Toplumsal cinsiyeti tarih ve mitoloji perspektifinden ele alan yazar Atiye Kalkan, mitlerden beslenen ataerkil kapitalist ideolojiyi kırmak ve şiddeti kökten çözebilmek için feminist bir yapı-sökümle yeni dişil gelenekler yaratmak gerektiğini vurguladı.
Kadına yönelik erkek şiddetinin adeta bir kırıma dönüştüğü Türkiye’de, her gün 3 kadın öldürülüyor. Böyle bir atmosferde 25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nü karşılamaya hazırlanan kadınlar ise bunu değiştirmek için her alanda mücadele veriyor.
Günümüzde kadına yönelik ötekileştirmeye dayalı şiddetin önlenmesi için köklere dönmek gerektiğini vurgulayan yazar Atiye Kalkan, ANF’ye konuştu.
‘OLGU HEP AYNI: ERİLLİĞİN KADINA ŞİDDETİ!’
Her gün bir kadının tacize uğradığı, çocuklarının gözü önünde sevgilisi, eşi ya da eski sevgilisi, eski eşi tarafından dövüldüğü, öldürüldüğü haberleriyle uyandıklarını ifade eden Kalkan, gelinen noktada genç bir kadının herhangi bir sokaktan geçerken hiç tanımadığı bir erkek tarafından sırf canı sıkıldığı ve kendisine mukavemet gösteremeyecek bir kadını öldürme arzusu duyduğu için öldürüldüğünü de belirtti. Birçok kadının babası, ağabeyi, erkek kardeşi, sevgilisi, eşi ya da bir erkek akrabasından şiddet gördüğünü hatırlatan Kalkan, “Özneler, hikayeler ve olaylar değişiklik gösterse de, olgu aynı. Kapitalist ataerkil ideoloji tarafından yüceltilen erilliğin kadına karşı şiddeti… “dedi.
Düzenin erkek üzerinden erkek eliyle, hatta neredeyse yücelterek ortaya koyduğu şiddetin sadece kadına değil; LGBTİ+ bireylere de yöneldiğini hatırlatan Kalkan, bir bireyin sırf cinsel özellikleri, cinsiyet kimliği ya da cinsel yönelimi dolayısıyla ataerkil kapitalizm tarafından “üstün” görülen bir başka bireyden şiddet gördüğünü belirtti.
‘MEDYA KADINA ŞİDDETİ YENİDEN ÜRETİYOR’
Kalkan, kadına yönelik şiddetle mücadele kapsamındaki İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesiyle birlikte her geçen gün ataerkil kapitalist şiddetin daha da artarak devam ettiğini vurguladı.
Medyanın da şiddetin tekrar kendini üretmesinde bir aktör olarak karşımıza çıktığını belirten Kalkan, sosyal medya ya da resmi medya kanallarında her gün bir kadının şiddete uğradığının, öldürüldüğünün görüldüğüne, ama aslında görünenin ardında şiddetin doğallaştırılmış bir şekilde yeniden üretildiğine dikkat çekti.
Amacı haber vermek gibi görünen medyanın, aynı zamanda devletin en etkili ideolojik aygıtlarından biri olarak duygulara hitap ederek insanları ikna edip yönlendirdiğine işaret eden Kalkan, “Dolayısıyla sistemi yeniden üretiyor. Bu anlamda medyada gördüğümüz şiddet sahneleri de şiddeti tekrar tekrar üretiyor. ‘O, bir kadını, bir LGBTİ+ bireyi taciz etti, öldürdü ve ceza almadıysa ben de ceza almam’ mantığı artıyor ve bunun da ötesinde normalleşiyor. Aslında burada haberin içeriğinin oluşturulmasındaki dilin önemi ortaya çıkıyor; çünkü medya bize gerçekliğin resmini çizmek yerine kurduğu dille, sunduğu kadın ve erkek temsilleriyle gerçekliği yeniden kurguluyor; ataerkil kapitalist değerleri öne çıkararak egemen ideolojinin devamını sağlıyor. Benzer şekilde bilimsellik ve tarafsızlık iddiasına sahip pek çok kurum devletin ideolojik aygıtları görevini görüyor; tahakküm ilişkilerini normalleştirip pekiştirerek ataerkil kapitalist ideolojinin kültürel bellekte yerleşerek sürdürülmesine hizmet ediyor” diye konuştu.
