Türk devletinin yüzyıllık politikası: Tecrit ve asimilasyon

Abdülhamid’in “Kürtleri kendi içimizde yoğurup, eritip, kendimize mal etmemiz lazım” sözünden de anlaşılacağı gibi, Kürtlere yönelik kimliğin yok edilmesi süreci günümüze kadar bazı değişiklikler göstermiş olsa da her koşulda devam etti.

TECRİT VE ASİMİLASYON

Türk devleti, kuruluşundan itibaren Kürtler ve Kürdistan üzerinde uzun süreli bir asimilasyon ve tecrit politikası izledi ve izlemeye devam ediyor. Bugün yaşanılanların temelleri aslında yüz yıl öncesine dayanıyor.

Kürtlere yönelik toplum mühendisliği ve toplum kırım uygulamaları, Cumhuriyet’in ilk yıllarına ve hatta Osmanlı’nın son dönemlerine kadar uzanıyor. Kürtlerin, Türkler arasında ‘eritilip, onlara mal edilmesi’ hedefinin tam olarak gerçekleştirilememesinin nedeni, Kürtlerin tarihinin bir direniş tarihi olmasından kaynaklanıyor.

Yaşamın her alanına indirgenen bu tecrit uygulamasının en önemli ayağını ise gündelik dilin ve geleneklerin yok edilmesi ya da Türkleştirilmesi oluşturuyordu. Kürt diline yönelik uygulanan asimilasyon çabasının en belirgin özelliği ise, gündelik kullanıma bazı Türkçe kelimelerin konulması ve Kürtçe bazı kelimelerin dezenformasyona uğratılmasıydı.

Abdülhamid’in “Kürtleri kendi içimizde yoğurup, eritip, kendimize mal etmemiz lazım” sözünden de anlaşılacağı gibi, Kürtlere yönelik gündelik hayatın ve kimliğin yok edilmesi süreci günümüze kadar bazı değişiklikler göstermiş olsa da her koşulda devam etti.

Toplumsal yaşamda Kürtçenin yasaklanması, Kürtlerin ulusal kıyafetlerinin engellenmesi, Kürtçe ezgilerin Türkçeleştirilmesi, Kürt tarihinin Türkleştirilmesi ve tarihi Kürt kişiliklerinin Türk olarak yansıtılması izlemiştir. Türkiye tarihinde Kemalist modernleşme modelinin en önemli ayaklarından birini oluşturan Halkevlerinin ilk açıldığı yerlerden birinin Amed olması da bunun göstergesidir. Günümüzde, İmralı’dan başlayarak tüm topluma yayılan tecrit uygulamalarının ilk adımlarının atıldığı Osmanlı’nın son yıllarında, Osmanlı’yı yıkmak için kurulan ve onun için mücadele eden İttihat ve Terakki’nin, Kürtler söz konusu olunca aynı politikaları izlediğini de görebiliriz.

İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN KÜRT POLİTİKALARI

Türk devleti, toplum mühendisliği modelini en iyi uygulayan birkaç ulus devletten biridir. Kürtlere yönelik uyguladığı ve en ince ayrıntısına kadar düşünülen toplum mühendisliği süreci, Kürtleri tamamen yok etme, onları Türk kimliği içinde eritme çabasının uzun vadeli bir plan olduğunu gösteriyor ve bu plan cumhuriyet öncesine kadar uzanıyor.

