'Sessizlik Zinciri' konferansı: Kadınlar kapatma rejiminin hedefinde

'Sessizlik Zinciri' konferansındaki konuşmalarda, sistemin kadınları nasıl hedef aldığına dikkat çekildi. Konferansta tecridin mücadeleyle kırılabileceği vurgulandı.

Özgür Kadın Hareketi (Tevgera Jinên Azad -TJA), "Sessizlik Zinciri: Kadın Siyasi Mahpuslar Etrafındaki Duvarları Yıkmak" başlığı altında gerçekleştirdiği konferans panellerle sürüyor. "Günümüz Türkiye mahpushanelerine bir bakış" adlı ilk oturumda, “Türkiye'de kadın mahpus olmak ve toplumsal etkileri”, “Mahpushanelerden topluma yayılan tecrit sistemi", "Kadın siyasi mahpuslara yönelik sağlık hakkı ihlalleri ve mücadeleleri" ve “Türkiye’de Kürt kadın siyasi mahpusların deneyimleri ve mücadeleleri” başlıklı sunumlar yapıldı.
Oturum öncesi tahliye olan 30 yıllık tutsaklar sahneye çıkarak kadınları selamladı. Burada konuşan Şadiye Manap, "İnsanların önü aydınlık, yolu özgürlükse yakın yada uzak ne olursa olsun yolu açıktır. Biz sizlere teşekkür ediyoruz. İyi ki varsınız" dedi.  30 yıllık tutsak Emine Yıldırım, "Biz bir kez daha gördük ki bir arada olunca daha güçlüyüz. Direnişiniz önünde saygıyla eğiliyoruz" diye belirtti. 30 yıllık tutsak Emine İpek de "Ben de çok heyecanlıyım, aramızda olmayan arkadaşları da saygıyla selamlıyorum" dedi. Mevlüce Acar ise 30 yıl değil 40 yıldır bu mücadelenin içinde olduğunu ifade etti.

'TECRİDİ MÜCADELEYLE YOK EDEBİLİRİZ'

Moderatörlüğünü İHD İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri'nin yaptığı oturumda, ilk olarak “Türkiye'de kadın mahpus olmak ve toplumsal etkileri” adlı sunumu 68 kuşağından İlkay Demir yaptı. '68'de tıp öğrencisiyken işgallerin, eylemlerin başladığını ve buna katıldığını söyledikten sonra tutuklandığını hatırlattı. Kentli ve öğrenci bir kesim olarak hapishanelerde olduklarını söyleyen İlkay Demir, arkadaşlarının çok ciddi işkencelerden geçtiğini söyledi.
Tecridin dışarıdan içeriye yayıldığını aktaran İlkay Demir, “Dışarıdaki özgürlük mücadelesi tecridi yok ediyor. Tecridi yok etmek için biz de mücadeleyi büyütmeliyiz"  dedi.  

'KADINI KAPATMA REJİMİ'

"Mahpushanelerden topluma yayılan tecrit sistemi" kapsamında sunum yapan Avukat Ruşen Seydaoğlu ise TJA diplomasi grubunun aslında uzun süredir cezaevlerine ilişkin kapsamlı faaliyetler yürüttüğünü söyledi.

 Kapatma rejiminin sadece cezaevlerinden topluma yayılmadığını, cezaevlerinin bu rejimin kullandığı araçlardan biri olduğunu kaydeden Ruşen Seydaoğlu, şöyle devam etti: “Nedir bu diğer kapatılma deneyimleri dediğimde aklıma gelen ilk şey kadının inşa edilen bedenlere kapatılması oluyor. Çünkü tahakküm mekanizmaları, kadın bedeninin de politik performans alanı olduğunun farkındalığıyla hareket ediyor. Ya da doğada serbest dolaşan kadının ev içine kapatılması, önce kendisinin sonra da yaşadığı mekânın özel mülkiyet politiğiyle başkaları için-mülke dönüştürülmesi bir kapatma pratiği olarak yürütülüyor. Soy sürdürme, fetih, savaşma ve yenme gibi arzularla ailelerin üretilmesi, hanedanlıkların oluşturulması bu kapatılmayı aslında rejime dönüştüren kurumların oluşturulması anlamına geliyor. Aileler, hanedanlıklar, imparatorluklar kadınlar için birer kapatılma alanı olarak üretiliyor.”

