Kürtler son yüzyılın en sert sürecinde

Kürt fobisi birinci Cumhuriyetin kuruluşuyla başlıyor. Zaten Cumhuriyet, ‘Türklük’ dışında bütün etnik kimlik ve inançları eritme ve asimile etme üzerine kurulan bir sözleşmeden ibaret...

Özellikle gayrimüslim olan halklara jenosit politikası uygulandı. Jenosit, demografik değişiklikler, katliam ve inkâr politikaları Cumhuriyetin ‘yaralı’ olarak kurulmasına yol açtı diyebiliriz. Kürtler, bu sürecin ‘inadı’ olarak tarih sahnesine tutunur. Fakat her ne kadar ayaklanmaları bastırılmış olsa da Kürtler, bir özne olarak cumhuriyetin içindedir, her ne kadar bu dönemin oluşum mantığına bir tehdit olarak görülse de…

Hikâyeyi kısaca hatırlamakta fayda olacak belki.

Devletin esas sahipleri, 1915’te Ermenilerle başlayan ve daha sonra Rum, Çerkes, Süryani gibi halklarla devam ettirilen tedip ve tenkil programından sonuç aldı ve bu sürecin başarılı olduğunu düşündüler, doğal olarak. Deyim yerindeyse bunun emareleri de güçlü bir şekilde kendini dışa vuruyordu. 1925 yılları ile birlikte sıra Kürtlere gelmiştir. 1938’e kadar bitimsiz bir şekilde devam eden bu yönelim, ulus devlet olmanın açık bir gösterisidir. Bu tarihten sonra da 68 kuşağına kadar bu devlet geleneğini bozacak ve tehlike olarak görülecek bir kıpırdama söz konusu olmamış, olamamıştı.

68 sosyalist gençlik kuşağı ise kurulu geleneği bozmuş olsa da devlet cenahı tarafından çok tehlikeli bir durum olarak görülmüyordu. Bu kuşak içerisinde oluşan ‘Kürt’ ve ‘Kürdistan’ fikrini de sosyal şoven politikalar içerisinde ezebileceklerini, kontrol altına alabileceklerini düşünüyorlardı.

Ayrıca 1950-70 yılları arasında Güney Kürdistan’da gelişen Kürt milliyetçi hareketlere karşı Türk devletinin elbette fobisi vardı. Nitekim bu yıllarda ileri gelen Kürt şahsiyet, aydın, aşiret önderlerini toplama, idam etme fikri Ankara’nın derin dehlizlerinde konuşuluyor ve ciddi bir huzursuzluk yaşanıyordu.

49’lar davası bu sürecin bir uzantısıydı. Tasarladıkları 500 kişiyi idam etme planı gerçekleşmeyince 49’lar davası başlatılmıştı. Zaten 49’lar davası savcısının yazdığı iddianamede ‘sınır ötesindeki’ Kürt oluşumuna dikkat çekiliyor ve ‘Türkiye sınırları içerisinde sessiz kalmış Kürt oluşumları içerisinde de bir infiala neden olabilir’ belirlemesi yapılıyordu. Savcı, bu ‘infialin başlamadan sert bir şekilde bastırılmasını’ arzu ediyordu.

Şüphesiz ki bu iddianame devletin resmi görüşüdür. Bu durum, asimilasyoncu, soykırımcı, Kürtleri inkar ve imha etme politikalarının en belirgin refleksidir. Kürt varlığını cumhuriyetin inkarı ve yıkılması için bir tehdit olarak görüyorlardı ve görmeye devam ediyorlar. Devletin bu derin stratejisi Kürt ve Kürdistan varlığını Anadolu’nun parçalanması olarak kabul ediyor.

Yukarıda da ifade edildiği üzere devletin bu derin stratejisinin uyanması ve saldırı hamlesine dönüşmesinin, PKK öncülüğündeki özgürlük hareketinin başlaması ve gelişmesiyle “ivme kazandı” denilebilir. Özellikle de 15 Ağustos 1984 tarihi bu açıdan bir milat olarak sayılabilir.