İttihat ve Terakki’nin önemli adamlarından ve Türk milliyetçiliğinin öncülerinden Kürt Ziya Gökalp, Cumhuriyet öncesinde Kürt aşiretleri üzerinde yaptığı araştırmalarda, Kürtlerin nasıl asimile edileceğini ve Kurdistan’ın adım adım nasıl Türkleştirilmesi gerektiğini İttihat ve Terakki merkezine raporlarla bildirmişti. Ancak, Ziya Gökalp’e geçmeden önce Kürtlerin kendi içlerinde bölünmesi için yapılan önemli adımlardan biri de kısaca ele alınmalıdır. 1890'ların sonlarında, Osmanlı, Kürt beylerini ve aşiretlerini Osmanlı’ya karşı tutmamak amacıyla Kürtlerden oluşan ve Osmanlı’ya bağlı bir güç oluşturdu. Bu gücün adı Hamidiye Alayları'ydı ve 63 alay ile 32 bin kişilik bir güçten oluşuyordu. Uzun süre faaliyet gösteren Hamidiye Alayları, özellikle Osmanlı’ya karşı çıkan Kürt beyleri, mirleri ve aşiretlerine karşı kullanıldı.

Gelelim Ziya Gökalp ve İttihat ve Terakki’nin Kürt politikalarına; İttihat ve Terakki adına çalışan Ziya Gökalp, Kürtler üzerine yaptığı araştırmalar sonucunda yayınladığı raporlarda, İttihat ve Terakki’nin Kürt politikasının üç aşamada şekillendiğini belirtmiştir. Bu aşamalar şu şöyle sıralanabilir:

  1. Etap: Sorunun tanımlanması
  2. Etap: Kürdoloji çalışmaları ve araştırmalar
  3. Etap: Kürt nüfusunun dağıtılması

Ziya Gökalp, Amed Suriçi'ni Türk olarak kabul ederken, çevresindeki alanı Kürt aşiretleri üzerinden Kürt olarak değerlendirir. Gökalp, aşiretleri birer hastalık olarak tanımlar ve “Köylülerimiz ekseriyetle Kürd kavmine mensup cahil ve aşiret ahlakıyla me’luftur” der. Aşiretlerin gücünü hastalık olarak gören Gökalp, çözüm olarak da Kürtçenin yaşamdan koparılmasını önerir. Gökalp, bu süreci “Mahkeme üyelerinin bölge insanından seçilmemesi, arazi sahiplerinin memuriyete alınmaması, mahkemelerde Türkçe konuşma zorunluluğu ve Türk ile Türkçe öğreten okulların açılması” diye açıklar.

CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KÜRTLERE YÖNELİK POLİTİKA

İttihat ve Terakki’nin Kürtler ve Kurdistan konusundaki politikaları, 1924 Anayasası’nın kabulü ile belirgin bir öze dönüş yaşadı. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Kürtler ve Türkler, Türkiye’nin kurucu halkları olarak kabul edilirken, 1924’ten sonra bu söylem değişmeye başladı.

Kürtlerin tecrit altına alınması; toplumsal ve kültürel olarak yok edilmesi çabalarının başlangıcı, 1925’teki Şeyh Said İsyanı sonrası gündeme gelen Şark Islahat Planı’na kadar uzanıyor. Plan, 25 Eylül 1925 itibarıyla uygulanmaya başlandı ve Kürtlerin Türkleştirilmesi için devlete bir yol haritası sundu. Şark Islahat Planı’na giden süreçte, 1923 yılı içinde bir yol ayrımı yaşandı. Mustafa Kemal, Ocak 1923’te Kürtlere özerklik verilmesini savunsa da aynı yıl yapılan seçimlerde Kurdistan vekillerinin merkezden seçilmesine karar verildi. Seçimlerin ardından devlet kadrolarından Kürtler çıkarıldı, Türkçe konuşma zorunluluğu getirildi ve resmî belgelerde Kürt ve Kurdistan kelimeleri yasaklandı. 1924 yılı itibarıyla, resmî kurumlarda Kürtçe konuşmak yasaklandı.

