyük bir iddia ile ortaya çıkıyorlardı.

 

BİR KİŞİ İNANDI, BİRKAÇ KİŞİ DE O’NA İNANDI

 

Bir kişi inandı, birkaç kaç kişi de ona inandı ve artık yürüyüşe çıkmak için her şey hazırdı. Gerisini gelişmeler gösterecekti. Elde avuçta para yoktu, dernek ve dergi gibi bir şey yoktu, tecrübe yoktu, destek olacak bir olanak da ufukta pek görünmüyordu. Böyle bir durumda Kurdistan gibi adı sanı neredeyse unutulma noktasına gelmiş bir coğrafya ve halk adına yola çıkılıyordu. Bu, korku tünelleriyle dolu dehşet verici bir yolculuktu. Daha ilk günden ne tür tehditler ve tehlikelerin grubu beklediği ortaya çıkıyordu. Hemen katliamlar akla getiriliyor, "Kürtler yeniden mi katliamdan geçirilecek?" deniliyordu. Daha o günlerde, 1976’larda sanırım Aydınlık dergisinin bir sayısında yeni oluşan gruba dikkat çekiliyor; “Apocular adlı bir grup çıkmış, bunlara dikkat etmek gerekir” denilerek bir takım çevreler sanki uyarılıyordu. Halbuki ortada ne bir eylem, ne bir yazı, ne de kalabalık bir topluluk vardı. Ama buna rağmen "dikkat edilsin" deniliyordu. Hakkını yememek gerekir, Doğu Perinçek ve liderliğini yaptığı Aydınlık dergisi çevresi hep 'Apocu tehlikeye' dikkat çekti.

Yoksul aile çocukları, ama ailesinin ve çevresinin hatırı sayılır ölçüde ilgisini toplamış ve saygısını kazanmış gençler, tek tek, grup grup yeni oluşan Kurdistan Devrimcilerinin etrafında toplanıyordu. Enerjik, dinamik, sürekli sorgulayan, araştıran yapısıyla Karakoçanlı Mazlum Doğan da Hacettepe Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğrencisi olarak grup içindeki yerini aldı. Sanki artık dışa taşmanın zamanı gelmiş gibiydi. Kemal Pir ilk elden Tuzluçayır mahallesinde faşistlere karşı mücadelede aktif rol alan bir grubu etrafına toplamıştı bile. Belki de bu mücadele tarihinde ilk defa toplu katılım sağlayan insandı Kemal Pir.

 

GRUBUN ÇIKIŞ NOKTASI

 

"Kurdistan sömürgedir" cümlesi grubun çıkış noktasıydı. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi, ezilen halklar ve sömürge ülkelere, sömürgeci egemenlikten kurtularak, bağımsız devlet kurma hakkı da dahil, her düzeyde kendini temsil etme hakkını tanıyordu. “Farklı çelişkiler farklı yöntemlerle çözülür” şeklindeki diyalektik bakış açısı, sömürge konumundaki halkın çelişkisini çözme görevini üstlenecek ayrı bir örgütü de zorunlu kılıyordu. Onun için ayrı örgütlenmek gerekiyordu. Şiddet yani zor, yeni topluma 'ebelik' yapacaktı. Bu da bir ilkeydi. Var olan devrimci sosyalist literatür de bunları kapsıyordu. İşgal, ilhak ve sürekli asimilasyon altında olan bir ulusun kurtuluşu ancak ulusal kurtuluş savaşıyla mümkün olacaktı. Hepsinden önemlisi, çağımız, yani 20. yüzyıl proleter devrimler ve ulusal kurtuluş hareketleri çağıydı ve Kurdistan bu çağın sonuna doğru giderken geriye nadir olarak kalan dört parçaya bölünmüş klasik bir sömürgeydi. Ama Kurdistan’ın sömürge olmasını bir yana bırakalım, ayrı bir halk ve ülke olup olmadığını kanıtlayacak ciddi kaynaklar bile yoktu. Dinci yapılanmalar ve faşistlerin dışında, Türkiye ve Kurdistan neredeyse mevcut statünün sürdürülmesinde ısrar eden sol hareketlerin işgali altındaydı. Beyni ve yüreği işgal edilmemiş tek bir birey dahi kalmamıştı. Sadece sömürgecilik sistemi değil, 1971 geleneğinden uzaklaşan sol da Kurdistan’ın yokluğu üzerinde adeta bir asimilasyon kurumu işlevini görüyordu. Bir yanda parçalanan sosyalist dünya, birbirine giren SSCB, Çin ve Arnavutluk ve Che Guevara esintisiyle şekillenmiş sola ve onların ideolojik-politik duruşlarına karşı ideolojik mücadele; diğer yandan KDP'nin etkisiyle şekillenmiş, daha çok Kürt orta sınıflarına ve egemenlerine dayanarak örgütlenen ilkel milliyetçi yapılanmalar ve bunlara karşı mücadele; yine giderek etkisini arttıran faşist ve dinci örgütlenmelere karşı mücadele gerekiyordu. Bu mücadeleyi koşullandıran ve süreklileştiren ideolojik donanım çalışması, sömürgeciliğe karşı yürütülecek savaşın önkoşulu olmaktaydı. Yani Kurdistan Devrimcilerinin işi oldukça zordu ve bu zorluk da kendisine göre bir kişilik şekillendirmek zorundaydı.

