Soykırım bilinci var olma bilincidir

Efrîn’ye yönelik TC işgalini düşünürken aklıma Dersim soykırımı geliyor. Türk sömürgecileri ‘sel harekatı’na başlamadan önce, Dersim’de ‘medeni adam yavrusu’nun yetişmeyeceğine kesin kanaat getirmişlerdi.

Soykırım konusundaki bilincimizin de, buna karşı ruhsal tepkilerimizin de yüz yüze bulunduğumuz soykırım pratiğini anlatmaya yetmediğini görmek müthiş kahredicidir. Theodor Adorno, "Yaşama bakışımız, artık yaşam olmadığını gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür" der. Adorno’nun bu özlü sözünün Kürt bireyinin gerçeğini oldukça iyi açıkladığına inanıyorum. Soykırım kıskacında tutulan bir halkın mensubu olduğunu en dehşetli şekliyle fark etmeden yaşayan bir Kürt bireyi, bu yaklaşımıyla Kürtler için bir yaşam olmadığını gizlemeye hizmet etmektedir. Kürt halk gerçeğinde, bir birey ancak kendini kültürel soykırımın yol açtığı lime lime olmuşlukta keşfettiğinde kendi hakikatine erişebilir ve ancak bu ürkütücü parçalanmışlığı aşarak kendisi haline gelebilir. Bizde bilinçler de sömürgeleştirilmiştir ve bu da belleksizleştirmeye tekabül eder.

Önder Abdullah Öcalan, nerede olursa olsun, bir Kürt bireyinin kendisini özgür sanarak yaşamasının büyük bir yanılgı olduğunu söyledi. "Yanılgı ve yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam, kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır" dedi. Ahlaklı ve onurlu bir Kürt için yaşamın, ‘kesinlikle günün yirmi dört saatinde varlık ve özgürlük savaşçısı olmakla mümkün’ olabileceğini belirtti. Kendi duygu dünyamızı kültürel soykırımın etkilerinden arındırmadan, yaşamın hainleri olmaktan kurtulamayız. Gerisi, her önüne gelenin çıkarları için kullanacağı bir nesne durumunda kalmaya devam etmektir. Yarım bilinç, kişiyi ‘artık yaşam olmadığının’ dolaysız kanıtı olan bu nesne konumundan çekip çıkarmaya yetmez. Özgür olarak kendini yeniden oluşturmak öncelikle soykırım konusunda derinlikli bir bilinçlenmeye bağlıdır.

Daha önceki bir yazımda da değinmiştim. Deneyimli bir gazeteci, duyarlı bir belge yazarı ve romancı olan Eduardo Galeano, belki de Latin Amerika örneğinde yerli halkların yok ediliş olgusunu yakından tanımış olmasının sağladığı bilinçle, soykırım olgusunu son derece çarpıcı sözcüklerle ortaya koyuyor. "Soykırım planı: Önce otu biçmek, hala canlı olan son bitkiye kadar her şeyi kökünden sökmek. Toprağı tuzla sulamak... Sonra otun belleğini öldürmek. Bilinçleri sömürgeleştirmek için onları yok etmek; yok etmek için, geçmişlerini boşaltmak. Bölgedeki tüm sessiz tanıkları, hapishaneleri, mezarlıkları ortadan kaldırmak. Anımsamak yasaktır." Galeano’nun ortaya koyduğu bu ‘soykırım planı’nın Kürdistan’da adeta harfiyen hayata geçirildiği asla inkar edilemez bir gerçektir. “Otun belleğini öldürmek; bilinçleri sömürgeleştirmek için onları yok etmek; yok etmek için, geçmişlerini boşaltmak; bölgedeki tüm sessiz tanıkları, mezarlıkları ortadan kaldırmak”, özellikle Türk sömürgeciliğinin Kuzey Kürdistan’daki en yıkıcı soykırım uygulamalarını anlatıyor.

