Doğu: Kadınlar çözüm sürecine el uzatmalı

KJK Yürütme Konseyi Üyesi Çiğdem Doğu, “Kadınların toplumsal sürecin merkezine yerleştirilmesini sağlamak, barışın inşasında kritik bir adımdır. Kadınların bu süreci sahiplenmesi bir varlık sorunudur” dedi.

ÇİĞDEM DOĞU

Kürt sorununun çözümü ile kadın sorununun çözümü arasında doğru bir orantı olduğuna dikkat çeken Çiğdem Doğu, “Çözüm toplumsallaştıkça daha kalıcı hale gelecektir. Kadınlar ikna olursa, barışırsa, tüm toplum barışacaktır. Umut, kadınların örgütlü iradesinde ve mücadelesindedir” diyerek toplumun her kesiminden kadınlarla bir araya gelip kadın perspektifi oluşturulması gerektiğini söyledi.  

Suriye’de kadın mücadelesinin ve iradesinin ortaya çıkmasının çok önemli olduğunu belirten Doğu, Bu nedenle, ittifakları da aşan, bütünleşme ve birleşme sağlayan bir kadın hareketi gereklidir. Hangi halktan, dinden veya mezhepten olursa olsun, kadınlar birbirleriyle deneyimlerini paylaşmalı ve ortak bir mücadele geliştirmelidir. Suriye’nin geleceğini kadınlar da belirlemelidir. Kuzey ve Doğu Suriye modeli Suriye'nin geneline yayılmalı ve bu kadın devrimi tüm Suriye'ye mal edilmelidir. Suriye'nin demokratikleşmesi de ancak buradan geçer.

Medya Haber Tv’nin yeni Suriye’nin inşası ve Önder Apo’nun geliştirmek istediği çözüm sürecinde kadınların rolüne dair KJK Yürütme Konseyi Üyesi Çiğdem Doğu ile yaptığı değerlendirmeler özetle şu şekilde: 

Önder Apo’yla bir aile ziyareti kapsamında görüşme olmuştu. Ardından DEM Partili milletvekillerinden oluşan heyet gitti ve çok önemli görüşmeler gerçekleştirdi. Önderlikten bir sesin gelmesi, değerlendirmelerinin bizlere ve halklara ulaşmasının bu süreç açısından en anlamlı ve önemli gelişme olduğunu belirtmek istiyorum. Çok kritik bir gelişme olmuştur.

Önder Apo'yu ve onun Türkiye'nin 21. yüzyılda yeni, demokratik ve özgür bir Türkiye'ye doğru ilerlemesi açısından attığı bu tarihsel adımı selamlamak istiyorum. Elbette ki çok tartışılması gereken bir süreç yaşanıyor ve bu süreç herkes tarafından tartışılıyor. Türkiye kamuoyunda, basın dünyasında, siyaset çevrelerinde, sokaktaki insanlar arasında geniş bir tartışma yürütülüyor ve elbette ki partimiz de bu süreci ele alıyor.

Parti yöneticilerimiz gerekli açıklamaları yapıyor ve daha da yapılacak. Süreç daha fazla tartışılacaktır. Çünkü bu süreç, tek taraflı veya tek yönlü ele alınmaması gereken bir süreçtir. Barışın hemen sağlanacağı gibi kolaycı yaklaşımlar doğru değildir. Bu süreç, mücadeleyle ilerletilmesi gereken bir süreçtir. Şunu özellikle belirtmek isterim. Kürt sorunu, oldukça çetrefilli bir süreç ve özellikle Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan itibaren yaşanan 100 yıllık bir süreci kapsamaktadır. İnkar ve imha politikalarıyla yürütülen bu süreci biz bir Kürt soykırımı olarak ifade ediyoruz.

Bu 100 yıllık süreç, üst üste binmiş birçok katmanı barındırmaktadır. Önderliğimiz de bu süreci çok katmanlı olarak değerlendiriyor. Tarihsel arka planı ile güncel gelişmeler üst üste binmiş durumda ve bu süreç, krizlerin birikerek derinleştiği bir sorunu ifade ediyor.

Dolayısıyla hem Kürt sorunu hem de Ortadoğu’daki genel sorunlar oldukça karmaşık bir hal almıştır. Bu tarihsel ve güncel gerçekliklere ek olarak, Üçüncü Dünya Savaşı realitesini de hesaba katmak gerekir. Böylesi bir savaş gerçekliğinin çok daha kritik bir hal aldığını ifade edebiliriz.

En başta vurgulamak istediğim nokta şudur ki; bu sorun, öyle "çözdüm" demekle çözülecek bir konu değildir. Gerçekten çok büyük bir titizlik, ciddiyet, sorumluluk, tutarlılık ve en önemlisi belirli bir paradigma ile ele alınması gereken bir meseledir. Biz Önderliğimizin bu konuyu 90'lı yılların başından itibaren böyle ele aldığını biliyoruz. O dönemde de Önder Apo, çözüm için bir muhatap aradığını dile getirmişti ve son görüşmelerde de "ben hala 90'lı yıllardaki yerimdeyim" diyerek, hem çözüm ve barış isteğini ifade etmiş hem de sürecin bir muhatap gerektirdiğini vurguladı.

GELİŞMELER SÜRECİN ŞEKİLLENMESİNİ SAĞLAYACAKTIR

Bu nedenle süreci hangi açıdan ele alırsak alalım, bu mücadele titizlik, tutarlılık, ciddiyet ve disiplinle ele alınması gereken bir süreçtir. Elbette ki -AKP şu an iktidarda olduğu için belirtiyorum-, AKP bu sürecin bir parçasıdır, ancak Kürt sorununun tek muhatabı olarak ele alınamaz. Bu konuyu ayrıca değerlendirmek gerekir, ancak şu an için AKP’nin ısrarla sürdürdüğü "tanımama" yaklaşımı göz önüne alındığında, insan şunu düşünüyor. Kürt sorunu derken, yıllardır Kürt halkı inkâr edilmedi mi? Kürt dili inkâr edilmedi mi? Kürt kimliği yok sayılmadı mı?

Yıllarca süren savaş süreci de inkâr edildi. Şimdi sürekli "teröristler" söylemiyle bir algı oluşturuluyor. Ancak şu gerçek unutulmamalıdır. Bu kadar büyük bir zulme ve soykırımcı saldırılara karşı Kürt halkı bir direnme savaşı yürütmüştür. Bu mücadele, kendini savunma savaşıdır. Bundan daha meşru bir mücadele gerçekliği olamaz. Ancak bu da "terörist" yaftasıyla hedef alınarak, savaş süreci dahi inkâr edilmiştir.