Bu kurumsallaşmaların en derinin de zaman içinde devlet adını alan form olduğunu ifade eden Ruşen Ruşen Seydaoğlu, “Mevcut sistemde de makbul kadın olmamak, egemen ulusa mensup olmamak, egemen inançtan gelmemek, egemenin kurallarına karşı çıkmak bizleri öteki kılıyor. Çünkü bu rejimde kapatanlar-kapatılanlar vardır. Rejimin öznesi, erkek egemen ve kapitalist nitelikli varlığı korunması gerekenler, kapatabilme gücüne haiz olanlar ve bunu koruyabilenlerdir” diye konuştu.

 Diğer tarafta ise norm dışı olan, statüsüz olan ötekilerin var olduğunu söyleyen Ruşen Seydaoğlu, “Kapatılmalı, gözetlenmeli, denetlenmelidirler. Muktedirlere karşı risk ya da engel oluşturmaları daha en başından önlenmelidir” zihniyle hareket edildiğini belirtti. Cezaevlerinin kademeli olarak oluşturulduğunu dile getiren Ruşen Seydaoğlu, şunları söyledi: “Bu dönüşüm tarih boyunca hapsedilenlerden-kapatılanlardan en fazla faydayı-kârı sağlama politikalarına dayandı.  Halk karşısında itiraf-acı çektirme-hükümdardan aman dileme-infaz aşamalarından oluşan dönem. Suç işleyenlerin köle olarak çalıştırılarak cezalandırıldığı dönem;  nihayetinde ise mimarisinin fabrikalarla bir örnek olarak inşa edildiği mekânlara kapatılmaya dönüştürüldüğü bu uzun süreçler özgün finans politik, kültürel politik, psikososyal politiklerle işletildi. Yani muktedirler kendi dönemlerinin siyasi zeminini nasıl yönlendirmek istiyorlarsa, toplum neye dönüşsün istiyorlarsa hapsetme, cezalandırma politikaları, pratiklerini de ona uygun oluşturdular. Gözetleme-denetleme-ıslah etme politikalarıyla devletler cezaevinde deneyip amaçlarına büyük ölçüde ulaştıkları bir sistemle artık toplumu yönetiyorlar.  Hepimiz artık kayıt altındayız. Kim olduğumuzun, bu yaşamda ne yaptığımızın, nasıl yaşamak istediğimizin önemsizleştirildiği; yerine kimlik numaralarının kullanıldığı bir sistemde yaşıyoruz.”

Türkiye’de devletin kayıt sisteminin nasıl işlediğini, bunun nasıl kapatılma rejiminin, tecrit sisteminin bir unsuru haline getirildiği hakkında da konuşan Ruşen Seydaoğlu, şu örnekleri sıraladı: “Tutuklanarak cezaevine gönderilen politik bir kadın içeriye girdiği andan itibaren idarenin ona verdiği kadar yemek yiyebiliyor. Ailesi ya da yakınları ne kadar para göndermiş olursa olsun, neye ihtiyacı olduğunu idareye yazılı olarak bildirirse temin edebiliyor. Neye ihtiyaç duyarsa duysun idarenin izin verdiği miktarda kantinden alışveriş yapabiliyor. Telefonla görüşebiliyorlar, mektup yazabiliyorlar, faks çekebiliyorlar. Ama tüm bunların içeriği idare tarafından denetleniyor. Yazılan, konuşulan her şey idare tarafından takip ediliyor. Gerekli gördüklerinde mektuplar karalanabiliyor, telefon hatları kesilebiliyor.  Çiçek yetiştiremiyorlar, gökyüzüne idarenin izin verdiği kadar bakabiliyorlar. Kimi cezaevlerinde hâlâ ilk girişte gebelik testi, çıplak arama gibi kadınların insan haklarına, onurlu bir yaşam hakkına saldırı niteliğindeki uygulamalara maruz kalıyorlar. Aramızda koğuşlara idare tarafından takılan kameraları kırdıkları için yargılananlar var, gözlerinden öpüyorum arkadaşlarımın. Direndikleri için o kameraların çıkarıldıklarına bizler şahidiz.”
Bu örneklerin yakın dönemde deneyimlenen örneklerin küçük bir kısmı olduğunu ifade eden Ruşen Seydaoğlu, “Aynı tahakküm mekanizmalarının beden politikaları, ideal kadın bedeninin nasıl olması gerektiğini tüm medya ve pazarlama gücünü kullanarak kadınlara dayatıyor. Kaydırdığımız ekranlar, gündüz kuşağı programları, estetik uzmanlarının, diyetisyenlerin tavsiyeleri bir şekilde iktidar nasıl bir beden istiyorsa onu yaratmanın neferlerine dönüşüyor.  Hangi sınıftan ya da kültürden olursa olsun kadınların pazarlarda ya da mağazalarda seçmek zorunda olduğu kıyafetler aynılaşıyor. Renkler, modeller neredeyse birebir. Yine yaşadığımız evler, sokaklar, iş yerleri, kentler aslında tıpkı cezaevleri gibi iktidarın istediği kişilere, kadınlara dönüşmemizin bir parçası olarak, kapatılma rejimine göre inşa ediliyor” ifadelerini kullandı.