Naziler, İkinci Dünya Savaşı’nın ateşleri içinde katlettikleri Yahudileri ‘Lebenunwertes Leben’ (yaşamayı hak etmeyen canlar) olarak adlandırmışlar; işledikleri insanlık dışı suçlara bu tarzda haklılık kazandırmaya çalışmışlardı. Onlara göre, Yahudiler, uluslararası bir komplocu güç olarak dünyayı kontrol etmek istiyorlardı ve bu da Ari ırkının benzer planları önünde en ciddi engeldi. Bu yüzden Yahudiler katli vacip bir topluluktu. Faşist diktatör Erdoğan ile onun aşağılık ruh ikizleri Bahçeli ve Perinçek’in nutuklarına bakın, Nazilerinkiyle çakışan pek çok ortak nokta göreceksiniz. Özgürlük isteyen Kürt onların gözünde Türk devletinin bekasını tehdit eden tehlikeli bir komplocu varlıktır; ‘ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü’ne kastetmek isteyen emperyalist güçlerin suç ortağıdır. Bu yüzden nerede özgürlük isteyen bir Kürt varsa orası yerle bir edilmeli, ‘taş üstünde taş, gövde üstünde baş’ bırakılmamalıdır! ‘Nihai çözüm’ Kürt kimliğinin yeryüzünden sonsuza dek silinmesidir; o zaman Türk devleti için bir ‘beka sorunu’ söz konusu olmayacaktır.

Efrîn’ye yönelik TC işgalini düşünürken aklıma Dersim soykırımı geliyor. Türk sömürgecileri ‘sel harekatı’na başlamadan önce, Dersim’de ‘medeni adam yavrusu’nun yetişmeyeceğine kesin kanaat getirmişlerdi. Kendi kök kültürüne sımsıkı bağlı olan Dersim insanını Türklük potasında eritmeyi adeta imkansız görüyorlardı. “Dersim’e sefer olur ama zafer olmaz” sözü esas olarak yabancılaşmayı reddeden bu kültürel direnişi ifade eder. “Aslını inkar eden haramzadedir” deyişi bu direnişin en özlü anlatımıdır. Sömürgeci TC devleti bu direnişi kırmanın yolunu tenkil, tedip ve tehcir harekatlarında gördü. On binlerce Dersimli’yi topluca yok etti, arta kalan kılıç artığı direnişçileri tehcire tabi tuttu. Dersim’i büyük ölçüde insansızlaştırdı.

Sıradan bir Türkçe sözlükte bile, tenkil, ‘düşman veya zararlı kişileri topluca ortadan kaldırma’ biçiminde tanımlanır. Bu anlamda tenkil soykırımın bir türüdür. Tehcir ve tedip ise bu soykırımın tamamlayıcı unsurlarıdır. Yani her üç kavramın içeriği, BM Genel Kurulu’nda kabul edilmiş olan soykırım tanımıyla bire bir örtüşmektedir. ‘Zararlı unsurlar’, kimliksiz ve kişiliksiz yaşamayı onursuzluk sayıp reddedenlerdir. Bu açıdan bunlar ulus-devletin gözüne bir sebze bahçesindeki ayrık otları ya da bitkileri kemiren zararlı böcekler gibi görünürler. Bahçıvan ayrık otlarını kökünden söküp atar, böcekleri zehirli kimyasal ilaçlarla yok eder. Türk ulus-devleti de böylesi bir ‘bahçıvan devlet’ kimliği taşıyor. Zaten bu soykırımcı devletin resmi temsilcileri sürekli ‘kök kurutmak’tan söz ederek bu gerçeği teyit ediyorlar. Onlar ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. Ama kurban olarak görülenler cephesinde aynı ölçüde bir bilinç netliğinden söz etmek zor görünüyor.