Önderlik şu an bir süreç geliştirmek istiyor. Ortaya çıkan gelişmeler, mevcut durumun getirdiği zorunluluklar ve ihtiyaçlar, bu sürecin kaçınılmazlığını ortaya koyuyor. Ayrıca, ideolojik açıdan da bu savaşın bir sonucu olması gerekir. Ortaya çıkan gelişmeler, sürecin şekillenmesini sağlayacaktır.

Ancak, AKP'nin mevcut yaklaşımına baktığımızda, ne görüyoruz? Sürecin kendisini dahi inkâr eden, görmezden gelen bir tutum sergiliyor. Bu da son derece tehlikeli bir yaklaşımdır. Biz burada herhangi bir süreci tanımlamak veya ona isim koymak gibi bir misyon üstlenmiyoruz. Ancak şu gerçeği vurgulamak gerekir. Hayatta zamansız hiçbir şey yoktur. Bütün fiziksel, metafiziksel, maddi ve manevi olgulara baktığımızda, her şeyin bir gelişim süreci içinde olduğunu görürüz. Biz buna "zaman" diyoruz. Süreç dediğimiz şey de aslında budur: Bir şeyi geliştirme zamanıdır. Dolayısıyla, bu sürecin ilerlemesiyle birlikte, zaman içinde kendi tanımını bulacağını söylemek mümkündür.

ÇÖZÜM FAKTÖRLERİ AKP İLE SINIRLANDIRILMAMALI

İlerlemeyecekse zaten ufak bir şeydir yani. Ama tabii ki bir sürecin gelişim adımları olarak bunu ifade edebiliriz. Bu noktada, Önderliğin sadece Türkiye ve Kürdistan açısından değil, Ortadoğu ve bölgesel gelişmeler açısından da çok tarihi gelişmeler yaratacak adımlar attığını söylemek gerekir. Aslında Önderlik, bu adımları daha önce de attı ve çeşitli değerlendirmeler yaptı. Şimdi konjonktürel gelişmelerin ortaya çıkardığı yeni dinamiklerle birlikte süreç daha kritik bir aşamaya geldi. Bu nedenle, bu adımlar tekrar güncellenmiş ve tarihi bir önem kazanmıştır.

AKP'yi her şeyin merkezine koyarak değerlendirmek doğru olmaz. Elbette iktidarda olması nedeniyle bağlayıcı bir durum yaratmaktadır. Ancak barıştan ve sürecin ilerlemesinden bahsediyorsak, bunun bir demokratikleşme sürecine evrilmesi gerektiğini kabul etmek gerekir. Nihayetinde bu süreç neden tartışılıyor? Hangi adımlar, neden atılmak isteniyor? Çünkü ortada bir savaş süreci ve çözülmemiş bir Kürt meselesi var. Bu meselenin çözülmesi gerekiyor ve bu da barış sürecini ve demokratikleşmeyi gerektiriyor. Bu sürecin karakteri budur. Eğer bir süreç gelişecekse, farklı değişkenleri göz önünde bulundurmak zorundayız. Çünkü günümüzde ortaya çıkan birçok sorun var ve özellikle AKP kaynaklı sorunlar da süreci etkiliyor. Bu nedenle çözüm faktörlerini yalnızca AKP ile sınırlamamak gerekiyor. Sürece dâhil olan diğer aktörlerin yaklaşımları ve rollerinin nasıl olması gerektiği çok önemli bir konu.

AKP, iktidara geldikten sonra her şeyi kendi tekelinde toplamaya yönelik bir politika, bir rota izledi. Ekonomide, siyasette, toplumsal yaşamda hatta kadın hakları konusunda bile bu tekelci yaklaşım sürdürdü. Kadınların yaşam felsefesini dahi erkek egemen bir anlayışa göre şekillendiren bir bakış açısı hâkim oldu. Başkanlık sistemini de bu anlayış üzerine kurdu. Dolayısıyla bu süreci yalnızca AKP’nin tekeline bırakmamak gerekir. Çözüm sadece AKP’nin tekelinde değildir ve meseleye bu şekilde bakılmamalıdır.

Güncel gelişmelere baktığımızda, AKP her gelişmeyi kendi lehine çevirmeye çalışıyor ve bölgedeki gelişmeleri kendi başarısı gibi göstermeye çalışıyor. Oysa ortada süregelen bir savaş gerçekliği var. Bu durum partimizdeki yönetici arkadaşlarımız tarafından defalarca dile getirildi. Şu an süreç hakkında birçok tartışma yürütülse de savaş, özellikle Medya Savunma Alanları'nda ve Kuzey ve Doğu Suriye'ye yönelik saldırılarla tüm şiddetiyle devam ediyor. Başûr’a baktığımızda, saldırıların hız kesmediği ve ateşkes gibi bir durumun söz konusu olmadığı açıkça görülüyor.

Kürt sorununun çözülmesi her şeyi çözer mi? Belki yüzde yüz her şeyi çözmez ancak demokratikleşme ortamını yaratma açısından büyük bir adım olur ve birçok sorunu büyük oranda çözüme kavuşturur. Türkiye’nin çok köklü sorunları var. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren Kürt isyanları ve bunlara yönelik politikalar, zamanla sistematik bir inkar ve imha politikasına dönüşmüştür. Bu durum, devletin yapısal bir politikası hâline gelmiş ve günümüze kadar devam etmiştir.

Kürt isyanları ortaya çıktı. Bu isyanlara yönelik müdahale biçimi ve sonrasında geliştirilen yaklaşımlar, zamanla sistematik bir inkâr ve imha politikasına dönüştü. Bu süreç, belirli bir devlet biçimi yarattı. Bu politika, sabitlenmiş ve dogmatikleşmiş bir şekilde uygulanarak, değişmez bir politika hâline getirildi. Şu anda da aynı politika devam ediyor. AKP, iktidara geldiğinde bu politikaları değiştireceğini iddia etmesine rağmen, aksine daha da derinleştirdi.

Türkiye'nin herhangi bir alanına baktığımızda, kadın cinayetlerinden toplumsal katliamlara kadar her olayda, korkunç rakamlarla karşı karşıyayız. Bu rakamlar her seferinde açıklanıyor, tartışılıyor ve değerlendiriliyor. Kadın cinayetleri ve tecavüzler saatlik olaylar hâline geldi. Yaşamın her alanında kadınlara yönelik büyük bir sömürü var. Düşünce özgürlüğü neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumda; kimse düşüncelerini açıkça ifade edemiyor. Biraz farklı konuşan biri bile kendini hapiste bulabiliyor. Bu durum, parti yöneticilerini de kapsıyor. Parti liderleri dâhil olmak üzere birçok kişi cezaevine gönderildi. En son süreçte, parti başkanları bile hapsedildi. Gazeteciler, en özgür konuşması gereken insanlar olmalarına rağmen, yalnızca düşüncelerini dile getirdikleri için tutuklanıyor. Üstelik bu gazetecilerin söyledikleri, devleti tehdit edecek veya bölücülük içerecek türden ifadeler de değil. Ancak Kürt gazeteciler bu tür suçlamalarla yargılanır ve tutuklanırdı; hatta geçmişte katledildiler. Bugün hâlâ aynı süreç devam ediyor.

