Fermanlara inat yaşama tutundu-I

Nûhat, kendini var etme savaşında öncülük yapan kadınlardan biri. O, fermanlardan artakalan izleri silmek, kendisinin ve kadınların hakikatini tüm dünyaya haykırmak isteyenlerden.

Yazılmamış bir tarihin derinliklerine nasıl inilir? Özünde saklı olan hakikatle  nasıl buluşulur? Gökyüzünün ve yeryüzünün tanıklığında gelişen bir tarih, cümle canlıların şahitliğinde gün yüzüne çıkar ve kendini hissettirir. Okuyup da öğrenilecek belgeler, yazılar çok yoktur ama yaşamın derinliklerinde saklı figürler, tanımlar, ritüeller, inanç yansımaları canlı bir tarihin içine götürür insanı. Her yerde karşına inanç, kültür dokunuşları çıkar. Doğa, geçmişe ait ne varsa kadınların beyaz fistanlarına döker. O beyaz fistanlardan dağılır hayatın kılcal damarlarına.

Tarihi; özellikle Êzidîlerin tarihini, tarihe iz bırakmış kahraman kadınların gözlerinden, yüreklerinden anlamak, belki de bizi Êzdalığın hakikatine götürecek yoldur. Tarih yazan kadınlar, dağların her yerine iz bırakmış, adımlarından inanç ve bağlılık karışmış toprağa. İndiğin vadilerden yukarılara başını kaldırıp bakman yeterli. O topraklara, dağlara yüzünü dönüp duygu gözüyle izlediğinde, Osmanlıların büyük ordularına karşı direnmiş Zarifeleri, eline silahını alıp her şeyi göğüsleyerek  toprağını koruyan Sitî Esleri, kadının sanatı ve edebiyatı olan Sitiya Nexşaları, kadınların dertlerine derman olan, onları yaşamın bereketine sunan Xatuna Ferxanları, Êzdalıktan miras kalan kutsal topraklarda düşmanına karşı serhildanlaşan Binevş Agalları, Osmanlılardan geri kalmayan DAİŞ barbarlarına karşı direnen Cîlan ve Dayê Gulêleri ve bizi hakikatimize götürecek daha nice kadının anılarını, ağırlıklarını hissediyor, onları yaşıyorsun.

Êzdalıkta “sır dünyası” buna tekabül ediyor. “Qewil”lerle dile dökülen Êzdalık, esas olarak tarihin söylenceye dönüşmüş hali oluyor. Qewillerde geçen hikayeler, bizi ait olduğumuz mekanlara, tarihe, sözün bittiği ve yaşamın başladığı yere götürüyor.

Nûhat da kendini var etmenin savaşında öncülük yapan kadınlardan biri. O, fermanlardan arta kalan izleri silmek, kendisinin ve kadınların hakikatini tüm dünyaya haykırmak isteyenlerden.

Nûhat’ı, bize hikayesini anlatması için ikna etmek biraz zaman aldı. Neyse ki yoğun bir uğraştan sonra onu ikna ettim. Soykırımın nefesini ruhunda hisseden her kadının hikayesi, bu topluma bırakılacak bir tarihtir.

Nûhat’ın çalışma yerine gidip, onu alıp yola çıkıyoruz. Dengê Çira Radyosu’nun Şengal Dağları’na haykırdığı melodileri dinleye dinleye dağların içine doğru ilerliyoruz. Nûhat’a, “senin hikayeni bu dağların zirvesinde alacağım” diyorum. Kersê köyünün yukarılarına doğru bozuk yolda ilerleyerek zirvelere ulaşıyoruz.

Dağın zirveleri hepimizi büyülüyor. Dağın bu bölümünü hiç görmemiştik. Dağların heybeti, tarihin izleri o kadar netti ki! Her oyukta eski bir ev, kayalık diplerinde eskiden örülü duvarlar, toprakla sıva yapılmış küçük odalı evler, en asi yerde açılan taş oyukları birer birer gözlerimize değiyor. Manzara gerçekten büyüleyici. Şengal’e yönelik son ferman dışında, tüm fermanların gerçekleştiği mekanlarda bulunuyorduk. Serdeşt’in hayat bulan vadisi, Şibil Qasim Qubesi, ovaya açılan dağlar aşağıda kalmıştı.