 KADINLARA YARGI TACİZİ

Kapatılma rejimi ve kadın olmak arasındaki tarihsel ilişkinin bugüne yansıyan başka bir boyutunu da dışarıdaki kadınların yargı tacizinin olduğunu ifade eden Ruşen Seydaoğlu, “Kürt kadın hareketinin bileşeni olan kadın kurumlarında, sendikalarda, meslek örgütlerinde yer alan, direnen binlerce kadın soruşturma ve kovuşturmalarla aslında kapatılma rejiminin saldırısı altında. Hapsedilmenin an meselesi olduğu bir ortamda özgürlük mücadelelerini sürdürüyorlar. Ama kapatılma sadece hapsedilerek de işletilmiyor. Açılan soruşturmalarda kadınların yıllarca savcıların kararıyla kolluk tarafından fiziki olarak takip edildiğini, telefonlarının dinlendiğini görüyoruz. Yani kadınlar yıllarca anneleriyle, arkadaşlarıyla, sevgilileriyle, eşleriyle yaptıkları özel görüşmelerin devlet tarafından dinlenildiği, işlerinin, mücadelelerinin, hastalıklarının, sorunlarının devlet tarafından kayıt altında tutulduğu bilgisiyle yaşamaya mecbur bırakılıyor. İktidarlar tarafından iktidarın kendisi sürekli yeniden üretiliyor. Epistemolojik iktidarla her birey hakkında kayıt altına alma yoluyla elde edilen bilgilerden yola çıkılarak hem genel hem de tek tek bireylere kadar ayrıntılandırılan bir iktidar tarzı oluşturulur ve amaç kapatılanın düşüncesini ya da düşünme ihtimali olduklarını teslim almaktır. Edinilen bilgiler, kadınların iktidarı her an hissetmeleri için elverişli olarak kullanılır ve ıslah edilerek varlıklarını erkek egemen toplumun vücuduna dönüştürülmesi istenir. Çünkü erkek egemen zihniyetin, kapitalizmin toplumun her hücresine işlemesinde en ekonomik yol bunun kadınlar üzerinden gerçekleştirilmesidir.”

'KADINLAR İLK SÖMÜRGEYDİ'

Tarih boyunca iktidarlarla uzlaşan dinlerin, felsefe dünyasının ve pozitivist bilimin tüm cinsiyetçi saldırılarına rağmen özgürlük arzusunun ve eşit bir yaşamda ısrarın hâlâ bu denli canlı olmasının tesadüf olmadığını ifade eden Ruşen Seydaoğlu, “Siyasi bir lider ve düşünce insanı olarak Abdullah Öcalan, özgürlük mücadelesini başlattığında Kürt kadınlara bir çağrıda bulundu. Özgürlüğün felsefesini ve inşasını beraber yaratma çağrısıydı bu.  Kadın kimliği, Kürt kimliği yok hükmündekiler olarak özneleşmeye ve taşın altına beraber el koymaya davet edildik aslında. Bu benim açımdan ve inanıyorum ki bu mücadeleye dahil olan herkes açısından bir kimliğin, varoluşun parçası haline geldi.  Kadınların bu çağrıyı coşkuyla karşılaması ve bugün hala, tüm kapatma girişimlerine rağmen vazgeçmemiş olmamız bizimle kurulan bu güçlü yoldaşlıktan bağımsız değil. Kürt kadınlar olarak varoluşumuzu kimliklerimizin bütünlüğü içinde ele almamız her biri için ve aynı zamanda hepsi için böylesine mücadele etmemiz de bu yoldaşlıktan bağımsız değil.  Abdullah Öcalan üzerindeki son 34 aydır değil '99’dan bu yana farklı dozajlarda ve yöntemlerle sürdürülen tecrit de bundan bağımsız değil. Kadınların ilk sömürge oldukları, ilk kapatılanlar oldukları sistem karşısında kadınlarla doğru yoldaşlık kurmayı, toplumların başka türlü de, daha özgür daha eşit, kendi olarak yaşayabileceğini ve bunu ancak kadınlarla birlikte yapabileceğini savunması, içinde tutulduğu tecridin en büyük sebeplerinden. Bu tecridin kırılması için kadınların bunca direnmesi de aslında başka türlü, daha eşit daha özgür, kendi olarak yaşamanın mümkün olduğuna inanmalarından, inanmamızdan” diye konuştu.

