Gökçe Bilgin ile yazarlığı, kitapları ve yaşam üzerine...
“Dün kadınlara 'yazmak için bir odaya ihtiyacınız var' diyen Woolf’dan bugüne epeyce şey değişti” diyor yazar Gökçe Bilgin, kendini, kitabını ve yazarlığını anlatırken.
“Dün kadınlara 'yazmak için bir odaya ihtiyacınız var' diyen Woolf’dan bugüne epeyce şey değişti” diyor yazar Gökçe Bilgin, kendini, kitabını ve yazarlığını anlatırken.
Feminist bir roman olan Porselen Bir Mevzu’nun yazarı Gökçe Bilgin, kitabıyla kadın kahramanlarla karşımıza çıktı. Bilgin, romanın kahramanı Zümrüt ile toplumsal olanın sorgulanmasından kendi bedenlerini keşfetmeye, siyasal göndermelerden sırlara kadar pek çok insani durumu en çıplak haliyle okuyucuya sunuyor.
Gökçe Bilgin ile romanı Porselen Bir Mevzu, yazarlığı ve gelecek üzerine konuştuk.
Kimdir Gökçe Bilgin?
İnsan kendini nereden anlatmaya başlarsa orası kıymete değer bir yanıymış gibi öne çıkabilir. Lakin insanın öz varlığı anlatmadığı, anlatamadığı şeylerde gizli olsa gerek. Otuzların sonuna yaklaşmış kendi halinde biriyim.
‘ÇOCUKLUK HAYALİMİ GERÇEKLEŞTİRDİM’
Yazarlık serüvenin nedir? Seni Bianet’te yazdığın yazılarla tanıyor birçok kişi.
İlk kitabım Porselen Bir Mevzu, İletişim Yayınları tarafından 2021 yılında yayımlandı. O tarihten beri profesyonel olarak yazın hayatı içinde olduğumu söyleyebilirim. Kitaptan öncesi yok mu? Var elbette. Lakin kitapla beraber yazıya dönük uğraşım başkalarının da kabul ettiği bir kimliğe büründü. Bunun benim için önemli olduğunu inkar etmeyeceğim. Yıllar önce küçük bir kız çocuğuyken yapmak istediğim şey ileride yazmaktı. Çocukluk hayalimi gerçekleştirdiğim için memnun olmalıyım artık.
‘ÖFKELİ CÜMLELERE DENK GELDİĞİMDE İRKİLDİM’
Bir eşikten atlamak gibi bir şey… En azından ben öyle okudum kitabın sayfalarında dolanırken. Özellikle Türkiye’de ‘kadın’ yazar olmanın verdiği bir zorluk var. Senin için de öyle oldu mu bu?
Bu benim için pek kolay olmadı. Ama şimdi işin zorluklarından bahsetmek yerine sonuçlara değinmek daha mantıklı geliyor. Tarım işçisi bir ailenin altı çocuğunun ilkiyim. Çocukluğum bir çiftlikte geçti. Bizden başka kimsenin yaşamadığı o yerde doğayla ilgili deneyimleri gözlemleyerek değil bizzat yorularak keşfettim. Hayvanlar ve toprak yani kırsal hayat uzaktan bakanlar için renkli bir fotoğrafı andırsa da çocukluğumda beni yoran, oyundan alıkoyan şeylerdi. Toprak yazın ısındıkça çorak manzara uzadıkça uzardı önümde. Kışın çoraklığa bir de ayaz eklenirdi ki o vakit insan çaresizliği iliklerine kadar hissederdi. O manzaranın içinde kitaplar benim için birer sığınaktı. Etrafımdaki somut şeylerin yarattığı duyguların farkındaydım. Fakat kitaplardaki acı ve sevinç yabancı olduğum duygulardı. Evet öfkeli cümlelere denk geldiğimde irkildim. Sevinç cümleleri de bünyemde gevşeklik yarattı. Fakat yine de kitaplardaki hayat dışarıdaki gibi değildi. Sanki şeffaf bir duvarın arkasında hareket eden renkli resimlere bakıyordum. Ne acısı gerçekten acıtabilirdi canımı ne de sevinci güldürebilirdi yüzümü. Bunu bir olumsuzluk ifadesi olarak belirtmiyorum. Tam tersine gerçeğin kopyası hayatlara bağlanmak zahmetsiz ve eğlenceliydi. İlk başta kitapları “oyaladıkları” için okudum. Kitaplar görüntüye müdahale edecek güçte değilse de hissettiklerimi etkileyecek güçteydi. O yaşlarda kitaplar iyiliğin ve kötülüğün provasının yapıldığı konumdaydı benim için. Onlara alışmak kolaydı. Çünkü olaylar benim değil başkalarının başından geçiyordu. Ne oyun arkadaşlarım vardı ne de benimle ilgilenen ebeveynlerim. Eğer tarlada çalışmıyorsak ve evde de yapmam gereken bir şey yoksa kitap okurdum. Kısacası kitaplar hayatıma bu şekilde girdi.