‘KÖKLERE DÖNMEK GEREKİYOR’
Toplumsal cinsiyeti tarih ve mitoloji perspektifinden ele alan Kalkan, günümüzde kadına yönelik şiddetin önlenmesi için köklere dönmek gerektiğini vurguladı. Kalkan, mitin iktidar üretme ilişkileri içindeki rolüne bakıldığında, kapitalist ataerkil şiddetin çözümü için dil, din ve gelenek üçgeninde mitleri incelemek gerektiğine işaret etti. Ataerkil kapitalist ideolojinin kültürel bellekte yoğun simgeler aracılığıyla var olduğunu anlatan Kalkan, simgelerin, ritüeller gibi bellek araçlarının bu ideolojinin ortaya koyduğu anlatıları mitleştirdiğini belirtti. Bu anlamda mitlerin çarpıtmanın ya da meşrulaştırmanın bir aracı haline getirildiğine dikkat çeken Kalkan, “Tarih ideolojik amaçlara özgülenip çarpıtılarak mitleştirilir. Kısaca ataerkil kapitalist ideoloji, ideolojik aygıtları kullanarak mitoloji ve mitolojiyle ilişkili ritler ve yoğun simgeler vasıtasıyla kendi hakim değerlerini yayar. İktidarları kutsallaştırarak meşrulaştıran bir araç işlevi gören bu mitler tüm kurumlara sızmıştır. Dil, din, gelenek gibi tüm kurumlarda onun izlerini bulabiliriz. Geleneği destekler ve insan edimlerinin, adetlerin, törenlerin, kurumların uzak geçmişteki kutsal ile olan bağına referansta bulunarak meşruiyet üretir” dedi.
‘MİTLERDE İKTİDAR ANA TANRIÇADAN ERKEK BİR TANRIYA CEBREN GEÇER’
Toplumsal zıtlıkları, eşitsizlikleri meşrulaştırmak amacıyla birçok mitin, kutsal gerekçeleri saydığını, uyumlu olmanın ve rıza göstermenin zorunluluklarını sıraladığını dile getiren Kalkan, bu anlamda mitlerde belki de en fazla meşruiyet zemini tesis edilmeye çalışılan alanın cinsiyete dayalı eşitsizlik olduğuna dikkat çekti. Hemen bütün mitlerde, Ana Tanrıça’nın elindeki iktidarın cebren erkek bir tanrı tarafından ele geçirildiğini anlatan Kalkan, “İktidarın kadından erkeğe geçişini kafasından kızı Athena’yı, baldırından oğlu Dionysos’u doğuran Zeus’ta görürüz. Mitler, kökenleri, siyasal ya da toplumsal boyutları gizleyerek sanki insanlıkla yaşıtmış gibi tarihi doğallaştırır. Böylece hayatımızdaki en güçlü tutum ve algılarımız hep mitler tarafından şekillendirilir. Bu bağlamda erkeğin kadından üstün olduğu miti, ataerkil toplum yapısını ve bu yapının karşıladığı özel mülkiyet ilişkilerini gizleyerek, toplumun zihninde bu eşitsizliğin verili ve mutlak olduğu, dönüştürülemeyeceği yanılsamasını yaratır. Yine aynı bağlamda mitlerde kavramlar simgeleştirilerek, ‘model olma’ işlevini yerine getirir” diye konuştu.
‘DİN ERKEĞİ ÜSTÜN, KADINI AŞAĞI KURGULAR’
Süreç olarak mitlere baktığımızda iktidarda olan cinse göre tanrının cinsiyetinin de değiştiğinin görüldüğünü belirten Kalkan, şunları kaydetti: “Anaerkil dönemde kadının başatlığına dayalı olarak ve kadının bereket gücünden, doğurganlığından etkilenilerek tanrı dişil düşünülmüştür. Bu dönemi yansıtan bütün mitlerde bu değişmez. Tıpkı günümüzde eril tanrı inancının bütün olumlu varlıkları eril cinsiyetlendirmesi gibi, Ana Tanrıça da bütün varlıklara kendi cinsiyetini vermiştir. Gök, yıldızlar, ay, güneş, su, toprak, yılan gibi birçok varlık dişil düşünülmüştür. Yılan, Ana Tanrıça’nın bilge yanını simgeler, Toprak Ana ise onun bereket yanını temsil eder. Eril tanrı fikri ise birçok mite ataerkilleşmeyle birlikte sonradan yerleşmiştir; Ana Tanrıça’nın cinsiyetiyle anılan varlıklar da ya erilleşmiş ya da olumsuzlanmıştır. Örneğin bitki ruhuyla ilintili olarak diriliş mitleri doğmuştur ki İnanna-Dumuzi, Kibele-Attis, İsis-Osiris, Afrodit-Adonis gibi diriliş mitlerinde bitki ruhunu eril olan Dumuzi, Attis, Osiris, Adonis gibi tanrılar temsil eder olmuştur. Yılan olumsuzlanmış, lanetlenmiş ya da ona penisi temsil etme görevi verilmiştir. Genellikle ataerkil tanrılar ya da ataerkil kahramanlar Ana Tanrıça’yı temsil eden yılanlarla savaşmaya başlamıştır. Toprak Ana da olumsuzlanmış ve sadece tohumun ekildiği bir barınma yeri olmanın ötesinde bir işlevi olmadığı vurgulanmıştır. Kadın artık verimli, doğurup besleyen değildir. O sadece erkeğin kadının içine ektiği tohumu geçici bir süre barındırandır. Din erkeği üstün, kadını aşağı kurgular. Kanon, değiştirilemez olması çerçevesinde kadın üzerinde baskı kurar. Ataerkil kapitalist ideolojinin eril tanrısı iktidardaki cinsi yücelttiği gibi iktidardan pay alamayan cinsi de dışlar, aşağılar ve bunun da ötesinde cezalandırır. Dinin getirdiği ataerkil gelenekler kadının tanıklıktan, mirastan dışlanmasına, erkeğin kölesi olmasına neden olur.”