Nûhat gülerek, ‘İnsan burada tüm hayatını anlatmak ister’ diyor. Gördüğümüz manzara tüm Êzidîlerin hikayesini sırtlayacak kadar heybetli.

Nûhat, yüksek bir taşın üstüne oturup arazinin güzelliğine dalıyor. O manzaranın güzelliğinden onu alıp hikayeye getirmek zor oluyor. Öyle mutlu ve heyecanlı ki. Küçük bir çocuk sadeliğinde gözlerime bakıp “Başlayalım, alabileceğim kadar enerji aldım. Tam hız hayatımı anlatmaya hazırım” diyor.

“Adım Nûhat Şengal. 2000 yılında, Şengal’in Borik kasabasında, toprağına ve Êzdalığına bağlı bir ailede dünyaya geldim. Ailem geçirdiği bunca badireden sonra hala aynı inanç ve kültür üzerinde yaşamını sürdürüyor. Êzidîlerde kök kültür korundukça varlığımızı koruyabildik. Bize dönük fermanlar, hep bundan kaynaklı bizi köksüzleştirmek üzerinden gelişti. Êzidî toplumunu kültür ve inanç kırımından geçirdiler.

Biz Qirmata aşiretindeniz. Esas olarak Xalta aşiretindeniz. Araştırdığım ve bildiğim kadarıyla Bakurê Kurdistan’dan Şengal’e göç etmek zorunda kalmışız. Serhat bölgesinden buralara gelmişiz. Tam olarak yaşlılarımız bize ne zaman göç ettiğimizi söylemedi fakat aşiret olarak Şengal’e bir ferman sonrası geldiğimizi biliyorum. Şengal’de kendi inancımıza ve geleneklerimize göre yaşadık. Yaşanan fermanlar benim hem aşiretimde hem de ailemde tutucu ve dışarıya kapalı bir yan geliştirdi. Kapalılık kendini savunmanın bir yöntemi gibi öğretildi. Fermanlar bizi bir kalıbın içine soktu. Biz kendimizi duvarları sıkı örülmüş sınırların arkasında saklayarak koruyacağımızı düşündük. Bu sınırlar bir süre sonra bizim yaşam sınırlarımız oldu. Aşiret ve aile yapıları bu sınır üzerinde şekillendi. Sert duvarlarla kendini koruma yanılgısı bizi özümüze uzak düşürdü. Bunun için dünyaya açılamadık, bizi kimsenin tanımasına olanak sağlamadık, kendi dışımızdaki dünya ile kaynaşıp gelişmedik. Kendi içimizde zamanın ferman yüzünü tekrar tekrar yaşayarak kaldık. Sanki dış dünya bizi görürse, bize yine saldırır psikolojisi hep hakim oldu. ‘Aman beni görmesin, tanımasın hatta benim varlığımdan haberdar olmasın’ dedik.

Ben de inanç, kültür, varlık olma arayışı içinde oldum. İşte benim doğup büyüdüğüm aile, saklanan kimliğim gibi beni de bir kadın olarak hep saklı tuttu. Yaşamla saklambaç oynaya oynaya büyüdüm.

Dedem bize eskinin Êzdalığını anlatırdı. Êzdalıkta kadınların heybetini, yaşamın ve toplumsallığın bereketini ve sonrasında nasıl bir bir hakikatimizi yitirdiğimizi anlatırdı. Hatta anlatırken ‘ah’ çekerdi. Sonra konuşmasına, ‘biz eskiler gibi olmadık, biz kadınların kıymetini bilmedik, kadınları küçük gördük ve bu bizi daha fazla kıyametin kollarına savurdu. Kadınları düşman gözünden sakınsın diye sakladık ve sonra onları sakladığımız yerde unuttuk’ derdi. 

Dedemin bize anlattıklarını hiç unutmuyorum. Bizim için canlı bir tarihti. Onu dinledikçe kadınların yaşam sancılarının ne kadar derin olduğunu, çocuk halimle anlamaya çalışıyordum. Bir çocuktum ama kız çocuğu ve ben daha o yaşta bu kaderi yaşamaya mahkum edilmiştim. Êzdalığın hakikatinde tanrıça gibi görülen kadın bugün yok hükmünde. Kadına ait olan her şey misliyle erkeğe ve Êzdalığın düşmanlarına bırakıldı. Benim büyüdüğüm ailede de erkek her şeydi. Bunun için biz tüm çocuklar babama aittik ve annemin bir hakkı yoktu.”