Türkiye’de gazeteciler üzerindeki baskı geçmişte de vardı ancak günümüzde daha da yoğunlaştı. Sanatçılar, akademisyenler ve entelektüeller de aynı baskıya maruz kalıyor. Sıradan vatandaşlar, en ufak bir itirazda bile baskıyla karşı karşıya kalıyor. İşçiler, emekliler, öğrenciler ve tüm kesimler, küçük bir itirazda bile hapis cezası, işsizlik veya işkenceyle karşılaşıyorlar.

ORTADA BÜYÜK BİR DEVLET TERÖRÜ VAR, ŞİDDETSİZ BİR ZEMİN YARATILMALI

Aynı uygulamalar Türkiye sınırları dışında da devam ediyor. Son üç gün içinde Rojava ve Başûr’a yönelik saldırılarda 20’den fazla insan katledildi. Hem Türkiye içinde hem de "teröre yöneliyorum" bahanesiyle sınır dışında büyük katliamlar gerçekleştiriliyor. Devlet, bu saldırılarına sürekli bahaneler uydurarak Kürt sivilleri, çocukları, sanatçıları ve kadınları hedef alıyor. Örneğin, Tişrîn’de Bavê Teyar katledildi. Kadın öncülerimiz ve yönetimlerimiz sistematik bir şekilde hedef alınıyor. Bu insanlar yurtsever, topraklarını ve yaşam alanlarını korumak isteyen bireyler. Peki, bu insanların ne suçu var? Kadınların, çocukların ne suçu var?

Güney Kürdistan açısından da durum farklı değil. Son günlerde, Ranya ve Behdînan bölgelerinde 6 sivil katledildi. Ayrıca 2 Irak askeri ve bir pêşmerge öldürüldü. Bütün bu saldırılar Türk devleti tarafından gerçekleştirildi. Türkiye hem kendi sınırları içinde hem de sınırları dışında aynı politikalarla büyük katliamlar yapıyor.

Bir yandan büyük bir vahşet uygularken, diğer yandan da sanki çözüm arayışı içindeymiş gibi bir görüntü yaratıyor. Ancak, "çözüyorum" da demiyor, süreci belirsiz bırakıyor. Bu belirsizlik siyasetiyle, "PKK silah bıraksın" dışında hiçbir şey söylemiyor. Tek söylemi "terörsüz Türkiye" ama aslında amaçlanan şiddetsiz bir Türkiye değil. Önderlik ve bizler, demokratik ve şiddetsiz bir zemin yaratılması gerektiğini savunuyoruz. Ancak bu tek taraflı bir şey değil. Ortada büyük bir devlet şiddeti ve terörü var.

Şu an yaşananlar, uluslararası hukuk açısından da savaş suçu niteliğinde olan uygulamalardır. Türkiye’de mevcut iktidarın yürüttüğü diktatoryal politikalar, ülkeyi demokratik bir çözümden her geçen gün uzaklaştırıyor. Bu tehlikeli süreci yalnızca AKP içerisindeki sağduyulu kesimler değil, Türkiye’nin tüm sağcı ve solcu kesimleri ile toplumun her bireyi görmelidir.

Durum çok tehlikeli. Özellikle mevcut konjonktürde, Ortadoğu’daki dengeler hızla değişirken bu süreç daha da kritik bir hâl alıyor. Suriye’deki durum ortada; Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşı yaşanırken büyük altüst oluşlar yaşanıyor. Bu süreç halen devam ediyor ve belki kısa bir duraksama var gibi görünebilir ancak çatışmalar hâlâ sürüyor.

Dolayısıyla böyle bir süreçte şiddetin bu denli tırmandırılması, halka yönelik çeşitli saldırıların artması, hem Kürt halkına hem de Türkiye halklarına, aydınlara, gazetecilere, sanatçılara ve işçi-emekçilere yönelik baskının yoğunlaşması, Türkiye açısından büyük bir tehlike teşkil etmektedir. Sorun PKK değildir, sorun biz değiliz. Biz örgütlüyüz ve kendimizi koruma gücüne sahibiz. Elbette ki biz seçeneksiz değiliz. Seçeneklerimiz var. Ancak gerçekten Türkiye’nin güçlenmesi, daha özgür ve anlamlı bir geleceğe sahip olması öngörülüyorsa, doğru politikaların geliştirilmesi gerekir. Akıllı adımlar atılmalıdır. Eğer gerçekten bir devlet aklı kalmışsa, bu politikaların sürdürülemeyeceği açıkça görülmelidir.

Toplumun bu gerçeği fark etmesi gerekiyor. Kadınların da bir aklı var. Kadın bilinci ve örgütlülüğü hesaba katılmalı. Bu noktada çözüm, yalnızca AKP’nin kararlarına bırakılmamalıdır. AKP’nin mevcut yaklaşımlarıyla çözüm mümkün değildir; aksine oyalama ve kandırma politikaları devreye sokulmaktadır yönünde kaygılar var. Elbette ki bu kaygıları hepimiz taşıyoruz ve taşımalıyız da. Ancak umut, sadece bekleyerek oluşmaz. Gerçek umut, adım atmaktan geçer. Umut, yalnızca AKP'nin atacağı adımlara bağlı değildir. Eğer bir çözüm istiyorsak, bunu örgütlenerek, mücadele ederek, demokratik bir atmosfer yaratarak gerçekleştirmeliyiz. AKP’nin pragmatist, çıkarcı ve özel savaş yöntemlerine dayalı politikalarının farkında olmalıyız. Gerçeklik, eğer dönüşüm adımları atılırsa değişebilir. Ama eğer böyle bir dönüşüm gerçekleşmezse, çözüm de mümkün olmaz.

Bu nedenle, çözümü kimsenin tekeline bırakmamak gerekir. Demokrasi kimsenin tek elinde değildir. Barış kimsenin tek elinde olamaz. Barış, halklar içindir ve halklar tarafından geliştirilir. Barış, kadınlar içindir ve kadınlar tarafından inşa edilir. Bu süreç, örgütlü iradeyle, mücadeleyle, konuşarak, tartışarak ve demokratik tepkiler ortaya koyarak ilerletilecektir. Yoksa sadece mevcut iktidara bakarak süreci değerlendirmek, insanları umutsuz ve karamsar bir hale sokar. Ancak bu karamsarlığı aşmak için mutlaka örgütlü mücadeleyi geliştirmek gerekiyor.