İşte o koşullar, Kurdistan devrimcilerinin başta Önderliği olmak üzere tüm kadrolarına biçim veriyordu. Düşünün: Bir tez ortaya konulmuş; bu “Kurdistan sömürgedir” tezi oluyor. Ama daha dünün katliamlarının, sürgün ve darağaçlarının halen yaşanan müthiş ürküntüsüyle, Kürt toplumundaki insanlar adeta "Bizden uzak durun" diyorlar. Güvenmiyor ve inanmıyorlar. Öyle olunca da, kendi korkularının üzerine gidebilecek gücü kendilerinde bulamıyorlar. Sömürgecilik ya da inkar ve imha sistemi, zaten "Kürtlük ve Kurdistan adına kımıldayan her yaprağın üzerinde sallandığı ağacı kökünden sökerim" diyor. "En son 1938’de Kürt'ü mezara gömdüm, üzerini betonla örttüm" diyor. "Kürt yoktur, kart-kurt sesleri var" deniliyor. Faşistler, zaten adı üzerinde, sadece Kürtlük için değil, demokrasi ve sosyalizm adına çıkacak her oluşumu şiddetle bastırmak için örgütlendirilmişlerdir. Hücrelerine kadar inkarı ve inkarcılığı yaşıyorlar. Kürt dirilişinin ilk taze filizlerini kesmek üzere örgütleniyor ve devrimcilere hayat hakkı tanımamakta kararlı görünüyorlar. Dinciler 'ümmet' bayrağı açmışlar; etnik, siyasal ve inançsal kimlikleri bu bayrak altında toplamaya çalışıyorlar.

Kuşkusuz burada asıl önemli olan solun duruşudur. Sol bizim de içinde yaşadığımız çevrelerde hakim olan düşünüş oluyor. Ama ne yazık ki, daha düşünce düzeyinde bile bize yaşam hakkı tanımak istemiyor. Bunun için dalga geçmekten ciddiye almamaya, aleyhte propaganda yapmaktan neredeyse tecrit koşullarını dayatmaya kadar olumsuz bir duruş sergiliyor; hatta bizi sindirmek için her yolu deniyor. Evinde, sokakta, kahvede, kantinde sürekli bir kıskaç havası egemen kılınıyor. "Kurdistan var mıdır, yok mudur? Varsa o halde tarihini anlatın. Tarihsiz bir ulus olmaz. Milliyetçilik yaparak halklarımızı bölüyorsunuz. Bir örgütseniz, hani bir yazılı belgeniz nerede?" şeklindeki saldırıları içeren konuları ve soruları daha da arttırmak mümkündür. Bulunduğumuz her alanda "Bunlar serseri, lümpen, kaba kuvvetten başka bildikleri yok, ayyaşlar takımı, güvenilmez, hayalperestler, maceracılar" şeklinde propagandalar yapılarak, bizi adım atamaz hale getirmeye çalışıyorlar. İşte bu koşullar ya da daha da derinleştirilmiş biçimleri, küçük grubu ve Önderliğini daha ilk günden itibaren herkesten farklı olmaya götürdü. Yeni bir ütopya, yeni bir yaşamsal duruşu zorunlu kılıyordu. Biz sosyalisttik ve o konularda derinleşmeye ihtiyacımız vardı. Ancak bilgimiz ve tecrübemiz çok sınırlıydı. Sosyalizmin temel ilkelerinin Kurdistan gibi adı sanı belli olmayan bir halk ve coğrafyaya uyarlanması gerekiyordu. Yurtseverlik esas olarak gücünü sosyalizmden alacaktı. Her türlü dar ulusçu, milliyetçi etkiden uzak kalmak için sosyalist olmak, enternasyonalist olmak esastı. Örnek olması açısından, o dönemlerde duvarlara yazdığımız ilk slogan “Yaşasın Bağımsızlık ve Proletarya Enternasyonalizmi” idi.