Nûhat yaşamını anlatırken zorlanıyordu. Belli ki çocukluğu ve kadının ezilmişliği ona çok işlemişti. Araya girip, “Biz kadınların yaşadıkları o kadar ortak ki, belki de bizi bizden başka kimse anlamaz. Sen Şengal dışında bir dünyanın varlığından haber değildin, bak şimdi onu öğrendin. Ve şunu bilmelisin; o büyük dediğimiz dünyada kadınlar hep aynı kaderi yaşıyor. Êzidî kadınların kaderini farklı kılan, yüz yılda bir ferman yaşıyor olmaları ve her fermanda kadınların büyük kayıplar vermesidir” diyorum.

Söylediklerim Nûhat’a cesaret vermiş gibiydi. Gerçi o bunları biliyordu fakat yine de söylenmesi onu cesaretlendirmişti.

Bana baktı sonra tekrar göz ucuyla içinde bulunduğumuz muhteşem manzarayı süzdü ve  devam etti:

“Yaşamın akışı içerisinde Êzdalık biz kadınlara çok anlatılmazdı. Her defasında Dedem anlatınca bende çelişki oluşurdu. Çelişkilerimi anneme anlatamazdım. Kafamda oluşan soruların cevaplarını arardım. Ben daha küçükken ailem Rêber Apo’nun fikirleriyle tanıştı. Bu devrim havası bizim eve annem sayesinde girdi. İlk tanışmam bende çok şey değiştirdi. Beni arayışlara itti. İnancım ve kültürel olarak yaşamam gerekenleri daha fazla merakla araştırmaya başladım. Bir Êzidî kadını olarak kendi kimliğimi bulmak istedim. O güne kadar tek bildiğim Êzidî olduğumdu ama bir Êzidî kadını olarak bu dünyadaki yerim nedir, bilmiyordum. O zamanlar daha 9-10 yaşlarındaydım. Ailenin bana yaklaşımı beni erken büyütmüştü ve ev hapsi beni daha fazla arayışlara itiyordu.

Ben Kürtlük ve yine Êzdalık üzerinden şekillenen Kürtlüğü bir tek Şengal’de biliyordum. Coğrafik olarak da benim ve inancımın ait olduğu mekanların büyüklüğünü bilmiyordum. Sonra dört parça Kürdistan ve kök hücre olarak Êzdalığın doğup büyüdüğü topraklar olduğunu anladım. Bu beni heyecanlandırdı. Ben Kürt ve Êzidîlik kimliğini birbirinden ayrıştırmıyorum. Bugün bazı Êzidîler Kürt kimliğini kabul etmiyor ve hatta fermanların sebebi olarak görüyor. Kürtlük Müslümanlık ve Barzani ailesi üzerinden değerlendirilince kabul edilmiyor. Ben böyle bakmıyorum. Fermanların bizde yarattığı psikoloji bizden çok şey aldı. Bizden varlığımızı, ait olduğumuz yerlerin kimliğini aldı; ben bunu kabul etmiyorum ve kendi kimliğimle yaşamak istiyorum. Kürtlük-Êzdalık birbirinden kopmayacak kadar iç içedir. Konuştuğumuz dil ve kültür olarak ortak yaşadığımız çok fazla yön var. Bizi düşmanlarımız parçaladı. O kadar parçalıyız ki.”

Nûhat halkın hassasiyetlerine inat, cesaretli konuşuyor. Arada ona, “Kürt kimliğini Êzdalıkla özdeş ele alıyorsun, toplum bunu nasıl karşılar, öfkelenebilirler” deyince, bir tarihten sonra Kürtlerin de fermanlarda birebir yer almasının, Êzdalığı Kürtlükten uzaklaştırdığını ve bu nedenle Şengal’de yaşayan Êzidîler’de büyük bir hassasiyetle karşılandığını söylüyor.

Kendini ulusal kimlik üzerinden de ifade ediyor oluşu, Nûhat’ın zihin açıklığını da gösteriyor. Nûhat’a, “Senin söylediklerin doğru ama bu toplumun hassasiyetleri var, gözardı edilmesi doğru olur mu” diye soruyorum. O da gülerek, “Evet, doğru söylüyorsun ama bu yanlış öfke Barzani ailesinin Kürtlüğü üzerinden ulusal kimliğini inkar olmamalı. Osmanlılar’ın yaptığı bir ferman da Êzdalık ve Kürt kimliğini birbirinden kopartmak ve birbirine düşman yapmak oldu. Bugün Kürdistan’da yaşanan da bu” diyerek cevaplıyor.

