Kürdistan’ı yok etme saldırıları ve işbirlikçilik...

Selahaddin Eyyubi'nin aslında Haçlı müdahalesine karşı doğu kültürünü koruduğunu belirten Sedat Ulugana, "Kürtler için Eyyubi sonrası devlet yönetiminde yer alabilmenin yolu Sünni erki kabul etmekten geçiyordu" dedi.

Akademisyen, tarihçi ve yazar Sedat Ulugana ile İslamiyet sonrası Kürtlerde işbirlikçi çizginin gelişimi, Kürdistan’ı yok etmeye çalışan Osmanlı’nın merkezileşme operasyonlarını ve uluslararası güçlerin buradaki rolünü konuştuk.

Ulugana, Osmanlı’nın merkezileşme operasyonları sürecinde merkeze Kürdistan’ı koyduğunu ve Kürdistan'a büyük saldırıların gerçekleştirildiğini söyledi. Bu süreçte Mirlerin devlet memuruna dönüştürüldüğünü söyleyen Ulugana, "Osmanlı merkezileşme sürecinde Kürdistan’daki bütün servete el koydu. Sadece bu da değil, entelektüel mecrada o zamana kadar birikmiş bir Kürt bilgi külliyatı vardı. Bu birikmiş külliyat, dönemin Mirlerinin kütüphaneleriydi. Bu kütüphanelerde birikmiş binlerce cilt Kürtçe eser vardı.

Osmanlı 1820-1830-1850’lerde Mir kalelerine saldırırken, özellikle Kürtçe el yazması kitapları ve Êzidîlere ait dini metinleri yaktılar. Bazı edebi kitapları ise alıp İstanbul'a götürdüler. Kısacası bu merkezileşme operasyonlarını, 'Kürdistan’ın tamamen yok edilmesi' olarak ele almak gerekiyor. Osmanlı merkezileşme operasyonlarına başladığı bu süreçte modern bir savaşı yürütebilecek güçte değil. Bu aklı Osmanlıya başta Almanlar, İngilizler ve Fransızlar verdi. Aynı güçler Osmanlı’ya, Kürdistan’daki beylerin tasfiye edilmesi gerektiği konusunda direktifler veriyorlardı" diye konuştu.

Kürt tarihinde iki çizginin hep var olduğunu görüyoruz. Birinci çizgi çoğunlukla dar ve isyan çizgini çok aşamasa da direniş çizgisi, diğeri de Kürdistan’ı işgal eden ya da etmek isteyen güçlerle ve Kürt soykırımcılarıyla Kürt direnişçilere karşı işbirliği içinde olan çizgi. Bu iki çizginin varlığı Kürdistan’ı nasıl etkilemiştir?

Aslında direniş çizgisi ve bu direniş çizgisine karşı gelişen işbirlikçi- teslimiyetçi çizgi ikilemi sadece Kürtlere ait bir ikilem değil. Daha çok dağlı kabile dediğimiz yani geç modernite döneminde ulusal mücadele veren, özgürlük mücadelesi yürüten diğer bütün halkların özellikle de dağlı halkların ikilemidir.

İskoçya örneğinde de yine aynı şekilde uzun bir dönem öz-direnişçi bir taraf özgürlük mücadelesini yürütürken; diğer tarafta İngiltere kraliyet ailesiyle iş birliği yapan ve kendi direnişçi şövalyelerini tasfiye etmeye çalışan daha baskın bir çizgi gelişmiştir. Ki İskoçya’nın halen İngiltere’ye bağlı olmasının başat nedeni budur.

Kürdistan özgülünde bu ikilem nasıl görülür?

Kürdistan özgülünde de kuşkusuz bu iki çizgi var. Mirlik dönemine kadar (1200-1300’lere kadar) Kürtlerin birçok devlet kurma pratiği ile kendisini yönetme deneyimleri mevcuttur. Mesela İslam sonrası dönemde Şadiler, Mervaniler var. İslam öncesi döneminde Huriler, Gutiler, Karduçiler vardı, yine Medler gibi Kürt imparatorlukları vardı. Kürtler aslında İslam öncesi Ortadoğu’da çok belirleyici, hâkim bir güçtü. Tarihin akışını da belirlemişlerdir, kısacası bu dönemlerde Ortadoğu'nun şekillenmesinde ana aktörlerden bir tanesi Kürt toplumunun kendisidir.