TÜM ACILAR AYNI HASSASİYETLE ELE ALINMALI

Bu noktada adı konulmamış bir sürecin içindeyiz. İktidarın antidemokratik uygulamaları devam ediyor, saldırılar sürüyor. Ancak muhalefetin de çözüm sürecine yaklaşımı önemlidir. CHP başta olmak üzere, bazı muhalefet partileri kaygılarını dile getirdi. Bu kaygılar elbette ki önemlidir ve dikkate alınmalıdır. Ancak sürecin bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gerekiyorsa herkesin yaşadığı acılar da gündeme getirilmelidir. Sadece belirli bir kesimin acıları vurgulanarak çözüm sağlanamaz.

Evet, asker anneleri de büyük acılar çekiyor. Ancak gerilla anneleri de aynı acıyı yaşıyor. Cumartesi Anneleri, çocuklarının akıbetini hâlâ bilmiyor. Mezarları bile olmayan evlatlarının ardından yas tutamıyorlar. Bundan daha büyük bir acı olabilir mi? Her annenin, her ailenin, her babanın acısı büyüktür. Bu acılar birbiriyle kıyaslanamaz, yarıştırılamaz. Ancak gerçek bir çözüm isteniyorsa, tüm acılar aynı hassasiyetle ele alınmalıdır.

Ama tabii ki çok taraflı bakmak, her açıdan değerlendirmek gerekir. Şimdi 90'lı yıllarda, kendi köyünde işkence görmüş, katledilmiş, göç etmek zorunda kalmış ve on yıllarca topraklarından uzakta sürgün hayatı yaşamış insanların acıları az mıdır? İşsiz kalmış, yoksulluğa mahkûm edilmiş ya da çocukları 20-30 yıl cezaevinde kalmış, işkencelere uğramış, sakat bırakılmış aileler de vardır. Çocuklarını savaşta kaybetmiş Kürt anaları, babaları ve aileleri de bu acıları çok derinden yaşadı. Türkiye’de de anneler aynı acıları yaşadı.

Bu yüzden muhalefete çok büyük bir sorumluluk düşmektedir. Gerek meclis içinde gerekse meclis dışında, doğru bir atmosfer oluşturabilmek büyük önem taşımaktadır. Atmosfer, havadır; havasız bir ortam düşünülemez. Bu havayı yaratabilmek, barışçıl bir sürecin temel taşıdır. Bu nedenle başta CHP olmak üzere tüm muhalefet partileri ve sivil toplum örgütleri, sürecin sadece partilerle sınırlandırılmaması gerektiğini anlamalıdır. Herkes, çözüme hizmet edecek şekilde, tüm acılara dokunmalı ve bunları anlamalıdır. İnsanlarla empati kurarak, hakikatleri ortaya koyarak çözüm üretmek çok önemlidir.

Burada önemli olan sürekli acıları depreştirmek ya da acıları karşı karşıya getirmek değildir. Bu acılar yaşandı ancak önemli olan bu acıları nasıl demokrasiye, Türkiye'nin demokratikleşmesine dönüştürebileceğimizdir. Bu acıları nasıl özgür ve eşit bir yaşama dönüştürebiliriz? Annelerimiz bu konuda nasıl öncü bir rol oynayabilir? Örneğin, Barış Anneleri’nin “Barışa Sen de El Uzat” çağrısıyla başlattıkları çalışma son derece anlamlıdır.

Bu tür girişimler Türkiye cephesinde de geliştirilmelidir. Türkmen, Laz, Ermeni ya da kim olursa olsun, tüm annelerin ortak bir zeminde buluşması, acılarını paylaşarak demokratik bir sürece katkıda bulunması önemlidir. Acıları yarıştırmak yerine, birbirimize anlatarak, empati kurarak ve anlamaya çalışarak çözüm yolları üretmek gerekmektedir.

MUHALEFET KENDİ GÜNDEMİNİ BELİRLEMELİ

Muhalefet açısından bir diğer önemli nokta ise kendi gündemini yaratamamasıdır. Muhalefet, çoğu zaman gündemi belirlemek yerine, iktidarın belirlediği gündem doğrultusunda hareket etmektedir. Örneğin, anayasa tartışmaları gündeme geldiğinde, AKP’nin süreci kendi çıkarları için kullanacağı kaygısıyla hareket edilmektedir. Ancak mesele AKP’nin niyetleri değil, Türkiye’nin gerçekten neye ihtiyacı olduğudur. Kadınların korunması, çocukların güvenliği ve halkların eşitliği gibi temel konulara odaklanılmalıdır.

Demokratik bir anayasa, Türkiye'nin en temel ihtiyacıdır. Muhalefet, bu konuda savunmacı bir pozisyon almak yerine, kendi gündemini yaratmalı ve toplumun ihtiyaçlarını belirleyerek bu doğrultuda hareket etmelidir. Politika, gündem yaratmaktır, insanları aydınlatmaktır. Eğer muhalefet, kendi politik hattını belirlemezse, iktidarın belirlediği çerçevenin dışına çıkamaz.

Meclis uzun süredir etkisiz bir konuma düşmüştü. Ancak, İmralı ile yapılan görüşmeler ve ardından partilerle gerçekleştirilen temaslar, politik bir gündem oluşturdu. Bu gelişmeler son derece anlamlıdır. Meclis, uzun süredir yalnızca oylamalar yapılan bir yer hâline gelmişken, ilk defa Önder Apo’nun sürece yönelik yaklaşımlarıyla birlikte siyasal bir hareketlilik kazanmıştır. Ancak, mevcut durum henüz yeterli değildir. Bu süreci derinleştirmek, geliştirmek ve çözüme yönelik adımlar atmak gerekmektedir.

ÇÖZÜMÜ TOPLUMSALLAŞTIRMAK ÖNEMLİ

Hukuki süreçlerin demokratikleşmesi, halkın bilinçlendirilmesi ve kadınların sürece daha güçlü katılım sağlaması büyük önem taşımaktadır. Bu noktada, yalnızca muhalefet partileri değil, sivil toplum kuruluşları ve kadın hareketleri de daha aktif olmalıdır.

Toplumsal kesimlerin içinde yer aldığı bir çözüm sürecinde kadınların rolü ise hayati öneme sahiptir. Önder Apo’nun ortaya koyduğu paradigma ve yaşam felsefesi, toplumsallık üzerine kuruludur. İnsan, ancak toplumsal olduğu sürece var olabilir. Bu, yalnızca bireysel bir gerçeklik değil, aynı zamanda siyasal ve sosyal bir hakikattir. Bu nedenle, toplumsal bir çözüm süreci stratejik ve yaşamsal bir öneme sahiptir. Çözüm sürecinin toplumsal bir karakter taşıması gerekir. Halklar barışacaksa, bu sürecin toplumsal olması zorunludur. Çünkü barışacak olan halklardır. Halklar birlikte yaşıyor, iç içe geçmiş durumda. Dolayısıyla, sürekli çatışmalarla ve gerilimlerle bir arada yaşamak mümkün değildir. Böyle bir ortamda bir ülkenin gelişmesi de mümkün değildir.