‘Tam tersine gerçeğin kopyası hayatlara bağlanmak zahmetsiz ve eğlenceliydi’ dedin. Hangi kitapları, yazarları okuyordun?
Okuduğum ilk kitaplar coğrafyamıza yakın temalar yaratan Yaşar Kemal’in kitaplarıydı. Zamanla Tolstoy ve Dostoyevski okuyarak kütüphanemi biraz çeşitlendirdim. Henüz uzakları anlatan metinlerle karşılaşmamıştım. Karşımdaki gerçek manzarayı kafamın içindeki kurgusal manzaraya değdirir, manzaralar arasında gidip gelirdim. Gerçek manzaramla okuduğum manzaranın birbirinden çok farklı olmadığını ancak Lise eğitimi için İstanbul’a geldiğimde fark ettim. Şehir hayatı ve deniz beni hemen içine çekti. Şehirli insanlara alışmak, şehri sevmek, şehirli gibi davranmak ilk gençlik yıllarında zihnimi ve beğenilerimi meşgul eden durumlardı. Bu sebeple hemcinslerimden farklı olarak o yaşta hiçbir oğlana karşı duygusal şeyler hissetmedim. Şehrin dokusu ve o dokuya alışmak o kadar çok zamanımı almış ki ilk gençlik aşklarını pas geçmişim. Bir oğlanı beğenmek ve düşünmek bana eve ait şeyler gibi gelmiş. Sadece bir kişiyi diğerlerinden daha çok düşünmek ve önemsemek evle ilgili olmanın giriş cümlesi gibi. Ben o zamanlar evden uzaklaşmak istiyordum. İşte o tam o sıralar başka kitaplar girdi hayatıma, şarkılarla beraber. Müziğin yarattığı heyecana uygun şehirli metinlerdi bunlar.
İlk şehirli yazarım Orhan Pamuk'tur. Yeni Hayat, Kara Kitap beni çok fazla etkileyen kitaplardır. Sonra Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar'ıyla karşılaştım. Okuduğum bütün kitaplardan farklıydı. Tıpkı Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ın girişinde söylediği gibi, “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” Buraya sadece kimi dönüm noktalarını aktarıyorum. Yoksa daha çok okumuş olmam gerekir. Ne spordan anlıyor ne oğlanları seviyor ne de evle ilgili şeylere ilgim vardı. Oje, makyaj, saçı şekillendirmek gibi marifet isteyen konularda da pek iyi değildim. Benim de kendimi oyalayacak bir şeylere ihtiyacım vardı. Yurdun arka bahçesindeki banka oturup kitap okumak zaruri bir ihtiyaç gibiydi. Okulumuzun denize bakan bir kantini vardı. Yurdumuz da okulla aynı bahçenin içindeydi. Kadıköy Kız Lisesi’nde geçen günlerimi mutlulukla anarım hep. Uzun uzun anlatıp kimseyi bezdirmek istemiyorum. Ama bugün ne yapıyorsam o günlere borçluyum.