“Biz  5 kız ve 3 erkek kardeşiz. Ben 3’üncüsüyüm. Tüm Kürdistan’da olduğu gibi çocukluğumu yaşayamadım. Ailenin ve toplumun baskısı altında kaldım. Çocukluğumun zorlukları çoktu. Aile kız çocuklarına küçük gözle bakıyordu, kabul etmiyordu. Rêber Apo’nun kitaplarını okumaya başladıktan sonra daha çok meraklı ve tartışan bir çocuk olmuştum. O dönemler daha 9-10 yaşlarındaydım. Bana evde, ‘Bu kız deli’ diyorlardı. İşe yaramaz gözle bakıyorlardı. Geniş ailemde olan çocuklar benden uzak tutulurdu. Çocukların kafalarını bozup, delice fikirlerle dolduracak derlerdi ve benden uzak tutarlardı. Ben onların bu yaklaşımına karşı hep direnirdim. Beni kendilerinden görmüyorlardı. ‘Sen bizden değilsin, yabancısın’ derlerdi ve ben buna anlam veremiyordum. Beni doğarken de istememişler. Benim doğduğum dönemler Şengal’in genelinde bir kuraklık, açlık başlıyor. Üstüne nenem ölüyor. Ben de tam o dönemde dünyaya gelince dünyanın o halini benim gelişime bağlıyorlar ve ‘bu kızda bir uğursuzluk var’ diyorlar.  Bunun üzerine daha önce ölen bir kardeşimin ismini bana takıp benim de ölmemi bekliyorlar. Doğarkenki bana bakışları ben büyüyünceye kadar devam etti. Buna hiç anlam veremiyordum. Êzidî toplumu doğa kanunlarına inanıyor, eski insanlar bu kanunlar üzerinden yaşam bilgeliğini geliştirmiş ama şimdi bu böyle cahil kalma durumu, var olan kanunları kaderci ele almayı ve birçok kez de kendine göre yorumlamaya götürüyor. Ailem beni normal görmüyordu. Belki de onlara göre normal değildim. Beni öyle doğanın yaşadıklarıyla ortak ele alıp yargılamaları anlam veremediğim bir şeydi. Dünyanın çivisi çıkmış da onu benim çıkardığımı sanıyorlardı.”

Nûhat yaşanan her şeyin sebebi olarak görülmenin ağırlığını belli ki derinden hissetmiş. O güzel manzaraya yakışan ela gözlerini matem bürüyor.

Yaşananlar bir trajedi ama “Dünyanın çivisini ben çıkarmadım” diyen Nûhat’ın sözleri hepimizi güldürüyor. Sonra kendisi de buna gülüyor. “Herkes beni dünyayı yıkmış düşman olarak görüyor. Bu ne kadar saçma” değil mi diye soruyor. Evet öyle. Bu dünyanın sorgu duvarı Nûhat değildi tabii ve onun böyle büyütülmesi hepimizi üzüyor. Tabii ona belli ettirmiyoruz. Doğanın manevi gücü üzerinden şekil alan toplumların uğuru ve uğursuzluğu ekolojik dengelere göre biçim alıyor. Durum böyle olunca bazen sonuçları trajedik de olabiliyor. 

“Benim annem böyle yaklaşmıyordu. Babam ve amcalarım beni doğa kanunları üzerinden  ele alıyordu. Evde en yakın arkadaşım annemdi. Beni yaşatan ve yaşama bağlayan annem oldu. Beni Rêber Apo’nun fikirleriyle de tanıştıran annem oldu. Onun için annemin hayatımdaki yeri başkadır. Babam ise bize farklı yaklaşıyordu ve biz bütün kardeşlere böyle yaklaşıyordu. Ayrıca babamın KDP ile çalışmasını hazmetmiyordum. Bize yaptıkları onca şeye rağmen sırf para için KDP’nin yanında olmalarını kabul edemiyordum. Babamın, onun inancını ve toplumsallığını DAİŞ’e peşkeş çeken KDP ile ortak olması çok ağır bir durumdu. Ben de babamı bu konuda hiç affedemiyorum. Bizim evde annem PKK’liydi, babam da Barzaniciydi. Annem beni Apocuların şarkılarıyla uyuturdu. Annem bazen babama takılırdı. Derdi, ‘Apocu ve çete aklı nasıl birlikte yaşayacak? Annemin bu takılması babamın çok da umurunda olmazdı. Annem, abimi de Apocu fikirle tanıştırdı ve geliştirdi. Abim halk çalışmalarına katılmaya başladı ve bu da beni etkiledi.