Mevcut devlet yapısı ve iktidar anlayışı çökmüştür. Çünkü bu sistem çözümsüzdür ve toplum karşıtıdır. Bu nedenle, çözümü toplumsallaştırmak büyük bir öneme sahiptir. Bu bağlamda, kadınların rolü özellikle kritiktir. Kadınların olmadığı bir yaşam, gerçek bir yaşam değildir. Önder Apo’nun temel felsefelerinden biri de budur. Kadınların özgürleşmesi, toplumun özgürleşmesi anlamına gelir. Bu mücadeleyi büyütmek ve kadınların toplumsal sürecin merkezine yerleştirilmesini sağlamak, barışın inşasında kritik bir adımdır. Kadının olmadığı yaşam, yaşam değildir. Kadının olmadığı bir siyaset, siyaset değildir. Kadının olmadığı bir gerçeklik, gerçek değildir. Dolayısıyla kadının olmadığı bir çözüm de çözüm değildir. Kadının olmadığı bir barış, barış değildir. Bu gerçeği çok iyi anlamamız gerekiyor.

Özellikle biz, kadınlar olarak bunun önemini ne kadar kavrayabilirsek, süreç içerisinde o kadar önemli ve öncü bir rol oynayabiliriz. Hegemon erkeklik, Üçüncü Dünya Savaşı'nın gerçekliği, Türkiye'nin içinde bulunduğu durum, Türkiye'deki kadınların maruz kaldığı şiddet ve erkek egemen sistemin vahşileşmesi… Tüm bunlar nasıl ortaya çıktı ve nasıl ortadan kalkacak? Daha önce de değerlendirdiğimiz gibi, mevcut kadın katliamlarının, çocuk katliamlarının ve tecavüz vakalarının bu kadar artmasının temel nedeni, savaşın ve milliyetçiliğin kışkırtılmasıdır.

KADINLARIN SÜRECİ SAHİPLENMESİ BİR VARLIK SORUNUDUR

Milliyetçiliğin körüklenmesi, kadın katliamlarının önünü açmıştır. Erkek egemenliğinin yeniden güçlenmesine, şiddetin daha da tırmanmasına yol açmıştır. Tekçilik, yani kendi iradesinden başka hiçbir iradeyi tanımayan bir gerçeklik, mevcut Kürt halkına karşı yürütülen savaşla birlikte Türkiye’de de yaygın hale gelmiştir. Bu nedenle, yalnızca bilinen erkek egemenliğinden değil, aynı zamanda savaşın beslediği ve derinleştirdiği erkek şiddetinden de söz etmeliyiz.

Bu noktada toplumsal barışın sağlanması, kadınlar açısından da bir çözüm getirecektir. Erkeğin şiddetini ortadan kaldıracak olan da budur. Kadınların bu süreci sahiplenmesi bir varlık sorunudur. Türkiye’deki mevcut sorunları çözmek, aynı zamanda kadınların varlık ve özgürlük sorunlarını da çözmek anlamına gelir. Kürt sorununun çözümü ile kadın sorununun çözümü arasında doğru bir orantı vardır.

Bu bağlamda, halkların kardeşliği kavramına da değinmek istiyorum. Kardeşlik kavramı, her ne kadar halkların hafızasında olumlu anlamlar taşısa da, cinsiyetçilikle yoğrulmuş bir toplumda büyük-küçük kardeş ilişkisi üzerinden hiyerarşik bir yapı oluşturulmuştur. Bu nedenle, yalnızca "Türk-Kürt kardeşliği" gibi ifadeler yetersiz kalır. Bunun yerine, halkların eşit ve özgür bir yaşam arkadaşlığı içinde olması gerektiğini vurgulamak daha doğrudur. Bu ortaklık, yalnızca duygusal bir bağ değil, yasal, siyasal ve anayasal çerçevede belirlenmiş net kurallar ile tanımlanmalıdır.

Kadınlar açısından bakıldığında, içinde bulunduğumuz mevcut durumda, kanın dökülmesini önleyecek olan kadınlardır. Erkek aklı bu sorunu çözememiştir, çözemez. Egemen erkek aklı, eşit bir yaşamı değil, tahakkümü ve itaati dayatmıştır. Mevcut kaosun, Üçüncü Dünya Savaşı’nın ve Türkiye Cumhuriyeti'nin son yüz yılındaki krizlerin temelinde bu egemen akıl vardır.

Cumhuriyet, ikinci yüzyılına girerken, Türkiye’de ve Kürdistan’da güçlü bir kadın iradesi ve örgütlülüğü mevcuttur. Yüz yıl önce böyle bir şans yoktu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecine baktığımızda, bazı kadın örgütlenmeleri ve etkili kadın figürleri olsa da, kadınların özgür ve eşit temelde varlık göstermesi için yeterli kitlesel hareket mevcut değildi. Oysa bugün, elli yıllık bir özgürlük mücadelesinin ortaya çıkardığı bir Kürt kadın hareketi vardır. Bu hareketin ideolojisi, değerleri ve zihniyeti oluşmuştur. Kadınların erkekle nasıl ilişkileneceğine, erkek egemenliğinden nasıl kopacağına dair yeni ahlaki ve toplumsal normlar değerler olarak ortaya çıkmıştır.

Öte yandan, Türkiye’de feminist kadın hareketleri, aydın kadınlar ve Müslüman kadın hareketleri gibi farklı kesimlerden gelen, kendi haklarını gözeten ve bunun mücadelesini veren kadın grupları bulunmaktadır. Bu büyük bir güçtür ve kesinlikle küçümsenmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti ikinci yüzyılına giderken bu örgütlü kadın iradesi, demokratik bir cumhuriyet inşa sürecinde kilit bir role sahiptir.

Ancak, bu irade henüz tam anlamıyla birleşmiş değildir. Parçalı bir yapıdadır. Zaman zaman ortak bir havuza akıyor olsa da süreklilik arz eden, her aşamada kendini güçlendiren bir mekanizmaya dönüşmemiştir. Eğer yaşanan savaş ve kadın katliamlarının önüne geçmek istiyorsak, Türkiye yeni bir yüzyıla girerken kadınlar olarak rolümüzü oynamalıyız.

Demokratik bir anayasa hazırlanacaksa, kadınlar örgütlü ve bağımsız bir şekilde sürece dâhil olmalıdır. Katı merkeziyetçi devlet sisteminin ürettiği sorunlara karşı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve kadın iradesinin sürece etkin bir şekilde katılması gerekmektedir. Kadınlar olarak mahallelerde, şehirlerde, ilçelerde ve bölgelerde nasıl bir irade ortaya koyacağımızı tartışmalı ve belirlemeliyiz. Siyasetten güvenliğe, ekonomiden sağlığa, eğitimden mimariye kadar her alanda kadınlar eşit bir şekilde var olmalıdır.