‘TOPLUMSAL NORMLARI UMURSAMAYAN BİR ŞEYLER YAZMAK İSTİYORUM’
Ortada bir şehir-kırsal ayrımı var senin için. Toplumsal normlar da böyle mi senin için yazarken?
Şehirde kalabalığa karışıp daha çok bireyselleşmek mümkün. Topluluğun toplu gerçeklerine sadık kalmak istemiyorum. Şehirler büyüdükçe insan daha çok yalnız hissediyor. Bundan rahatsız değilim. Yazarken bu düşüncelerimi olabildiğince muhafaza etmeye çalışıyorum. Bu düşüncelerin doğru ya da yanlış olmasıyla ilgilenmiyorum. Başkalarının bu konulardaki gerçekliğine de sığınmıyorum. Genelde toplumsal normları umursamayan bir şeyler yazmak istiyorum. Herhangi bir ihtiyaca cevap vermek ya da farklılık için değil. Daha çok sahiden de toplumsal normlara karşı bağlılık hissetmediğim için. Ama bu aitsizliğin ne kadarını aktarabilirim, aktarıyorum, işte onu zaman gösterecek. Belki bir gün bunun yorucu olduğunu söylerim.
Seni en çok ilgilendiren temalar neler? Yazarken hangisini öne hangisini arkaya atmayı tercih ediyorsun?
Korkularımın üstesinden gelebilmek için karanlıkta kalan şeylerle ilgileniyorum. Sanki karanlığa bakarsam gözlerimi daha çok açık tutabilirim gibi hissediyorum. Bu sebeple intihar, cinsellik, cinayet gibi temalar beni daha fazla ilgilendiriyor. Polisiye ve Fantastik Edebiyat hoşuma giden türler.
‘GÜNÜMÜZ FARKLI DENEYİMLERE, FARKLI BAKIŞ AÇILARINA DÜNDEN DAHA AÇIK’
İlk kitabın Porselen Bir Mevzu’da ilk romanını yazan bir kadın yazarın karakter yaratma telaşını işledin.
Arka plana ülkenin sosyoekonomik gerçekliğini yerleştirerek kadınların sorgulama biçimlerine ve arzularına yer vermeye çalıştım. Belki ilk sefer için erkeklerin yöntemlerini kullanmış olabilirim. Önümdeki yolun bir cinsiyete ait olduğunu düşünmüyorum. Fakat yine de yolun cinsiyetsiz olduğunu da söyleyemem. Belki zamanla bu belirgin yolu bozarız. Ne de olsa bizi istediğimiz yere ulaştırmayacağı ortada. Günümüzde İnternet teknolojisi sayesinde ifade çeşitliliği arttı. Böylesi bir dünyaya farklı üsluplar yerleştirmek eskisi kadar zor değil artık. Günümüz farklı deneyimlere, farklı bakış açılarına dünden daha açık. Bu farklılık içinde kalıcılığı sağlamak dün olduğu gibi bugün de disiplinli çalışmaya bağlı görünüyor hâlâ.
Sanal dünyanın kitapları ve paylaşımı azaltacağını düşünüyor musun?
Sadece değişiyoruz. Bu değişim dünden daha hızlıysa biz de dünden daha esnek olmak zorundayız o zaman. Değişimden bazen korksam da değişimin dünyaya kötülük getireceğine inanmıyorum. Hatta teknik değişimin özellikle de internetin varlığı biz kadınların özgürlük mücadelesini görünür hale getirdiğini görüyoruz.
‘EVET YERİMİZE ÇOK FAZLA KONUŞTULAR…’
Biraz daha açabilir misin bu konuyu kendi pencerenden?