 

İNSANLIĞIN BULUŞMASI OLARAK PKK GRUPLAŞMASI

 

İdeolojik işte grup bu koşullarda ortaya çıktı ve şekillendi. Bu şekillenişte inanç kesinlikle önde geldi. Önderlik, belki de Ortadoğu insanının ruhani özelliğinin ağır basmasından olsa gerek, inanç yanı ağır basan bir grup yarattı. Bu grup hem Önderliğine ve hem de birbirine güvendi. Sonuna kadar sadık kalmayı esas aldı. Ortak yaşam içinde, aynı mekanda, bir anlamda ruhların birleşmesi çalışması yapıldı. Bu ruh, etnik kimliğin ötesinde, adeta insanın bulunması ve buluşmasıydı. Belki de Önderliğin hemen yakınında bulunan Haki Karer ve Kemal Pir gibi Türk arkadaşların olması bunda rol oynamıştır. Aynı şekilde yaşamı hep doğru insanı aramakla geçmiş olan Önderliğin sosyalizmde insanı bulma kararını kılması, yine Denizler ve Mahirlerin anısını yaşatma tutumu da bunda belirleyici olmuştur. Çünkü Önderlik, daha çıkışının ilk anından itibaren, onların özgürlük özlemlerini gerçekleştirme sözünü vermiştir ve bunu kendi yol arkadaşlarına her zaman hatırlatmıştır. Öncüllerine ve arkadaşlarına layık olma sözü, bu hareketin temel ilkesi olarak böyle şekillendi. İnanç, söz ve söze mutlaka layık olma ilkesiydi bu. Ve bunun için düşüncesi ve yaşamıyla örnek bir duruşa sahip olma ilkesel bir durum haline geldi.

Moskova-Pekin çatışması ve daha sonra reel sosyalizmde yaşanan parçalanma karşısında, grup olarak "SSCB, Çin veya Arnavutluk şöyle doğru, böyle yanlış" gibi bir tutum içerisine girilmedi. Bürokratikleşen sosyalizm, devletle bütünleşen parti, halkçı karakterini yitiren rejim hep eleştirildi fakat hareketin esas gündemi bu değildi. Türkiye ve Ortadoğu devrimlerinin kilidi Kurdistan’da açılacaktı. Bunun üzerinde yoğunlaşmak, başta Kürtler olmak üzere bölge halklarını bu gerçeklikle tanıştırmak gerekiyordu. Bu tanışmanın gerçekleşmesi için tüm araçlar yaratıcı bir tarzda devreye konulmalı ve bu yürüyüşte tedbir asla elden bırakılmamalıydı. Daha ilk günden sistemin kontrolü altına girilmemeliydi. Bunun için dergi, dernek, parti, silahlı eylem gibi araçlara başvurulmamalıydı. Öncülerin söz ve yaşam gücü haline gelebilmesi için sosyalist bir zihniyetle donanması gerekiyordu. Kendini anlatma ve kabul ettirme ancak dil gücü ve örnek bir yaşam duruşuyla mümkün olacaktı. Onun için okumak araştırmak, düşünsel genişlik içinde insan kazanmak ve bu temelde en geniş topluluklara ulaşmak gerekiyordu. Bundan dolayı grupsal ve bireysel eğitimler önemliydi. Grubun tüm üyeleri okumak gibi bir zorunlulukla karşı karşıyaydı. Evlerde ve yurtlarda üçer, beşer kişilik eğitim grupları oluşturuldu. Bunun dışında zaman zaman Önderliğin yaptığı 15-20 ya da daha fazla kişinin katıldığı grup toplantılarında, Kurdistan ve sömürgecilik tarihine ve devrimci çözüme ilişkin konular işleniyordu. Bu toplantılarda ortak düşünce oluşuyordu. Bu toplantılar, Bolşeviklerin ideolojik yayın organı Iskra'nın rolünü görüyordu. Bu toplantılara katılan herkes, gittiği her yerde aynı şeyleri söylüyordu. Bu durum diğer sol grupları şaşırtıyordu. "Bir derginiz ve kitabınız yok, ama hepiniz aynı şeyi söylüyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz?" diye soruyorlardı. Kısacası ideolojik birlik son derece önemliydi. Özellikle Ankara'daki başlangıç döneminin teorik araştırma ve inceleme dönemi olarak tanımlanması da buradan kaynaklanıyordu. Bu konuda Mao'nun bir cümlesini kendimiz bir ilke olarak ele alıyor, "Araştırma yapmayanın konuşma hakkı yoktur" diyorduk.