Yeni bir cumhuriyette, eşit ve özgür bir kadın-erkek ilişkisini nasıl inşa edeceğimizin zamanı tam da bugündür. Sadece güncel süreçlere odaklanmamalı, salt tarihsel de bakmamalıyız. Bugün, kadın aklının ve kadın emeğinin daha fazla sürece dâhil edilmesi gereken bir dönemdir.

O nedenle de bence çok büyük bir umut ve aşkla bütün kadınların, Türkiyeli, Ermeni, Laz, Türkmen, Terekeme, Gürcü, Süryani, Kürt, Arap fark etmeksizin, kimliği ne olursa olsun bu sürece katılması gerekiyor. Müslüman, Hristiyan, Alevi, Sünni veya başka bir mezhepten olabilir, hiç fark etmez. Kimliği ne olursa olsun, doktor, öğretmen, işçi, köylü fark etmeksizin her kadının bir iradesi vardır. Önemli olan bu iradeyi örgütlü bir yapıya kavuşturabilmektir.

Bu nasıl bir perspektifle yapılmalıdır? Demokratik bir Türkiye'de, halkların eşit ve özgür yaşadığı, din ve mezheplerin kendini özgürce ifade edebildiği, her kesimin rahatlıkla varlık gösterebildiği yeni ve anlamlı bir yaşam inşa etmek için kadınlara büyük görev düşmektedir. Bu nedenle kadınlar her yerde barışı ve çözümleri tartışmalıdır. Nasıl ki Barış Anneleri “Barışa el uzatıyoruz” diyerek bir hareket başlattı, biz de kadınlar olarak çözüme el uzatmalı, her yerde bu konuyu tartışmalıyız.

Asker anneleriyle, sağcılarla, solcularla, köylü kadınlarla, işçi kadınlarla, akademisyenlerle ve toplumun her kesiminden kadınlarla bir araya gelip tartışıp ortak bir çözüm üretmeliyiz. Tartışmalar sadece konuşma düzeyinde kalmamalı, bir kadın perspektifi oluşturmalı, kadın aklıyla yeni bir ülkenin nasıl inşa edileceğini ortaya koymalıyız. Ülkemizi nasıl yeniden şekillendireceğiz? Nasıl demokratikleştireceğiz? Nasıl daha güvenli hale getireceğiz? Bunları belirlemeliyiz.

Kadın aklı, kadın vicdanı her işte titizdir, özenlidir. Bolu’daki otel yangını, Konya’da çöken bina gibi ihmaller, kadın vicdanının yer aldığı bir sistemde yaşanmazdı. Kadınlar, her işi severek ve insan hayatını ön planda tutarak yapar. Bu nedenle halkların ilişkilerini, kadın-erkek ilişkilerini ve toplumun tüm alanlarını yeniden inşa ederken, örgütlü kadın iradesiyle hareket etmeliyiz. Kadınlar, bu konuda cesur olmalı ve çekinmemelidir. Kendilerine güvenmeli, Türkiye ve Kürt kadınları ortak bir zeminde buluşarak enerjilerini birleştirmelidir. Çözüm toplumsallaştıkça daha kalıcı hale gelecektir. Kadınlar ikna olursa, barışırsa, tüm toplum barışacaktır. Umut, kadınların örgütlü iradesinde ve mücadelesindedir.

KADIN DEVRİMİ TÜM SURİYE’YE MAL EDİLMELİDİR

Suriye’den Afganistan’a kadar uzanan cihatçı eğilimler, kadın kazanımlarını yok etmeyi hedeflemektedir. Afganistan’da yaşanan vahşet, Kuzey Afrika ve Orta Doğu genelinde de benzer şekilde kendini göstermektedir. Kadın haklarının hatta liberal burjuva haklarının bile yok edilmesi, kadınların köle statüsüne mahkum edilmesi anlamına gelmektedir.

Suriye’de HTŞ’nin iktidara gelmesiyle birlikte kadınlar açısından daha ağır bir tablo ortaya çıkmaktadır. Eğitim müfredatından tarihi kadın figürlerinin isimlerinin silinmesi gibi uygulamalar, kadınlara yönelik sistematik baskıyı gözler önüne sermektedir. Zenubya, tarihte büyük bir kadın kahraman olmasına rağmen, isminin müfredattan çıkarılmak istenmesi, bu zihniyetin kadın karşıtlığını açıkça göstermektedir.

Öte yandan, Kuzey ve Doğu Suriye’de yaşanan devrim, Ortadoğu’da, hatta dünyada karanlıklar içinde parlayan bir yıldızdır. Kadınların örgütlenmesi, yönetime katılması, kendi savunmalarını oluşturması ve özgürleşmesi, bu bölgeyi cihatçı ve erkek egemen güçlerin hedefi haline getirmiştir. YPJ'nin yürüttüğü savaş ve kadınların toplumsal örgütlenmeleri, dünya çapında ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Kadın devrimi, yalnızca bölgesel bir gelişme değil, küresel bir umut kaynağıdır.

Dikkat edersek, bir de HTŞ gerçekliği var. HTŞ, Şam'ı işgal etti ve yönetime el koydu. Buna da devrim dediler. Burada gerçekten çok ciddi bir durum var.

HTŞ gibi, bildiğiniz çete yapılanmaları içerisinden gelen birini iktidara koydular. Bunun bir de kadın yaklaşımı var. Suriye'deki halklar açısından çok ciddi bir zenginlik ve irade var. Bu sadece bir sıfat ya da isim olarak değil, gerçek bir tarihsel birikim ve kültürel yapı olarak var. Suriye halkları, kültürel dokularını koruyan bir özelliğe sahiptir. Bu anlamda da direngen bir halktır. Örgütlenmeleri olmayabilir ama kültürel yapıları direngen bir nitelik taşır. Kadınları da böyledir. Suriyeli kadınlar, herhangi bir coğrafyadaki kadınlara benzemez. Afganistan'daki gibi olamaz Suriye. Suriye kendine has özelliklere sahiptir. Dolayısıyla HTŞ ile birlikte gelen "devrim", özgürlükler getirecek, şu olacak, bu olacak söylemleri gerçeği yansıtmamaktadır. Bu, uydurulmuş bir hikayedir.