Sonrasında zaten semavi dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte ortada imparatorluklar, devletler kalmadı. Dinin kraliyet temsili bazında, nasıl artık tek bir kral varsa tek bir tanrı vardır inancıyla birlikte artık tekçilik zihniyetini görüyoruz.

Nedir? Hristiyan dünyasını temsil eden bir Roma, Bizans örneği vardı. Müslüman dünyasını temsil eden bir Arap İslam devleti vardı. Daha sonra bu Emevi devletine, ondan sonra da Abbasi devletine dönüşecektir. Bu Arap devletinin başat bileşenlerinden bir tanesi de Kürt halkıydı. Moğol tehlikesine karşı Abbasileri koruyan Ebu Müslim Horasani bir Kürt’tü. Etrafına toplayıp Horasan’dan getirdiği ordunun hemen hemen hepsi de Kürtlerden oluşur.

Ondan sonraki sürece baktığımızda, Selahaddin Eyyubi’yi görüyoruz. Bugünün şartlarına ve değer yargılarına göre Kürt tarihini ele alırsak, bu bağlam bizi yanılgıya götürür. O dönem için, “Selahaddin neden bir ulusal devlet kurmadı” ya da “Neden bir Kürt milliyetçisi gibi davranmadı” argümanları aslında dönemin tarihsel gerçekliğine terstir.

Selahaddin, Şeddadi Kürtlerine mensup Eyyubi Hanedanlığından bir Kürt Mirzaydı. Öyle ki Kafkasya’dan gelip bütün Ortadoğu'yu, Müslüman dünyasını yeniden dizayn edecekti ve muzaffer bir Kürt sultana dönüşecekti. Bütün ordu kademesinin, özellikle de ordunun üst kademesinin hepsi Kürt’tür, yine idarecilerinin hemen hemen hepsi Kürt’tür. Yani aslında Eyyubi devletinin temeli Kürtlük erkidir. Ama Kürt nüfusu yetmemiştir. Kendisi de “Ben ne yaptıysam Kürtleri dağlardan indirip Ortadoğu çöllerine getiremedim” diyor. Bu anlamda o dönemler için de Kürtlerin Kürdistan'a bağlılığı çok çok belirgindi, güçlüydü.

Selahaddin Eyyubi'nin tarihteki önemi nedir?

Haçlıların yani Avrupalıların Hristiyanlık adı altında batının değer yargılarını, Doğu dünyasına empoze etmeye çalıştıklarını biliyoruz. Selahaddin bu anlamda çok belirleyici bir aktör olarak ortaya çıkmıştır. Bu, Kürtlerin Ortadoğu'ya ve Doğu toplumlarına ilk güçlü müdahalesiydi aslında. Selahaddin İslam dünyası ve kültürünün kurtarıcısı olarak ele alınır. Aslında Selahaddin’i önemli kılan bence Doğu Kültürünü ve dünyasını kurtarmasıydı.

Selahaddin Eyyubi sonrası İslam dünyasında yaşanan gelişmelerin “işbirlikçiliği” geliştirdiğini söylemek doğru mu?

Selahaddin Eyyubi’den sonraki süreçte İslam dünyası içinde bir bunalım yaşandı. Sünnilik ve Şialık çelişkisi çok çok derinleşti. Fatimiler Mısır’da Şiiliği; Abbasiler de Bağdat’da Sünni cenahı temsil ediyordu. Bir de yanı başlarında Kürdistan ve İran’da yani Sünniliğe -Şiiliğe tamamen alışamamış Kürt ve Fars halkları vardı. Bunlar daha çok Zerdüştî inançlarını arkaik bir biçimde devam ettiriyorlardı.

Abbasilerin halifeliği, hilafeti temsil ettikleri bir döneme girilmişti. Devlet yönetiminde herhangi bir kademede yer alabilmenin yolu, Sünni erki bir şekilde kabul etmekten geçiyordu. Bu da aslında Kürdistan’da İslam sonrası teslimiyeti ve işbirliğini zorunlu kılan çizgiyi geliştiriyordu.

İslam erkinin kabulünü işbirlikçilik çerçevesinde ele aldığımızda, bu dönemde işbirlikçi olarak kimleri gösterebiliriz?