Şark Islahat Planı ve 1925'te kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu ile, Türk devleti Kurdistan’daki toplum mühendisliği çalışmalarına hız verdi. Plan kapsamındaki uygulamalar şunları içeriyordu:

-Kurdistan’da sürekli sıkıyönetim

-Kurdistan’a Türklerin yerleştirilmesi ve Türkleştirme çalışmalarının hızlandırılması

-İsyancı olarak adlandırılan kişilerin ve ailelerinin sürgüne gönderilmesi

-Kürtçenin tamamen yasaklanması

-Kürtlerin gündelik hayatında giydiği kıyafetlerin yasaklanması

-Asimilasyon için öncelikli olarak kadınların Türkleştirilmesi

-Kürtlere ait sembol ve simgelerin yok edilmesi veya Türkleştirilmesi

Günümüzden baktığımızda, Şark Islahat Planının değiştirilerek uygulandığını da görebiliriz. Halen Kürtçenin yasak ve bilinmeyen bir dil olarak kabul edilmesi, Kürt ulusal kıyafetlerinin engellenmesi ve giyenlerin tutuklanması vb. gündelik hayat içerisinde Kürde dair ne varsa yok edilmek istenmeye devam ediyor.

Cumhuriyetin Kürt politikası ise 3 aşamalı bir yöntem izliyordu:

1) Kültür mirasını yok etmek, ihmal etmek

2) Mülksüzleştirme üzerinden sermayeyi yerel unsurlara kaydırmak (Türkleri yerleştirip, onları yerel unsur olarak göstermek)

3)Yeni duruma uygun bir tarih yazımı ve mekân yaratımı

KÜRT AŞİRETLERİ ÜZERİNDEN BAŞLAYAN ÇALIŞMA

Osmanlı ve İttihat Terakki'nin en çok ilgilendiği konulardan biri, Kürtlerin aşiret ve aile bağlarının güçlü olmasıydı. Kürtleri aşiret bağlarından ve bu bağların getirdiği ‘tehlikelerden’ arındırmak amacıyla Osmanlı döneminde başlatılan en önemli projelerden biri, Kürt aşiretlerinden devşirilen ve PKK’nin kuruluşu ile koruculuk sistemi adıyla yeniden hayata geçirilen Hamidiye Alayları'ydı. Hamide Alayları ile Kürtleri Kürtlere kırdırmayı hedefleyen Abdülhamid’in projesi çok başarılı olamayınca, bunu eleştiren İttihat Terakki liderleri, bunun yerine daha kapsamlı ve zamana yayılan bir projenin adımını da attılar.

Ziya Gökalp önderliğinde geliştirilen bu yeni projenin ilk adımı, Kürtleri tanımak ve ‘sorun’ olarak görülen noktaları tespit etmekti. Gökalp ve ekibi, Kürt aşiretlerinin güçlü bir şekilde birbirine bağlı olduğunu ve bu bağların kolayca koparılamayacağını fark etti. İlk adım olarak, bir Aşiret Nizamnamesi yayınlandı. Bu nizamname, aşiretlerin tamamen kayıt altına alınmasını ve isyan potansiyeli taşıyan kişi ve aşiretlerin ilk aşamalarda yok edilmesini hedefliyordu.

Gökalp, “Aşiretleri cerrahi bir operasyon ile milli bünyeden kesip atmak mümkün değildir” diyerek, bunun yerine uzun vadeli asimilasyon ve benzetme politikalarının uygulanması gerektiğini savundu. Gökalp, “Bu zararlı urları (Kürt aşiretleri) bir münasip tedavi tatbikiyle zehirden ve vehametten (tehlike) tecrid ederek, evram-ı selime (iyi huylu ur) haline getirmek gerekir” der. Bunun için, göçebe ve yarı göçebe Kürt aşiretlerinin tespit edilip kayıt altına alınması, alanlarının daraltılarak tecrit altına alınması gerektiğini belirtir. İttihat Terakki, Kürtleri asimile etme ve toplumsal kırımdan geçirme çalışmalarına 1913 yılında, iktidarı tamamen ele geçirmeleriyle hız verdi. Kürtlerle ilgili sosyolojik araştırmalara önem veren İttihatçılar, Kurdistan’ın tamamında “Bir kaza dahilinde içtima-i teşkilat” adıyla bir sosyolojik anket yaptırırlar. 13 Mayıs 1913’te ise Kürtlerin asimilasyonu için İskân-ı Muhacirin Nizamnamesi kabul edilip yayımlanır.