Kürtlere ve Kurdistan tarihine ilişkin olarak Bazil Nikitin’in “Kürtler” ve Minorsky’nin “Çağdaş Kurdistan Tarihi” gibi kitapları elimizdeki sınırlı kaynaklardandı. Tarih konusunda ortada başka kitap yoktu. Daha sonra Yaklaşım Yayınları adı altında yayınlanan, bir tarih dizisi olarak sıraya konan ve bizim tarafımızdan Kurtuluş örgütünün imkanlarıyla illegal olarak basılan ve sadece kendi yapımız içerisinde dağıtılan M. Emin Zeki’nin “Kurdistan Tarihi” kitabı vardı. Ksenofon’un “Anabasis” kitabı ve “Heredot Tarihi” de bizim için birer kaynak gibiydi. Bir ara Mazlum Doğan arkadaş Genelkurmay başkanlığına ait olan ve Kürt isyanlarını konu alan bazı belgelere ulaşmıştı.

Bunlar düşman gözüyle de olsa, en azından yakın tarihimizin bir yüzüne bir parça ışık tutuyorlardı. Korkunç imkansızlıklar ortamında bunları ciddi birer imkan olarak görüyorduk.

 

TEZİMİZİ DOĞRULAYAN ÇOK ÖNEMLİ BİR KANIT

 

Hiç unutmuyorum; Siyasal Bilgiler Fakültesinden Antepli bir öğrenci, Cezayir'de çıkan bir gazetede yer alan Eritreli öğrencilerin uzunca bir mektubunu Türkçeye çevirmişti. Eritre, Etiyopya'nın bir sömürgesiydi. Bizler Türkiyeli sol gruplarla tartıştığımız zaman, "Türkiye'nin kendisi zaten yarı ya da yeni sömürge bir ülkedir. Böyle bir ülkenin nasıl sömürgesi olabilir?" diye sürekli karşı çıkıyorlardı. Onlara kalırsa, sömürgeler ancak denizaşırı ülkeler için geçerli bir tanım olabilirdi. Oysa tercüme edilen yazıda adı geçen Etiyopya bir yarı sömürgeydi ve Eritre gibi bir sömürgesi vardı. Bu örnek tezimizi doğrulayan çok önemli bir kanıt durumundaydı. Bu yazıyı kitaplaştırdık ve bütün arkadaşlara dağıttık. Bizim için önemli bir eğitim materyali de oldu. Daha sonra kitap olarak Yöntem Yayınları arasında çıktı.

Bütün bunların yanı sıra, temel sosyalist öğretinin özümsenmesi için grup eğitimlerinde okunup tartışılacak 15-16 kitaplık bir listemiz vardı. Politzer'in “Felsefenin Temel İlkeleri” kitabıyla başlayan bu kitap dizisi tüm grupların ortak eğitim kaynaklarıydı. Bunların dışında Çin ve Vietnam devrim deneylerini anlatan kitaplar, Afrika'daki ulusal kurtuluş hareketleri ve Küba Devrimini anlatan kitaplar önemli araştırma ve seminer konusu olan kaynaklardı. Arnavutluk Emek Partisi Tarihi, SBKP, ÇKP, Vietnam İşçi Partisi tarihi kitapları da temel kaynaklarımız içindeydi. “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”, “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu” gibi Marksist-Leninist kitaplar da kaynaklarımız arasındaydı. Engels ve Lenin'in hemen hemen tüm eserleri okuduğumuz temel kitaplar oluyordu.