Mervanilerden yani 1200’lerden hemen sonra Kürdistan’da mantar gibi onlarca Kürt beyliği, Mirliği türedi. Dolayısıyla işbirliğine giden daha çok Mir’lerdi. Bitlis civarında Rojkan beyleri, Şerefhanlar, Colemerg civarında İrisan beyleri dediğimiz Abbasiyan beyleri, Cizre bölgesinde Azizan yani Bedirhanilerdi.

Kürdistan’da; Hizan, Müks, Tercan, Botan, Behdinan, Soran, ve Baban’da işbirliğini kabul eden aileler çıkar. Bahsettiğim Mirlikler ve beyliklerin o dönemki yapısına bakıldığında, Abbasi yani hilafet erkinden aldıkları icazetle işbirliğini tamamen kabul eden bir konuma evrildiklerini görüyoruz.

O dönemde Kürt halkının Müslümanlıkla bağları güçlü müydü? Kürdistan’daki bu işbirlikçiliğin temel dinamiği nedir?

1200-1300’lerde Kürt toplumunun Müslümanlıkla çok güçlü bağları yoktu. O dönemde bu Mirliklerin sınırları içerisinde yer alan Kürt aşiretlerinin neredeyse tamamı Êzidîdiydi. Yine Mirlik ordusunu oluşturan Êzidî kesimdi ama mirin kendisi ve mir ailesi Sünni’ydi. Sonraki süreçte de yine Osmanlı İmparatorluğu, Safevi İmparatorluğu ve Moğollar gibi büyük güçlerle işbirliği yapan, Kürt mirleri ve mir ailelerini görüyoruz.

Bu Mirlerin arkalarında aşiret ve aşiret konfederasyonu şeklinde örgütlenmiş devasa Kürt kitleleri vardı. Bu Kürt aşiretleri Osmanlıyı (Rom) ve Safeviyi (Ecem) yani büyük düşmanların egemenliklerini tanımıyorlardı. Bu noktada Mir aşiretin kendisini baskı altında tutuyordu. Kısacası Kürdistan tarihinde işbirlikçiliği zorunlu hale getiren olgu Mirlerin eliyle gelişiyordu.

Mir’in işbirliği yapmasındaki motivasyon aşiretin, Aşiret Konfederasyonu’nun yada bunları oluşturan geniş Kürt kitlelerinin çıkarları değil, kendisi ve ailesinin çıkarlarıydı. İşbirliğini zorunlu kılan çizgi Kürdistan’da bu şekilde gelişti.

İşbirlikçi ilişki geliştiren “Mirler” nasıl bir fayda sağlamışlardır? Bahsettiğiniz çıkarlar hangi yollarla elde edilmiştir? Mirlerin oluşan halk isyanlarının bastırılmasındaki rolleri nedir?

Mir, aşiret halkından vergi alıyor. Aldığı bu verginin yarısını kendi hazinesine aktarırken, bir kısmını da Osmanlı’ya gönderirdi. Şayet Kürt aşiretleri vergi vermeyi reddettiklerinde ve Mir’in aşiretlerle tek başına savaşacak gücü olmadığı durumlarda, Osmanlı ordusunu çağırırdı. Osmanlı ordusu gelip Kürt aşiretlerini kırardı. Ama bu konuda çok ilkeli duran bazı mirler de vardı. Bunlardan biri Bitlis miri Abdal Han’dır. 1655’te Osmanlıya vergi vermeyi reddeder. Van paşası Melek Ahmed Paşa’ya gönderdiği mektupta, “Osmanlıların atları bundan sonra Kürdistan’dan su bile içemez” der. Tabi bu mektuptan sonra Abdal Han’a da saldırıp tasfiye ettiler.

19. yüzyılda Osmanlı’nın merkezi bir otorite kurmasıyla birlikte Kürt isyanlarının başladığını biliyoruz. Bu değişim ve dönüşümle birlikte Kürdistan'da işbirlikçilik sona erdi mi?

1830’lardan sonra, Tanzimat süreciyle birlikte Osmanlı merkezileşmeye çalıştı. Merkezileşmenin önündeki en büyük engel Kürdistan’daki neredeyse bağımsız bir şekilde hakimiyetini devam ettiren Mirliklerin varlığıydı. Osmanlı erki 1820’lerden başlayarak Kürdistan’a saldırılar düzenledi.