Politik ilişkiler bir yana, biz bu konuyu kadın perspektifiyle değerlendiriyoruz. Şimdi süreç, şu veya bu biçimde ilerliyor ve Suriye'nin yeniden inşası gündemde. Türkiye açısından olduğu gibi Suriye açısından da bu değerlendirmeyi yapmak gerekir. Ortadoğu'nun sınırları cetvelle çizilerek inşa edildi. Bu sürecin içerisinde Suriye Cumhuriyeti de kadın iradesinin dahil edilmediği bir şekilde kuruldu. Dolayısıyla kadınlar açısından Suriye’de her zaman problemler yaşandı. Şimdi ise HTŞ'nin iktidarıyla birlikte çok daha vahim bir tablo ortaya çıkmış durumda.

Kuzey ve Doğu Suriye'de önemli bir deneyim yaşanıyor. Bir alan kadın devrimini gerçekleştirirken, diğer alanlarda daha farklı bir yönetim gerçekliği var. Dolayısıyla, Kuzey ve Doğu Suriye modeli Suriye'nin geneline yayılmalı ve bu kadın devrimi tüm Suriye'ye mal edilmelidir. Suriye'nin demokratikleşmesi de ancak buradan geçer.

Günümüz Suriyesi, 50-60 yıl önceki Suriye değildir. Suriye'deki kadınlar da eskisi gibi değildir. Gelinen konjonktürde Suriyeli kadınlar için ortak bir konsept oluşturmak ve perspektif geliştirmek kritik bir önem taşıyor. Kuzey ve Doğu Suriye'de ortaya çıkan kadın iradesi, Ermeni, Arap, Türkmen, Kürt, farklı halklardan kadınların ortak iradesiyle birleşerek tüm Suriye’de etkili hale gelmelidir. Suriye’de anayasaya dair tartışmalar başlayacak. Bu süreçte kadınların nasıl yer alacağı, kadın cinayetleriyle ilgili yasaların nasıl şekilleneceği, aile hukuku, çocuk hakları ve demokratik yapıların nasıl oluşturulacağı gibi konular belirleyici olacaktır.

Kadın mücadelesinin ve iradesinin ortaya çıkması çok önemli. Bu nedenle, ittifakları da aşan, bütünleşme ve birleşme sağlayan bir kadın hareketi gereklidir. Hangi halktan, dinden veya mezhepten olursa olsun, kadınlar birbirleriyle deneyimlerini paylaşmalı ve ortak bir mücadele geliştirmelidir. Suriye’nin geleceğini kadınlar da belirlemelidir.

Kuzey ve Doğu Suriye'deki kadın hareketlerine bu süreçte büyük bir sorumluluk düşüyor. 12 yıllık bir deneyime sahipler. Bu, küçümsenecek bir şey değildir. Kadınların siyasette, sağlıkta, eğitimde, ekonomide, güvenlikte ve tüm toplumsal alanlarda yer aldığı bir model oluşturulmuştur. Eş başkanlık sistemi ve kadın meclisleri gibi mekanizmalar geliştirilmiştir. Bu model, Suriye'nin tamamına yayılmalıdır.

Kadın buluşmaları, kadın örgütlenmeleri, inisiyatifler ve platformlar oluşturarak, bu süreci daha geniş bir tabana yaymak gerekiyor. Gelecek kadınların ellerindedir. Bu bilinçle hem mücadele hem de inşa sürecinin içine girilmelidir.

KADIN DEVRİMİNİ KORUMAK DÜNYA KADIN HAREKETLERİNİN ORTAK SORUMLULUĞUDUR

Bu noktada, Ortadoğu'daki ve dünya kadın hareketlerinin desteği çok önemlidir. Kadın devrimi evrensel bir gerçektir. Kadın sorunu nasıl evrenselse, çözümü de evrenseldir. Kuzey ve Doğu Suriye'deki kadın devrimi, tüm kadınlar için bir ışık kaynağıdır. Halkları da aydınlatan bir değerdir ve korunması gerekir.

Mevcut durumda çok büyük saldırılar yaşanıyor. Türk Devleti tarafından hem kadınlara hem halka yönelik yoğun saldırılar yapılıyor. Bu saldırılar, kadın iradesinin kabul edilmemesinden kaynaklanıyor. Türk devleti, AKP hükümeti ve ordu, kadın iradesinin varlığını kabul etmek istemiyor.

Dolayısıyla, Ortadoğu'daki ve dünya genelindeki kadın hareketleri, Kuzey ve Doğu Suriye'deki kadın devrimini sahiplenmeli, savunmalı ve desteklemelidir. Bu, sadece bir bölgesel mesele değil, küresel bir kadın meselesidir. 50 ülkeden 650 kadın, bu devrimi desteklemek için açıklama yaptı. Bu çok anlamlı ve önemli bir adımdı. Bu desteğin daha da genişletilmesi gerekiyor.

Bu kadın devrimini korumak, bütün dünya kadın hareketlerinin ortak sorumluluğudur. Demokrasi, eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesi veren kadınların bu devrimi sahiplenmesi kritik bir önem taşıyor. Yeni bir Suriye’nin inşasında, kadınların etkin bir güç olması sağlanmalıdır.

Bu çerçevede, İran ve Irak’taki gelişmelere de değinmek gerekir. İran'da kadın idamları durmuyor. Toplumun diğer kesimlerinden olduğu gibi, özellikle kadınlara yönelik idamlar devam ediyor. Pexşan Ezîzî ve Werîşa Muradî gibi kadın öncüler, Jin Jiyan Azadî mücadelesinde öncü rol oynamış isimlerdir. Kadın devriminden bahsederken, kadın mücadelesinden ve kazanımlarından da söz ediyoruz. Bu kadınlar, öncü ve direnen kadınlardır.

Rojhilat Kürdistanı'nda büyük bedellerle kazanılmış değerler var. İdam cezası zaten insanlık dışı bir uygulamadır. Ama burada asıl soru şudur: Bu kadınların suçu nedir? Ne yapmışlardır da idam edilmeyi hak etmişlerdir? Hiçbir suçları yoktur. Zaten idamı gerektirecek bir suç da olamaz.

Bu nedenle İran’daki kadın direnişi de çok önemlidir. Zindanda idam cezasına çarptırılan bu kadınlar, onurlu ve dik bir duruş sergilemektedir. Kürdistani ve kadınlık boyutunda iradelerini koruyan, savunan ve direnen bir duruş içerisindedirler. Ben bu vesileyle, kadın yoldaşlarımızın direnişini selamlıyorum. Gerçekten hepimize güç veren, yolu aydınlatan bir direniş gerçekliği var. Bunu vurgulamak istiyorum ve aynı zamanda bu direnişi daha fazla desteklemek, güçlendirmek, sahiplenmek ve kesinlikle bu idam kararlarının, idam uygulamalarının önüne geçecek bir kadın mücadelesini daha fazla geliştirmek gerekiyor. Bu vesileyle bu çağrıyı da yapmak isterim.