DÜNYA SAVAŞI İTTİHATÇILAR İÇİN FIRSAT OLDU

İktidarı ele geçirdikten bir yıl sonra, 1914 yılında patlak veren 1’inci Dünya Savaşı, İttihatçıların Kürtleri asimile etme politikaları için büyük bir fırsat sunar. Rusya’nın, Ermenistan üzerinden Kurdistan’a girmesiyle birlikte birçok Kürt ailesi, yaşadıkları toprakları bırakarak İç Anadolu’ya göç etmek zorunda kalır. Bu göç hareketini kendi politikaları için kullanan İttihatçılar, Kürtlerin asimilasyonu ve tecridi amacıyla göç eden Kürtlerin belirli bölgelerde toplanmasını yasaklar ve Kürtleri Anadolu topraklarına dağıtır.

14 Mart 1916 tarihinde kurulan Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti-i Umumiyesi (AMMU) teşkilatı ile göç ve iskân çalışmaları hızlandırılır. Talat Paşa’nın imzasıyla yayınlanan üç tamim ile AMMU, toplum mühendisliğinin merkezi haline getirilir. Talat Paşa’nın yayınladığı emirlerden en dikkat çekeni, Kurdistan’dan göç eden Kürtlerin Türkiye topraklarına dağıtılması ve Kurdistan’a Türklerin yerleştirilmesi emri olur. Talat Paşa, Kurdistan’ı ‘Türkleştirilmek istenen bölge’ olarak işaretlemiştir.

6 Mayıs tarihli Talat Paşa imzalı tamimde, “Kürd unsurlarının ıslahı ve nefi uzuv (yararlı uzuv) haline getirilmesi için Anadolu’da ‘tayin edilen iskan mıntıkalarına’ sevk edilmesi” emredilmiştir.

1917 yılında, Rusya Kurdistan topraklarından geri çekildiği halde, Kürtlerin kendi vatanlarına dönmesi yasaklanır ve Kürtlerin boşalttığı alanlara Türkler yerleştirilir.

KÜLTÜRÜ YOK ETME ÇABALARI: TÜRK OCAKLARI, HALKEVLERİ

1925 yılı, İttihatçılar ve onların Kurdistan politikaları açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Şeyh Said İsyanı'nın ardından, gözler Kurdistan’a ve onun başkenti sayılan Amed’e çevrilir. Ziya Gökalp’ın raporları ve araştırmaları doğrultusunda, Kurdistan’ın başkenti bir Türk şehri olarak yeniden dizayn edilmek istenir. Şeyh Said isyanından hemen sonra, Şeyh Said ve arkadaşlarının Dağkapı Meydanı'nda idam edilmesinin ardından kısa bir süre içinde Amed’te Türk Ocağı açılışı yapılır ve cumhuriyetin liderleri, Amed’in bir Türk şehri olduğu vurgusunu yapmaya başlar.

1931 yılında Mustafa Kemal, 1935 yılında ise İsmet İnönü, Amed’e düzenledikleri geziler sırasında, Amed’in bir Türk şehri olduğunu sıklıkla belirtirler. 1939 yılında Birinci Umumi Müfettişlik tarafından yayımlanan bir kitapta ise Amed için şu ifadeler kullanılır: “Temeli Türkler tarafından kurulan, en küçük taşından en büyük burcuna kadar soyu sopu Türkoğlu Türk olan Diyarbakır, dün olduğu gibi bugün de doğunun büyük bir kültür merkezi ve Türklüğün kutsal yuvasıdır.”