‘DİLLER KADINI İKİNCİLLEŞTİREN ÖĞELER BARINDIRIYOR’
Ataerkil kapitalist bir dille kuşatılan kadının, belirlenen sınırın dışına çıkmasının mümkün olmadığını belirten Kalkan, bütün dillerin kadını ikincilleştiren öğeler barındırdığını hatırlattı.
Ataerkil kapitalist dilin kadını erkeğin aşağısında konumlandırdığını ve bunun içselleştirilmesine hizmet ettiğini kaydeden Kalkan, “Dilsiz bir düşünce olmayacağına göre düşüncelerin geliştirilmesi de dille orantılı olarak sınırlıdır. Her gün aynı dilin hegemonyasında kalan insan onun ötesine geçemez. Dilin kurguladığı biçimde konuşur ve düşünür. Günlük yaşamımızda hiç fark etmeden kullandığımız birçok deyim, atasözü; erkeğe bağımlı, edilgen kadın imgeleri kurgulayan edebiyat; ataerkil bir dille farklı kadın imgeleri sunan medya ataerkil kapitalist ideolojinin tekrar tekrar üretilmesine hizmet ederler” dedi.
Akraba evliliklerinin, erkeğe tanınan üstünlük nedeniyle erkek çocuğa verilen değerin, dini nikah gibi bir çok ataerkil geleneğin hâlâ devam ettiğine işaret eden Kalkan, bu konuda İngiliz Marksist tarihçi Ernest Hobsbawm’ı referans gösterdi.
Kalkan, “Hobsbawm, ‘Geleneğin İcadı’ adlı kitapta, eski olma iddiası taşıyan icat edilmiş geleneklerden bahseder. Bu icat edilmiş geleneklerin işlevi ideolojiktir. Bu geleneklerin icadına bağlı olarak, tarih ve tarihsel süreklilik de icat edilir. Hobsbawm, ideolojilerin tarihe meşrulaştırıcı bir araç olarak ihtiyacı olduğunu söyler. İdeolojiler varlığını meşrulaştırmak için tarihi yeniden kurgular ve ortaya bir tür ‘mit-tarih’ çıkar. Geleneğin, ‘ritüel ve sembolik kompleksler’ oluşturma, ‘formelleştirme ve rutinleştirme’ ile icat edildiğini söyler” diye konuştu.
‘MUTLAKA BİR YAPI-SÖKÜM GEREK!’
Kalkan, ataerkil kapitalist ideolojiyi kırmak ve her gün yaşanan şiddeti kökten çözebilmek için tarihi belirli, evrensel ve kapsayıcı ilkeler etrafında açıklayan indirgemeci, üst anlatımlardan uzak kalmak, dil, din ve gelenek üçgeninde mitlere yönelerek kadının başat olduğu geçmiş ile bağlar kurmak, her kategorideki kadınları dikkate alarak tüm kurumları feminist bir yapısöküme uğratıp yeni dişil gelenekler yaratmak gerektiğini vurguladı.
Mitlerin, dinin feminist bir gözlükle tekrar elden geçirilip okunması gerektiğini belirten Kalkan, bunun için feminist gözlükle dünyaya bakacak olan tarihçiler, sosyologlar, sanatçılar, iktisatçılar, ilahiyatçılar, felsefeciler olması gerektiğini kaydetti. Mitoloji yoluyla her şeyin dinin ve geleneklerin içine gömüldüğüne işaret eden Kalkan, “İçinde erillik ve ataerkil kalıntısı olan o kadar çok gelenek var ki, onları aslında farkına bile varmadan içselleştirmişiz, o zaman ne yapmak lazım? Belki anaerkil motifleri ortaya çıkartır, kullanırız. Mesela eskiden bir tarla bereketli olsun diye tarlada ya hamile kadın ya da ay başı olan kadın yürütülürmüş. Ama daha sonra ataerkillikle birlikte bu değişmiş ve regl olan bir kadın bir erkeğin önünden geçtiğinde pis kabul ediliyor. Regl kanı bir kirlilik olarak görülüyor. Öyle ki, ‘bir kadın regl iken turşu yaparsa bu turşu tutmaz, ya da ekmek mayalarsa o maya tutmaz’ deniliyor. Bunu değiştirmek lazım. Evet zaman alacak ama mutlaka bir yapısökümle yeni dişil gelenekler yaratmak gerek. Dünyaya feminist gözlükle bakma zamanı” dedi.