Öncesindeki Hilvan-Siverek’te APOCULAR ile yerli işbirlikçi kesimler arasındaki çatışmaların devlet aklı tarafından idrak edilmesinden sonra gerçekleştirilen Maraş katliamı ve 12 Eylül 1980 darbesi Kürt hareketinin başlamadan bastırılmasını öngörüyordu. Bu iki tarihsel kesiti, PKK gelişimi üzerinden okumayan her anlatı, eksik ve yanılgılı olacaktır. Çünkü bu darbenin bir amacı da Kürt aydınlanmasının oluşmadan bertaraf edilmesiydi. Amaç baş ezmekti. Deyim yerindeyse, Erdoğan’ın yıllar sonra söz ettiği ‘taş üstünde taş, gövde üstüne baş bırakmayız’ sözünün o yıllardaki tezahürüydü.

Elbette ki bu yıllar gerek devlet açısında ve gerekse PKK öncülüğünde yeniden tarih sahnesine çıkan Kürtler için tarihi önemdeki yıllardır. Devletin bu darbe, öncesi ve özellikle sonrasındaki süreçte yürüttüğü politika sadece örgütlü ve aydın kesimi hedef almıyordu. Bu kesimleri yok etmeyi hedeflerken aynı zamanda toplumda ‘şaki-eşkıya’ algısının oluşturulması için de seferber olunmuştu. Yani toplumun beyni doğrudan hedef alınmış durumdaydı.

Devletin Kürt direnişini ‘şaki-eşkıya’ şeklinde lanse etmesinin sebebi ‘küçük görme, küçük düşürme’ histerisinden çok daha derindi. ‘Şaki-eşkıya’ tanımı, cumhuriyetin oluşum yıllarından 60’lı yıllarına kadar Kürt ayaklanmalarından arta kalan ve onların ‘kılıç artıkları’ dediği isyancı Kürtlere dönük uygulanan bir politikaydı.

Avcı-av hikayesine benzeştirilen bu politika, yaşayan ve direnen Kürt isyancıları tek tek dağlarda, ovalarda avlama şeklinde sürdürülüyordu. Ne yazık ki bunu büyük oranda gerçekleştirdiler. Onlara ‘eşkıya’ dediler. Türkiye’de ‘eşkıyalık’ kisvesi aslında isyancı Kürt gerçekliğine karşı geliştirildi.

12 Eylül sistemi direnişle bozulduktan sonra, özellikle 15 Ağustos 1984 hamlesinden sonra ‘birkaç çapulcu’ dedikleri yapının bir halk hareketine dönüşmesi devlet cenahındaki korku ve fobiyi çok daha açık ve belirgin bir hale getirdi. Elbette devlet bu korkuyu bir soykırım politikasına dönüştürdü. Denilebilir ki, 90-97 yıllarında arasında, bugünün ‘çökertme hareketi’ne benzer bir soykırım politikası devreye konuldu.

Çiller, Doğan Güreş ve mevcut AKP-MHP iktidarının gizli-açık ortağı Mehmet Ağar’ın hüküm sürdüğü bu yıllarda Kürt coğrafyasında vahşet politikası sürdürüldü. Özellikle gerillanın dayandığı kırsal kesimlerdeki yerleşim alanlarını adeta haritadan sildiler ve cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki Kürt varlığı korkusundan bu şekilde kurtulmayı amaçladılar. Devletin propaganda aygıtlarında söz konusu yıllarda özellikle ‘şaki-eşkıya, başları ezildi’ gibi kavramlar seri şekilde kullanılıyordu. Bu vahşet kavramları adeta sloganlaştırıldı. ‘Türkiye Türklerindir’ sloganının en çok dillendirildiği ve meşrulaştırıldığı dönem sözünü ettiğimiz bu dönemdir.

TC devleti, demokratik değerlerle kendi içinde, hüküm sürdüğü coğrafyada yaşayan halklara, azınlıklara çözüm oluşturabilecek kapasitede değildi, değildir. Çözüm oluşturamadığı için de devletin derin stratejik aklının oluşturduğu tek politika ‘yok etme’ dışında bir şey değildir. Yegane amaç yok etmektir ve araçları da bu amaç doğrultusunda oluşturulmuştu.

Devletin çeşitli zamanlarda ‘masaya gelmesi’ de, yok etme politikası çerçevesi dışında değildir, olmamıştır. Bu açıdan bakıldığında faşizme dayalı kurulmuş bir devletten söz ediyoruz. Devletin gerçekliği gelip geçen sol ve sağ cenahtaki hükümetleri de faşistleştiriyor.