Bu dönemde de mirlerin çoğunluğu, Osmanlı erki ile işbirliği içerisindeydiler. Osmanlı mirlere, “Artık isminiz sanınız ‘mir’ değil kaymakamdır. Maaşınızı da ben ödeyeceğim” der. Hatta bazılarına artık “müdür” diye hitap ediliyordu. Yani 1820’lerden sonra mirin direk memurlaşması söz konusudur. Mirler de bu memurluk statüsün kabul etmişti.

Kendi statüsüne dönük bir ilhakın olmaması için neredeyse bütün mirler 1820’lerden başlayarak, Osmanlıyla bu bağlamda da işbirliklerini tazelediler. Osmanlı bunları maaşa bağladı. Bazılarını kaymakam yaptı, bazılarını da mütesellim yaptı. Bunlar aslında hakaretvari sanlardı. Mirler sesini çıkarmıyorlardı.

Bu dönemde gelişen isyanları nasıl tanımlamak gerekiyor? Bu isyanlarda Mirlerin öncülüğü de söz konusu...

Osmanlı erki 1840’larda tekrar Mirliklere saldırdı. Bu Mirliklere kendi kaymakamını ve mütesellimini göndermek istedi. Böylece Mirler de ayağa kalktı. Osmanlı erki de 1840’lardan itibaren Mirleri teker teker Kürdistan’dan sürdü ve yerlerine kendi müdürlerini ve kaymakamlarını gönderdi. Tedrici Merkezileşme politikasından sonra Kuzey ve Güney Kürdistan'da isyanlar başladı..

1840’da Bedirhan Paşa İsyanını görüyoruz. Dikkat edin artık sanı “mir” değil, Osmanlı devlet idaresine özgü bir makamı temsil eden “paşa”dır... Bedirhan Paşa’nın o süreçteki rütbesi kaymakamdı, yani bir Osmanlı memuruydu. Bedirhan Paşa'nın isyanı her ne kadar bir Kürt isyanı olsa da milliyetçi bir isyan değildi. Kendi ailesi ve mülkünü korumak için zaruri bir girişimdi, askeri bir başkaldırıydı.

Nitekim 1840’lardan sonra İstanbul’da ifadesi alındığında. İfadesinde “Benim malıma mülküme, çoluk çocuğuma bir şey olmasın diye başkaldırdım” der. Bedirhan Paşa İsyanı’nın milliyetçilikle bir alakası yoktur.

Osmanlı merkezileşme sürecinde başka güçler tarafından desteklenmiş midir? Aynı zamanda isyanların bastırılmasında dış ülke veya merkezi yönetimlerin desteği söz konusu mudur?

Tanzimat yani merkezileşme operasyonunda Almanları rolü mühimdir. 1820-1830’larda Osmanlı ordusu Garzan ve Cizre bölgesinde yine Diyarbekir vilayetinin dağlık bölgelerinde Kürt aşiretlerine ve mahalli Kürt beylerine karşı bir soykırıma girişti. O dönemde sahadaki Osmanlı ordusuna askeri danışmanlık yapan Binbaşı Moltke’dir. Kendisi Almandı, Alman Prusya krallığının Osmanlı ordusuna göndermiş olduğu resmi sıfatlı askeri danışmandır. Katliamları kendi gözleriyle görüp ve yazıya dökmüştür. Moltke mektuplarında bu katliamlara özellikle değinmiştir. Dönemin Almanya’sının Kürdistan’ın merkezileştirilmesi ve ilhak edilmesinde bu şekilde dolaylı bir rolü vardı.

Osmanlı merkezileşme operasyonlarına başladığı bu süreçte modern bir savaşı yürütebilecek bir güç değil. Bu aklı Osmanlıya başta Almanlar, İngilizler ve Fransızlar verdi. Aynı güçler Osmanlı’ya, Kürdistan’daki beylerin tasfiye edilmesi gerektiği konusunda direktifler veriyorlardı..

Bu güçler Osmanlıdan neden beylerin ortadan kaldırılmalarını istemişlerdir?

Bu güçler Kürt beylerinin tasfiyesi durumunda Doğu Hristiyanlığının yani Ermenilerin, Süryanilerin, Nesturîlerin vb. özgürleşeceklerini hesaplamışlardı. Oysa o zamana kadar Hristiyanların güvenlik sigortası aslında Kürt Mirleriydi. Bu güçler bunu göremediler. Hristiyanlar vergilerini ödedikleri sürece Mirler tarafından korunuyorlardı. Elbette Mir, onları daha çok bir vergi hazinesi olarak görüyordu. Zira Mirin kendisi aşiretlerden zor vergi alabiliyordu. Ama çiftçi kesimini oluşturan ve köylerde, şehir merkezlerinde yaşayan Hristiyanlardan daha rahat bir şekilde vergi alabiliyordu.