Ben sadece üç yıl okula gidebildim. 2007’de Borik kasabasında aile arasında bazı sorunlar yaşandı. Benim ailem yaşadığı Şengal’in kuzeyinden, güneyindeki Solak köyüne taşınmak zorunda kaldı. Ben Solak köyünü çok sevdim. Benim için ilk taşınma oldu. Geniş aile çevresinin baskılarından uzaklaşmıştık. Bu hepimizi bir nebze de olsa rahatlattı. Fakat Solak köyüne gidince okuluma devam edemedim. Ben de okuma yazma öğrenmek istiyordum. Abimin yardımıyla öğrendim de. Latince öğrendim. 2013 yılında Rêber Apo ile ilgili bir dergi elimize ulaştı. İlk defa Rêber Apo’nun fikirlerini öyle geniş ve uzun okumuştum ki, kimse görmesin diye evde saklıyordum, gizlice bir köşeye çekilip okuyordum. Abimle okuma ve yazma konusunda yarışırdık. O hep beni geçerdi. O dönem yeni öğrenmiştim ve hala çok hızlı değildim. Abime imrenirdim. Ama onun bana verdiği emekler de çok önemliydi. Okudukça okumam gelişti ve hala okuma yazma üzerinde çalışıyorum. Kendi dilimde okuma ve yazmanın çok önemli olduğunu biliyorum.

2013 Amed Newrozu’nda Rêber Apo’nun mektubu ve fotoları gelmişti. Annem buna çok sevinmişti ve bu beni de çok mutlu etmişti. Ben de Önderliğin özgürleştiğini sanmış, fistanıma şeker doldurup komşulara dağıtmıştım. Bana ‘ne oldu, müjdeli bir haber mi aldın?’ diye sordular. Ben de ‘Evet, Önderliği bıraktılar’ dedim. Anlamını derinliğine bilmediğim bir duygunun mutluluğunu  yaşamıştım. 

2013’de ailem tekrar Borik kasabasına dönme kararı aldı. Ama ben Solak köyünü çok sevmiş ve oraya bağlanmıştım. Orada benim arkadaşlarım olmuştu. Ayrıca Solak’ta çobanlık yapıyordum, top oyunlarımız ve daha birçok oyunumuz vardı. Solak köyünden dağlara açılırdık, uzun gezintilerimiz olurdu.  Şengal’in kuzeyine döndüğümüzde bu kez Borik değil,  eskiden olduğu gibi yine koçerlik yaşamına döndük. Biz Borik’ta hep koçer yaşamı yaşardık, dağların eteklerinde kalırdık.

Solak’tan ayrıldığıma çok üzülmüştüm ama sonra koçerlik ve sürekli yer değiştirme durumu bir yerde sabit yaşamamayı da öğretti. Biz ailece dağlara bağlıydık. Aslında aile olarak hiçbir zaman dağlardan çok uzağa gitmedik. Koyunlarımız vardı, ben çobanlık da yapıyordum. Şerefedîn’e yakın bir yerde kalıyorduk. Bana şehir yaşamı, geniş köy yaşamı hep tuhaf geliyor ve yaşayamıyorum. Ben dağlarla yaşamanın doğallığımla buluşmak olduğunu düşünüyorum.”

Nûhat’ın manzara karşısında mest oluşunu şimdi daha iyi anlıyordum. O dağ kızıydı ve gittiğimiz zirveler tam da onu tarif ediyordu. Uzun dalgalı saçları, dağların kıvrımları gibi omuzlarından toprağa doğru onunla aynı havayı solumanın mutluluğundaydı. Nûhat’ın güleç yüzü, dağların soluğundan akıp gelmesinden ileri geliyordu. Onun yüz ifadesi fermanlara inat yaşama tutunan bir Êzidî kadını edasında, ifadelerini acılardan uzak tutmuştu.    

DEVAM EDECEK...