TECRİDE DİKKAT ÇEKİLDİ

TTB Merkez Konsey Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı ise "Kadın siyasi mahpuslara yönelik sağlık hakkı ihlalleri ve mücadeleleri" başlıklı sunum yaptı. İnsan Haklarının kavramsaalaşması, işkencenin kabulünün annelerin mücadeleleri ile olduğunu söyleyen Şebnem Korur Fincancı, günümüzde bu mücadeleden geriye düşüldüğünü söyledi. İşkencenin uygulanabilirliği konusunda toplumda işkencenin alkışlanabildiğinin görüldüğünü söyleyen Şebnem Korur Fincancı, bunun tecrit politikalarından bağımsız olmadığını belirtti.

Tecridin cezaevlerinden mi topluma, toplumdan mı cezaevlerine yansıdığının birbirine yakın olduğunu söyleyen Şebnem Korur Fincancı, devlet adına görev yapanların bir kişiye sağlığının bozulmasına yol açacak birtakım davaranışlarda bulunmasının işkence olduğunu söyledi. İnfazların zamanında uygulanmadığı dönemde adli tutsak kadınların itiraz dahi edemediğini belirten Şebnem Korur Fincancı, "Kadınlar 3 öğün yemek yiyebiliyor. Sıcak ortamda olabiliyor. Sıcak suya ihtiyaç duyuyor diye içerde kalmayı yeğleyebiliyor. Bizim siyasi mahpuslarda olduğu gibi adli mahpuslar için de dışarıda güvende kalacağını belirtmemizde fayda var. Tecrit politikalarıyla yaşanan sağlık sorunları var. Yalnızlaştırma davranışı toplumda benzer süreci izlememize neden oluyor" dedi.
Ağır hasta tutsakların hapishanede kalma ısrarının yaşamını yitirmelere neden olduğunu söyleyerek konuşmasını sonlandırdı.

KÜRT KADIN DİRENİŞİ

TJA'lı Çağlar Demirel ise Kürt kadın hareketi olarak neler yaşadıklarına değindi. Kürt kadınlarının hem Kürt hem kadın kimliği mücadelesi verdiği için yargılandığını belirten Çağlar Demirel, "Bulunduğumuz ülkede iktidarların günümüze kadar inkar, imha ve asimilasyon politikalarını uygulamalarından kaynaklı mücadelemiz Türkiye'deki kadınlardan daha fazla" diye konuştu.
Sakine Cansız'ın Amed Cezaevi'ndeki mücadelesine değinen Demirel, onun ardılları olduklarını söyledi. Esat Oktay Yıldıran'a karşı 1980'de direnen Kışanak'ın bugün bir kez daha cezaevinde olduğunu söyleyen Çağlar Demirel, Kışanak'ın 1980'deki mücadele ve direnişinin bugün yine cezaevinde kadın kimliği ve Kürt kimliği mücadelesi olarak sürdüğünü ifade etti.

 “Dışarıda kimseyi bırakmayan bir zihniyetle karşı karşıyayız. Bu zihniyeti yok etmek bizim elimizde" diyen Çağlar Demirel, 2012’de başlatılan açlık grevlerine değinerek, şunları söyledi: “2012'de çok sınırlıda olsa açlık grevleri başladığında cezaevinde herkes bu greve girmeye başladı. 68 gün sonra Sayın Abdullah Öcalan ile görüşmeler başladı. Bu direniş toplumsallaşınca devlet böyle bir adım atmak zorunda kaldı. Tecridin en ağırı o zaman da şimdi de İmralı'da uygulanıyordu. Bizler öyle bir yaşam inşa etmeliyiz ki zindanlardaki arkadaşlarımız açlık grevine girmek zorunda kalmasın. Biz siyasetçilerin yapamadıklarını yine zindandaki yoldaşlarımızın boynuna düştü. Yoldaşlarımızın en büyük destekçileri de ailelerin adalet nöbetleridir. Herkesin ona sahip çıkması lazım.”