Amed, cumhuriyetin liderleri için, Kürdün asimilasyonu açısından bir prototip olarak görülirve Kürdistan’da ilk Türk Ocağı ve ilk Halkevleri Amed’de açılır. Kurdistan’da açılan Türk Ocaklarının temel görevleri ise şunlardır:

1: Millete Türk olduğunu öğretmek
2: Türkçeyi öğretmek
3: Türk milletperverliğini telkin etmek
4: İlmin tarif ettiği şekilde, Türk milletini, harsı ve Türklüğü kuvvetlendirmek
5: Sosyal hayat icabatını kökleştirmek
6: Milleti, cumhuriyetin aşığı haline getirmek

Mehmet Emin Erişirgil, 1927 yılında, Hayat dergisinde yazdığı bir yazıda Türk Ocaklarının Kurdistan’daki görevlerini şöyle açıklar: “Şark vilayetlerinde milli vahdeti sağlamlaştırmak, Türk harsını, hakiki ve temiz Türkçeyi neşretmek hususunda Ocaklar çok mühim bir faaliyet sahasıdır”

Kurdistan’da asimilasyonun bir diğer adımını ise Halkevleri oluşturuyordu. Amed’de açılan Halkevi, Türkiye’de açılan ilk Halkevlerinden biriydi. 1932 yılında açılan Halkevlerinde Kemalist modernleşmenin bütün propagandası halklara anlatılıyor, halkın Kemalist modernleşmenin bir aracı olarak yaşamasını sağlamaya çalışıyorlardı. Amed merkezden sonra, Silvan, Ergani, Çermik, Lice ve Çınar’da da halkevleri, mahallelerde ise halk odaları açıldı. Ancak, halkevlerinin merkezden yönetilmesi ve Kürt toplumuna Türklüğü dayatmasından kaynaklı, Kürt halkı halkevlerine devletin beklediği ilgiyi hiçbir zaman göstermedi.

GÜNEŞ-DİL TEORİSİ VE DEVAM EDEN KÜRTÇENİN ASİMİLASYONU POLİTİKALARI

Kemalistlerin, Kürtler üzerindeki toplum mühendisliği çalışmaları sadece Türk Ocakları, Halkevleri, Kürtleri Kurdistan’dan sürme ve Türkleri Kurdistan’a yerleştirme çalışmalarıyla kalmadı. Kemalist iktidar, Halkevleri ve Türk Ocakları ile bekledikleri değişimi alamadıklarından, 1930’ların ortalarında Güneş-Dil Teorisini ortaya attılar. Tüm dillerin Türkçeden geldiğini ve Türkçe’nin temel dil olduğunu varsayan bu teorinin uygulanma sahalarından en önemlisi ise yine Kurdistan oldu.

Türklerin bir ulus olduğu ve bir ülkesinin olduğu, bu sınırlar içerisinde Türkçe konuşulduğunu ispat etmek için ortaya atılan Güneş-Dil Teorisinin uygulanma sahası ise, Osmanlı’dan beridir Kurdistan ve Lazistan olarak bilinen bölgeler oldu. İki bölgede de halkın dillerini kullanmasını yasaklayan, devlet kurumlarında hiçbir biçimde halkın kendi diliyle iletişim kurmasına izin vermeyen iktidar, özellikle Kürtçenin gündelik hayat içerisinde de kullanılmasını engellemek için, Kurdistan’da yoğun baskılar uyguladı. Türkçeyi her yere yaymak ve bu teorinin doğruluğunu ispat etmek için uğraştı. Ancak, dünya çapında özellikle dilbilimciler tarafından kabul edilmeyen ve ciddiye dahi alınmayan bu teoriden bir süre sonra resmi olarak vazgeçildi. 1940’lı yılların başında resmi olarak Güneş-Dil Teorisinden vazgeçilmiş olsa bile, Kürtler üzerindeki baskılar hiçbir zaman bitmedi.

