‘Gelip kondu bir güvercin ellerine…’

Sonra kaybolmamak için yönünü Dersim dağlarına verdi Çağla. Ömrüne Dersim’i, Dağ’ı ve Direniş’i yazmak için… Veroz Munzur yapmıştı ismini… Büyümüştü. 5 Aralık’ta ışıl ışıl gözleri ile gülümsüyordu haber sitelerinde…

Kendi kendimizle kurduğumuz ilişkinin adının etik olduğunu deneyimlediğimiz bir dönemdi. Karakterin yapıtaşı bu ilişkiydi. Erdemin harcı, anlamın farkındalığı, değerin değeri burada kendimizle olan ilişkide saklıydı. Özsaygı, özgüven, özbilinç, özgüç ile yoğrulan karakterin en sade anlatımıydı etik.

Bu ilişki tam da milenyumun başında çağın baş başa oluşumuzu işgal ettiği bir zamana karşı ruhsal direnişimizdi aynı zamanda. Dijital dünyanın yavaş yavaş ruhumuza sızmasına karşı bir tedbir belki de. Kendimizle olan ilişkiden başlayan, doğayla, kadınla, erkekle, hayatla, toplumla olan ilişkilerimize uzanan adına toplumsallık dediğimiz bir bütünsellik ya da. Ve bunu en güzel özgürlük mücadelemiz ile olan bağımızda keşfediyorduk. Rêber Abdullah Öcalan, “Özgürlük olmadan etik estetik olmaz” diyordu. Bir cümlede her şey doğal anlamlarına kavuşuyordu.

 ‘Olmak’ böylece… Her ilişkimizde olurken bulmak, buldukça aramak, ararken olmak… Sonra olmanın mücadele ile olan bağını keşfetmek… Doğru zamanın ritmine özgürlüğün ışıltılı estetiğiyle katılmak… Evet öyle ya, nasıl etik kendimizle olan ilişkinin adı ise estetik de onun özgürlükle olan bağıydı…   

Beştepe’de olan ajansımızın penceresinden düşen kar tanelerini avucumuza almaya çalışıyorduk. Hayatın damarlarında akan saliseleri takip ediyorduk. Avuç içimize aldığımız anda eriyen kar taneleri… Sıcak dünyamızın mekanıydı avuç içlerimiz. Sevgimizi saklardık orada. Kültürümüzde sevginin ifadesi avuç içini öpmekti. Bir dünyayı…  

Çağla ile pencereden avuç içime dokunan kar tanelerini toplamaya çalıştığım bir zamanda tanıştık. Kara eşlik eden yelin usulca tenimize dokunduğu bir an’da. İsmi çok güzeldi. Çağla Yeleser… “Bir soğuk yel eser/ Üşür ölüm / ölüm bile/ Anlatır akan kanı beyaz sesiyle/ Gelip kondu bir güvercin ellerine o gece” dedim usulca… Çağrışım işte. Güldü. Çocuksu bir gülüş. Biraz da öfke… Çocuksu gülüşüne büyük bir öfkeyi sürmüştü adeta…

Olgun, ama değil de. Tıpkı ismi gibi. Çağla… Daldı bir an… Sonra elini hafifçe pencereden dışarıya uzatarak kar tanelerini sağa sola savuracak tarzda elini salladı. Habere de gitmemiz gerekiyordu. Ben yeni gelmiştim ajansa, stajyerdim. Ve, “Hadi erken çıkalım. İliklerimize kadar hissedelim karı” dedi gülerek… Dışarıya çıktık. Kar tanelerinin altında yürümeye başladık.

Dokunduğu anda dağılan kar tanelerinin ilişki diyalektiği nasıldı acaba? Kar taneleri nasıl yerleşiyordu yaşama? Doğru ya her canlı ilişkileriyle yerleşiyordu yaşama. Her şeyin bir anlamı vardı. Ve ilişkiydi bu anlamın taşıyıcısı. Kendimizden başlayarak yaşamın her boyutuyla kurduğumuz ilişkide saklıydı anlam. Anlam yitimi de buradan başlıyordu ya. Her şeyle aramıza sızan, dokularımızı parçalayan bilişim çağında… İlişkilerimizi parçalayarak…

Sesli düşündüm o an’da. Çağla, anlamaya çalışan aynı zamanda içinde ironi de olan bir gülümsemeyle kaş göz işareti yaptı… “Kar taneleri diyorum nasıl yerleşiyor yaşamın içine?” Çağla, “Bence direniyorlar onlarda bizim gibi. Kaybolmamak için… Aradan çekilip toprakla buluşmalarına izin verelim. Kaybolmasınlar.”

Haber dönüşünde de yürüdük öyle, Emek’ten Beştepe’ye kadar… Geç kalmıştık. Döndüğümüzde Murat bizi bekliyordu. Murat Kolca… Dijwar Şoreş… 2018’in 6 Nisan’ında Amanoslar’da yıldızlar kervanına katıldı. Murat’ın gülümsemesinde onlarca eleştiri saklıydı. Kişinin kendisini sorgulaması için her yöntemi dener, sinirlerini bozar, bunu fark ettiği anda toparlamak için espriler yapardı. Onunla her diyaloğunuz bir duygular cümbüşü demekti. İlk başta sizi zorlayan bu özelliği onu tanımaya başladıkça farklı bir renge bürünüyordu. Nevi şahsına münhasır bir arkadaş olarak yaşamınızın bir parçası oluveriyordu. Çağla ile hep kavga ediyorlardı… İkisi de inatçı. İkisi de doğrularında ısrarlı. Ve ikisi de gururlu. Kavgaları günün sonunda birbiriyle konuşmamaya kadar varırdı. Nöbetçiydi ve neden geç kaldığımızı soruyordu. Kendi çapımızda kurduğumuz kar tanesinin hikayesini anlattık. “Koku” dedi, “Kar tanelerinin bir kokusu var ki Kürdistan dağlarının dışında yoktur böyle bir koku…” derinden bir nefes çekerek… Dağlara özlemin ifşasıydı bu. Çağla gülümsedi orada. “Bak işte bu konuda sana katılıyorum” dedi gülümseyerek.

Sonra kaybolmamak için yönünü Dersim dağlarına verdi Çağla. Ömrüne Dersim’i, Dağ’ı ve Direniş’i yazmak için… Veroz Munzur yapmıştı ismini… Arada bir fotoları, görüntüleri yansırdı. Büyümüştü. 5 Aralık’ta ışıl ışıl gözleri ile gülümsüyordu haber sitelerinde… Munzur, Nuda, Baz, Jinda, Rojin, Azad ve Şervan yoldaşlarıyla beraber…

Dünyanın en güzel en özlü insanlarının bakışlarına hangi kötülük dayanabilir ki… Yaşamın damarlarını patikalara nakşeden, evrenin gizini yerin yüzüne canlarıyla yazan bu güzel insanların enerjilerine hangi kötülük dayanabilir?  Evet onlar çağın umudu, anlamın taşıyıcısı, özgürlüğün teminatı olmayı başardılar çoktan… Onlar ki hiç ayrılmadılar topraklarından, hiç ayrılmadılar arkadaşlarından. Kendileriyle olan ilişkilerinin etik ve estetiğinin şifresiydi bu… Sonra, “Gelip kondu güvercinler ellerine o gece…”