Eğitimlerimiz, o dönemin bakış açısının içerdiği zaaflara rağmen, bize insanlık tarihi hakkında bütünlüklü bir anlayış kazandırıyordu. Kısacası Kurdistan Devrimcileri denilen grup içinde yer alan her kişi, kısa süre içinde, belki de en fazla bir yıl içinde, o dönem temel olarak tespit edilen en az 100 kitap okuyup bir tartışma düzeyine gelmekle karşı karşıyaydı. Düşünsel birlik işte böyle yaratılıyordu.

Grup sohbetleri ve tartışmalarında ortak ruh geliştirilirken, ideolojik grubun şekillenmesi neredeyse 1975’in sonlarında tamamlanıyordu. Artık grup kendi düşüncesini her alanda yayacak duruma gelmişti. Olgunlaşan düşünceler örnek davranışlara, ilişkiler ve eylemlere dönüşüyordu.

İncil kitabında geçer: İsa, geçimini balık avlamakla geçiren ve sonradan havarilerine katılacak insanlara, "Siz yine kendi mesleğinizi sürdüreceksiniz; ama bu sefer balık değil insan tutacaksınız" der. İnsan kazanmak, insanların kalplerini ve kafalarını fethetmek, daha da ileri gidip kalpleri ve kafaları değiştirmek, ortaya çıkan her ideolojik akımın yaptığı temel çalışmadır. Bizim için de bir insan kazanmak ve Kurdistan Devrimcilerinin bir üyesi veya çevresi haline getirmek önemliydi. Onun için yüzlerce kilometre yol tepilebilir, insanlarla günlerce konuşulup tartışılabilirdi. Kemal Pir'in söylediği gibi, bir insan kazanmak için gerekirse üç saat, gerektiğinde üç yüz saat konuşulurdu. Aç susuz kalmak, yorgun ve uykusuz olmak hiç önemli değildi. Önemli olan yeni bir insan kazanmak ya da Kürt sorununa karşı duyarlı hale getirmekti. Bir arkadaş anlatıyordu: “Ankara'da Anıttepe’deki eve gitmiştik; bodrum katında ön ve arka iki kapısı olan bir daireydi. biz üç kişiydik. Evde de Önderlik, Haki ve birkaç arkadaş daha vardı. Bize ‘hoş geldiniz’ dediler. ‘Biraz konuşup tartışmak istiyoruz’ dedik. Önderlik, ‘acele etmeyin, birkaç gün kalabilirsiniz, bu süreçte tartışırız’ dedi ve herkes işine koyuldu. Kitap okuyorlardı. Önderlik ‘siz de kitap okuyun’ dedi. Eritre Kurtuluş Mücadelesi ve birkaç kitap daha getirdi. Çok kitap vardı. Onları gösterdi, ‘İstediğinizi okursunuz’ dedi. Akşam Önderlik yemek yaptı. Haki, odayı süpürüp, ortalığı toparlayıp bulaşıkları yıkadı. Sonra yine kitap okuma faslı başladı. Gecenin ilerleyen saatlerinde, sanırım Ankara dışından Kemal Pir geldi. Merhabalaşıp hemen sohbete başladı. Sabah otobüse binmiş, gece yarısı eve gelmiş ve hemen sohbete başlamıştı. Sohbet sabaha kadar sürdü. Biraz yatılıp birkaç saatlik uykudan sonra kahvaltı yapıldı. Akşama kadar süren bir sohbet daha gerçekleştirildi.

Bu fasıl diğer akşama kadar sürdü. " Yol yorgunu Kurdistan Devrimcisi, düşünce yoğunlaşması ve aktarımıyla dinleniyor, yatarak değil. Ve eğer bu bir insan kazanmayı sağlıyorsa, en büyük eylemini gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyor.

DEVAM EDECEK...

(*) PKK kurucularından Ali Haydar Kaytan'ın, PKK’nin 30’uncu kuruluş yıl dönümü için Serxwebun tarafından yayınlanan özel sayıdaki değerlendirmelerinden derlenmiştir.