Güneş-Dil Teorisi üzerinden başlayan asimilasyon ise, günümüzde farklı bir boyut ve şekilde devam ediyor. Kürtçenin tamamen asimile edilemediğini fark eden devlet aklı, bu sefer de Kürtçe içerisindeki bazı kelimeleri Türkçenin gündelik konuşma diline yedirerek, Kürtçenin unutulması ve kelimeler üzerinden dejenere edilmesine hizmet etmeye çalışıyor. Günümüzde, 'dewamke', 'bro' gibi kelimelerin gündelik hayat içinde kullanılması, Kürtçeden çok, devşirilen farklı bir dilin yaratılması çabalarından biridir ve bu asimilasyon süreci devam etmektedir.

SOYADI KANUNUYLA ASİMİLASYON

Güneş-Dil Teorisi ile aynı dönemde; Kemalist iktidar, 2 Temmuz 1934’te Resmî Gazete'de yayımlayarak Soyadı Kanunu'nu çıkardı. Her ne kadar Soyadı Kanunu bir modernleşme projesi olarak tanıtılsa da bu kanunla özellikle Kurdistan'daki aşiretlerin dağıtılması ve herkesin kayıt altına alınması amaçlanıyordu.

Kanunun çıktığı dönemdeki gazetelerde, "Artık kimse sınıf farkı ile anılmayacak, herkes istediği soyadını alacak" ifadeleri yer alıyordu. Ancak bu müjde, yalnızca Türkler için geçerliydi; Kürtler ve diğer halkların kendi dillerinde soyadı alması yasaktı. Soyadlarının "Öz Türkçe" olması zorunluydu. Soyadı Kanunu ile verilen nüfus cüzdanlarında ise neredeyse tüm Kürtlerin doğum günü 1 Ocak olarak kaydedildi ve kişisel tarihleri silinmek istendi. Kürtlere soyadı verilirken, Kürtlerin önerdiği hiçbir soyadı kabul edilmedi ve çoğunluğuna Türklük vurgusu yapılan soyadları verildi. Soyadı Kanunu ile verilen bazı soyadlarına, "Türk, Öztürk, Türkmen, Oğultürk, Türkoğuz, Cantürk, Şentürk, Türköz, Öztürkaslan, Aslantürk, Doğantürk, Türkdoğan" gibi örnekler verilebilir.

Toplum mühendisliği ve sonrasında geliştirilen etnisite mühendisliği ile başlayan bu süreç, İttihat Terakki'den Kemalist Cumhuriyet'in kadrolarına kadar devam etti. Kürtler hem kültürel hem de siyasi olarak bir tecridin içinde yaşamaya ve mücadele etmeye devam etti. Kemalist Cumhuriyet'in ve İttihat Terakki'nin Kürtler üzerindeki toplum mühendisliğini dönemin önemli İttihatçılarından Dr. Nazım şöyle anlatıyordu:

"Biz bu inkılabı ne için yaptık? Gayemiz neydi? Sultan Hamid ve arkadaşlarını oturdukları koltuktan kaldırıp yerlerine oturmak için mi? Ben bunun böyle olduğunu zannetmek istemiyorum. Ben, Türklüğü ihya etmek için size arkadaş, yoldaş, kardeş oldum. Ben Türk’ün, yalnız Türk’ün yaşamasını ve bu toplulukta müstakil bir hakimiyet sahibi olmasını istiyorum. Türk’ten başka unsurlar mahvolsun. Hangi dinde ve mezhepte olurlarsa olsunlar bu diyarı Türk’ten başka unsurlardan temizlemek lazımdır. Dinin benim nazarımda bir kıymeti yoktur. Benim dinim Turan’dır. Tam temizlik, kesin imha yapılmazsa yazık olsun bizlere! Bugün oturduğumuz yerlerde oturamayız. Yarın kollarımızdan tutar atarlar, atmakla kalmazlar, öldürürler. İnkılap merhamet bilmez. Yalnız yaşatmak istediği gayeyi düşünür, mâni ve engel varsa yıkar, yakar, kaldırır."