Mirlerin tasfiye edilmesiyle birlikte Kürdistanlı Hıristiyanlar tamamen korumasız kaldılar. Bu süreçten sonra muazzam bir şiddet sürecine girildi. 1850’lerde başlayan bu süreç 1915’lerde Kürdistan’daki hemen hemen bütün Hıristiyanların katledilmesiyle birlikte sona erdi.

Bu dönemde Kürt beyleri arasındaki çatışmaların da olduğunu görüyoruz. Bu çatışmaların işbirlikçilikle bir bağlantısı var mıdır?

Özellikle merkezileşme sürecinde Osmanlı, bazı Kürt mirlerini karşılıklı bir şekilde daha etkili bir şekilde kullandır. Örneğin Mir Bedirhan’a karşı ailesinden olan Ezdanşeri kullandı. Mutki Beyi Abdal Ağa’yı Bitlis Miri Şeref beye karşı kullandı. Yine Hakkari Miri Nurullah’ı ve Müks Miri Han Abdal’ı Bedirhan’a karşı kullandı. Mir Nurullah ve Han Abdal’a, “Siz bu isyanda Mir Bedirhan’a destek vermez ve karşısında durursanız bölgelerinizde kalmanıza izin vereceğim” der. Ama Mir Bedirhan’ın isyanını bastırdıktan sonra Mir Nurullah ve Han Abdal’ı da sürgüne gönderdi. Bu şekilde önce Kürt mirlerini birbirine kırdırtarak sonra hepsini bir şekilde tasfiye etti. Tek bir tane mir ailesini dahi Kürdistan’da bırakmadılar. Bir kısmını da öldürdüler, bütün mal varlıklarına da el koydular.

Mirlerin mallarına el konulmasının Kürtler açısından, merkezileşme operasyonlarının Kürdistan açısında anlamı nedir?

1100’lü yıllardan 1850’li yıllara kadar -800 yıla yakın- Kürdistan’da biriken Kürt kamu sermayesi 1830-1840’lardaki merkezileşme operasyonlarıyla birlikte Osmanlı‘nın İstanbul’daki devlet hazinesine aktarıldı.

Osmanlı bütün bu servete el koydu. Sadece bu da değil, entelektüel mecrada o zamana kadar birikmiş bir Kürt bilgi külliyatı vardı. Bu birikmiş külliyat, dönemin Mirlerinin kütüphaneleriydi. Bu kütüphanelerde birikmiş binlerce cilt Kürtçe eser vardı. Osmanlı 1820-1830-1850’lerde Mir kalelerine saldırırken, özellikle Kürtçe el yazması kitapları ve Êzîdîlere ait dini metinleri yaktılar. Bazı edebi kitapları ise alıp İstanbul'a götürdüler. Kısacası bu merkezileşme operasyonlarını “Kürdistan’ın tamamen yok edilmesi” olarak ele almak gerekiyor.

Kayyum döneminde Kürt halkının birikmiş sermaye ve emeğinin tarumar edilmesi ile Osmanlının merkezileşme sürecinde Kürdistan’daki sermayeyi talan etmesi arasında bir bağ var mı? Aynı siyaset mi yürütülüyor?

Elbette benzeyen yönleri vardır. Osmanlı o dönemde Kürt sermayesinin tamamını talan eder ve İstanbul’a aktarır. Bazen de mirlerin kendisine müdahale eder. Aynı aileden olmak üzere başka biri görevlendirir. Bunu yapmıştır. Tanzimat süreciyle birlikte tamamen bu yörelerde hiçbir Kürt yöneticinin, yöneticilik yapmaması kararı alır. Batıdan kendi memurlarını gönderir. Bu anlamda bir paralellik var.

Ama şöyle bir farklılıkta var. O kurumlar Kürtlerin kurumlarıydı, yani devletin onlara vermiş olduğu kurumlar değildi. Onun için bu günkü belediyeler vb. aslında devletin yapmış olduğu kurumlardır. Biz bunları seçimle kazanırız. Devlet müdahale eder ve kayyum atar. Böyle bir farklılık da var.