KOMPLOYU TÜMDEN BOŞA ÇIKARMAYA ODAKLANMALIYIZ

Şubat ayına giriyoruz ve 15 Şubat, Önderliğe yönelik gerçekleştirilen komplonun yıl dönümü oluyor. Yani 26 yıl geride kalıyor, 27. yıla giriliyor. Bu vesileyle, Önder Apo’nun bu 26 yıl boyunca büyük bir direniş sergilediğini belirtmek gerekir. Bu direniş hala devam ediyor. Sürecin gelişimi, Önderliğin direnişinin zirveleşmesi anlamına geliyor. Önderlik açısından bakıldığında, bunun her zamanki çözüm geliştirme yaklaşımının bir parçası olduğu görülüyor. Tarihsel bir adımdır ve aslında Önder Apo’nun direniş çizgisinin en üst noktasını ifade eder.

Bu anlamda Önder Apo, İmralı’da benzeri görülmemiş bir işkence sistemine rağmen direnerek komployu aşmış ve yenmiştir. Bugün, o duvarları nasıl aştığını ve nasıl kazandığını çok net görüyoruz. Çözüm umudunu, çözüm perspektifini, komployu yıka yıka ortaya koyuyor. Bu çok önemli, çok tarihi bir süreçtir. Bu direnişin yarattığı dalgalanmalar heyecan vericidir ve çok değerlidir. 26 yıl böyle geçti ve bu direniş aynı kararlılıkla devam ediyor.

Bu vesileyle bir noktayı daha vurgulamak istiyorum. Önderliğimizin bu süreç içerisinde fiziksel olarak özgürlüğüne kavuşması büyük bir önem taşıyor. Yani Önderliğin fiziken özgür olması, herkesle ilişki kurabilmesi, yaşam ve iletişim koşullarının tamamen özgür olması bizim açımızdan temel bir konudur.

Bu süreçte ucuz tartışmalar da yürütülüyor. “Silah bırak çağrısı yapacak mı?” gibi spekülatif söylemler gündeme getiriliyor. Ancak bu tartışmalar yeni değil. 2013 Newroz’unda Önderlik, milyonların önünde çözüm çağrısını yapmış, silahların çözüm için susması gerektiğini defalarca dile getirmiştir. Bunlar hareket tarafından da onaylandı ve ifade edildi.

Eğer gerçekten bir süreç gelişecekse, samimi, ciddi ve tutarlı bir yaklaşım sergilenecekse, önderliğin fiziksel özgürlüğünün sağlanması temel bir gerekliliktir. Önder Apo bu konuda her zaman mütevazı bir yaklaşım sergilemiştir. Son görüşmelerden yansıyan mesajlardan biri de budur: “Nerede olduğum önemli değil” diyor. “Önemli olan, sürece katkı sunabileceğim koşulların oluşturulmasıdır.”

Çalışabilir olmak, insanlarla, kendi örgütüyle, toplumun farklı kesimleriyle iletişim içinde olmak, sözünü dış dünyaya ulaştırabilmek ve gerektiğinde doğrudan cevap verebilmek kritik konulardır.

Şubat ayını böyle bir süreçle karşılıyoruz. Önderliğimizin mesajları da bu sürecin komployu boşa çıkarmaya dönük adımlar içerdiğini gösteriyor. 15 Şubat’ı, Kürt soykırım günü olarak tanımlaması da bunun bir parçasıdır. Kürt halkının ve Türkiye toplumunun, bu komployu tümden boşa çıkarmaya odaklanması büyük önem taşıyor.

15 Şubat komplosuna karşı, 9 Ekim’den 15 Şubat 1999’a kadar ve sonrasında yüzlerce insan fedai eylemler yaptı. “Güneşimizi karartamazsınız” sloganıyla önderliğin etrafında bir direniş çeperi oluşturdular. Bu vesileyle, fedai eylem gerçekleştiren şehit yoldaşlarımızı saygıyla anıyorum. Onların anısını yaşatmak, komployu tümden boşa çıkarmakla mümkün olacaktır. Bu nedenle, 15 Şubat ayı vesilesiyle Kürt halkı başta olmak üzere Kürt kadınları, Avrupa’daki Kürt toplumu ve dünya genelindeki dostların bu süreci komployu boşa çıkarma ve önderliğin fiziki özgürlüğünü sağlama yılına çevirmesi çağrısını yapıyorum.

TİŞRÎN’DE TARİH BİR KEZ DAHA YAZILIYOR

Şimdi Tişrîn’deki direnişe dönelim. Rojava halkının, Kobanê halkının ve Kuzey ve Doğu Suriye halklarının direnişi sürüyor. Til Temir hattında ve Sirîn bölgesinde devam eden saldırılar var. Tişrîn Barajı’nda gerçekleşen eylemler hedef alınıyor. Kobane’de halka yönelik saldırılar düzenleniyor. Gerçekten de Rojava’da, özellikle Kobanê’de DAİŞ’e karşı büyük bir savaş yürütüldü. Tarih yeniden yazıldı. Ancak Tişrîn’de bu tarih bir kez daha yazılıyor.

Tişrîn’de halk, büyük bir cesaret, kararlılık ve tutarlılıkla topraklarını koruyor. Baraj burada sadece bir sembol; asıl olarak halk, özgürlüğünü ve varlığını savunuyor. Kadınlar, özgürlüklerini savunuyor. Sanatçılar, değerlerini savunuyor. Bu direniş sadece Kürt halkı için değil, tüm dünya halkları için büyük bir örnek ve fedailik göstergesidir. Halkımızın direnişi, fedai yurtseverlik anlayışını ortaya koyuyor.

Burada yeni bir düzey ortaya çıktı. Örgütlü bir biçimde, bile bile gidiyorlar. Vurulabileceklerini, yaralanabileceklerini, şehit düşebileceklerini biliyorlar ama buna rağmen ilerliyorlar. Düşmana meydan okuyorlar: “Sen ne yaparsan yap, benim irademi kıramazsın, topraklarımı işgal edemezsin” diyorlar. Bu direnişin önünde saygıyla eğiliyorum. Halkın her kesiminden insanlarımız—sanatçılar, kadın meclisi üyeleri, gençler, gazeteciler—bu mücadelede yer alıyor, bedel ödüyor.

Bu şehitler, bize büyük bir direniş mirası bırakıyor. Onların gözleri arkada kalmayacak. Bu değerler, özgürlük ve eşitlik mücadelesi içinde yaşatılacaktır. Tüm halkların örgütlü mücadelesi ne kadar büyürse komplolar boşa çıkacaktır. Bütün güçlerin kendine göre şekillendirmek istediği bir süreçte, bizler de özgürlükçü bir güç olarak kendi tarihimizi yazacağız.

Örgütlülüğümüzü büyüterek umudumuzu kendimiz yaratacağız ve geleceğimizi inşa edeceğiz.