Şimdi dünyanın her yerindeki kadınların az çok isteklerinden haberdarız. Şimdi kadınlar ülkelerinin değil dünyanın parçası olma yolunda ilerliyorlar. Erkekler için bu işler daha önce meydana geldi. Bilimle, sanatla, politikayla, devrimle, yönetmekle, korumakla adlarını öne çıkardılar. Çocukların, kadınların, değerlerin koruyucusu ve savunucusu oldular. Evet yerimize çok fazla konuştular. Şimdi konuşmaya başladığımızda kalabalık şeyler anlatmamız ya da bir yığın kusuru umursamadan ilerlemeyi istememiz ve her seferinde acele etmemiz bana doğal geliyor. Çünkü ilk günden beri sıramızı bekliyoruz. Defalarca pas geçilmiş durumlar söz konusu. Bir kadın anlatmaya başladığında ister istemez bir şeylerin eksik olduğunu vurgular. Daha önce fikrimizin sorulmadığı kimi konularda erkeklerin pek matah şeyler söylemediği de ortada. Karakterlerimin ciddi meseleleri pirinç ayıklarken ya da biriyle oynaşırken gündeme getirmelerini istiyorum. Böylece “ifade etmek” kolay ulaşılır bir pozisyona ulaşır belki. Çünkü uğraşmamız gereken iki büyük sorunumuz var. Birincisi farkındalığımız hiçe sayılıyor. İkincisi de farkında olmanın yetmeyeceği koşullar öne sürüyorlar. Sadece bazıları fikir beyan edebilir. O bazılarının da bazı şartları taşıması gerekiyormuş. Tüm bunlara küfretmek ya da kızmak bir işe yaramaz.
‘Yazarken taraf tutmamaya dikkat ediyorum’ demiştin. Ne demek taraf tutmak?
Ne zaman daralsam kendime şunu söylerim: Onların doğrularını umursamayan, bildiğini okuyan tipler yarat. Saygısız, kibirli, sorunlu, deli, edepsiz, öfkeli, kusurlu tipler yaratmak mesela. Tam karşılarına da evvelden beri gelen “normalleri” yerleştirmek. Bu çatışmayı görmek hoşuma gidiyor. Yazarken taraf tutmamaya dikkat ediyorum, evet. Ama asilerin diğerlerinden daha havalı durduğunu da kabul edelim şimdi. Dün 'kadınlara yazmak için bir odaya ihtiyacınız var' diyen Woolf’dan bugüne epeyce şey değişti. Elbette her yerde aynı oranda değişim yaşanmamış olabilir. Ama iletişimin bu denli aktif olduğu bir çağda özgürlüğün sır olarak kalması zor gibi görünüyor.
‘BİLİNÇLİ BİR TERCİHİN PEŞİNDEYİM’
Son olarak sorum şu, bu aralar neler yapıyorsun, bize yeni bir kitapla gelecek misin?
Şu aralar ikinci kitap dosyamla ilgileniyorum. Yıllar önce İstanbul’u ilk gördüğümde hakkında bir şeyler yazmak istemiştim. Elimdeki İstanbul’u iki seri katilin gözünden aktarmaya çalışıyorum. İlk kitap dosyamda sevdiğim kitaplara selam gönderdim. Bu sefer de sevdiğim filmlere ve şehirlere selam gönderiyorum. Selamın şekli de hikaye kadar önemli olduğu için üslubumu tekrar gözden geçiriyorum. Bir metni yazmak meğerse işin en kolay tarafıymış. Aylarca yazdığını düzeltmek, aradaki bağlantıları güçlendirip romana benzetmek sonra gelişiyormuş. Dünyayı saran şiddet ortamında kitaplara ve yazıya sığınıyorum. Elimden bundan fazlası gelmiyor demeyeceğim. Elimden gelmesini istediğim bu. Bilinçli bir tercihin peşindeyim. Bakalım zaman bana ve okurlarıma ne gösterecek.