Bugün Efrîn tıpkı 1938’in Dersim’i gibi aynı soykırımcı Türk devletinin tenkil ve tehcir uygulamalarıyla yüz yüze bulunuyor. Düşmanın Efrîn’de kullandığı silahların yıkıcı ve yok edici etkisi geçmişte kullandıklarından katbekat fazladır. Faşist TC savaş uçaklarıyla havadan, obüsler ve tanklarla karadan Efrîn’in kasabaları ve köylerini bombalıyor. Kadın erkek, genç yaşlı gözetmeksizin insanlarımızı katlediyor. Küçücük çocukların kanına giriyor. IŞİD’in patlayıcı yüklü araçlarla saldırarak yaptığını soykırımcı TC devleti bu bombardımanlarla gerçekleştirip Efrîn’i insansızlaştırmaya çalışıyor. Daha da ilginci, aynen Naziler gibi bu iğrenç niyetini açıkça dile getirmekte hiçbir sakınca görmüyor. Bu politikanın 1925-1940 yılları arasında Kuzey Kürdistan’da sistematik bir biçimde hayata geçirildiği iyi biliniyor. Balkan ülkeleri ve Kırım gibi alanlardan getirtilen Türkler zorla boşaltılmış Kürt köylerine yerleştirildi. Ağzı kanlı sırtlandan farksız hayvani bir güruhun yönetimindeki Türk devleti, günümüzde Kürdistan’ın demografyasıyla oynamaya hala devam ediyor. Son olarak bunu Efrîn’de denemek ve burayı işbirlikçilerine mesken yapmak istiyor.

Ancak Efrîn direniyor: Kadını ve erkeğiyle, çocuğu, genci ve yaşlısıyla, Kürt’ü, Arap’ı, Asuri-Süryanisi ve Türkmen’iyle, Müslümanı ve Hıristiyan’ıyla, Sünnisi, Alevisi ve Êzîdîsi’yle Efrîn halkı direnmeye devam ediyor. Bu direnişiyle daha da görkemli yeni bir Kobanê’nin temellerini döşüyor. Arin Mirkan geleneğini sürdüren Avesta Xabur şahsında, Efrîn kadını ve toplumu özgürlük yolunu gösteren yeni bir Kızıl Yıldıza kavuşuyor. Hiç kuşkusuz Efrîn direnişi tüm insanlık adına bir direniştir; öncelikle faşist ulus-devlet despotizminden kurtulmaya çalışan tüm Ortadoğu halkları adına bir direniştir. Öyleyse büyük insanlığın mensubu olma iddiasını sürdüren herkesin Efrîn direnişi etrafında kenetlenmesi ve bulunduğu her yerde bu direnişin bir temsilcisi olarak hareket etmesi gerekir. Bu bir görevin de ötesinde, sevinç ve gururla kullanılacak olan bir haktır; insan olarak var olma ve özgür yaşama hakkıdır; kendi insani gerçekliğini doğrulama hakkıdır.

Alevilerin çok güzel bir sözü var. Kendi içlerinde özü ile sözü bir olmayanları gördüklerinde, "Ağzı Ali söylüyor, gözü Muaviye bakıyor" derler. Bu sözün Kemal Kılıçdaroğlu’nu anlattığını söyleyecektim, sonunda vazgeçtim. Çünkü Efrîn işgalini şevkle alkışlayan Kılıçdaroğlu artık Muaviye, Yezit ve Mervan tayfasının saflarındadır. Efrîn’de daha şimdiden yüzlerce insanın kanına giren yeni Ziyad İbn Ebih’ler, Ubeydullah’lar ve Zalim Haccac’larla kol koladır. Onlarla birlikte Mabata’da katledilen Alevilerin kanında ellerini yıkıyor. Bu anlamda özü ve sözü birdir; hem özüyle hem de sözüyle diktatör Erdoğan’ın emrindedir. Söyleyin sevgili Aleviler: Kılıçdaroğlu’nu yol düşkünü ilan edip yollarınızı ayırmanın tam zamanı değil mi? Kendi payıma Kılıçdaroğlu’nu Erdoğan’dan daha tiksindirici bulduğumu belirtmek isterim. Çünkü çok yönlü bir ihaneti temsil ediyor: Kürtlüğe, demokrasiye, cumhuriyete, laikliğe ve Aleviliğe ihanet!

Kaynak: Yeni Özgür Politika