Kürt mücadelesi karşısında devlet dönem dönem Kürt realitesini görse ve kabul etse bile bunu hiçbir zaman benimsemedi. Devletin aklındaki derin politika Kürt hareketi şahsında Kürt gerçekliğini, anlaşılmış Kürdistan gerçekliğini yeniden yok etmektir, ortadan kaldırmaktır ve anlaşılmaz bir hale getirmektir. Eskiden de öyleydi, şimdi de öyledir.

Nitekim, AKP hükümetinin 2013 yılında İmralı görüşmelerinin sürdüğü yıllarda hazırlayıp 30 Eylül 2014 yılında MGK’da resmi hale getirdiği ‘Çökertme Harekatı’ 12 Eylül darbesinin yapmak isteyip yapamadığını tamamlamayı öngörüyordu. Özetle, AKP iktidarı, 12 Eylül faşist rejiminin yapamadığını başarmak istedi.

Çökerme harekatının temel amacı budur. 12 Eylül’ün kurumsal yapısı olarak AKP’nin ‘çökerme harekatı’yla Kürtleri ezebileceği varsayıldı. Bu hükümet döneminde zaman zaman yürütülen ‘yumuşak politikalardan’ vazgeçilerek tamamen çetevari bir saldırı dalgası başlatıldı. Devlet, giderek darbeci kliklerin ve çetelerin devletine dönüştürüldü. Bu politikanın sürekli bir paye olarak, bir döneme ait olarak değil ama bütün dönemlere ait, fakat süre ve zaman farkını hesaplayarak uygulandığını görmek gerekir. Şunu da görmek gerekir; şimdiye kadar onlarca ‘Çökertme Harekatı’ denendi. PKK öncesi hareketler bu tür konseptlerle bastırıldı. Fakat 2012-2015 süreçlerinde DAIŞ çeteciliğinin palazlandırılması, kriz ve kaosun bölge çapında derinleştirilmesiyle Kürt mücadelesi bitirilmek istendi.

Devam eden bu saldırı kampanyasını Kürtler için son yüzyılın en sert süreci olarak tanımlamak yerinde olacaktır. ‘Çökertme Harekatı’ kapsamında 24 Temmuz 2015 yılında ivme kazandırılan saldırı dalgasıyla toplumun tüm hücreleri hedef alındı. Askeri ve politik yapıları yok etmeyi amaçlayan saldırı silsilesinin sonuçları ortadadır.

Elbette ki bu süreç sürekli tartışıldı, tartışılıyor ve daha da tartışılacaktır. Bu noktada Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ‘düşman’ kavramını yeniden oluşturma ve tanımlama çabalarını irdelemek ve derinliğine ele almak gerekir. Öcalan’ın çeşitli görüşme ve yazılarında özetle dediği şöyle bir gerçeklik vardır: ‘’Ben 21 yıllık esaret yaşamımda düşman kavramının mevcut tanımların ötesinde bir anlam taşıdığını gördüm ve sizler (dışarıdakiler) görmüyorsunuz.” Kürtler, kendi varlığını Kürtlerin yok olması üzerinde kurgulayan bir ‘düşman’ gerçekliğiyle karşı karşıya. Öcalan’ın tanımıyla bu tam anlamıyla ‘soykırım’ demektir.

AKP eliyle geliştirilen ve sürdürülen ‘Çökertme Harekatı’nı ‘İkinci Cumhuriyet’in başlangıcı olarak ele almak ve tanımlamak mümkündür. Liberal tartışmaların ötesine geçerek konu ele alınırsa karşımıza şöyle bir gerçeklik çıkacaktır; Birinci Cumhuriyet, Uyandırılmış Kürdistan gerçekliği ve Öcalan-PKK önderliğinde oluşan toplumsallaşma karşısında yıkıldı. Özgür kimliğini savunan ve bunun için mücadele eden bir toplumsal sistem inşa edildi. Buna demokratik toplum deniliyor. Bu toplum direniyor, savaşıyor, mücadele ediyor.

Aritmetik olarak hesaplanırsa Kürdistan’ın neredeyse yüzde 80’nini kapsıyor. Bu gerçeklik Türkiye’deki iktidar odaklarını zorluyor ve çıkmaza sürüklüyor. ‘Çökertme Harekatı’ ile birlikte yıkılan birinci cumhuriyeti yeniden restore ederken ikinci cumhuriyeti Kürtleri yok etme üzerinde oluşturmak istiyorlar.

Birinci ile İkinci Cumhuriyet olarak tanımladığım olgu arasındaki en belirgin fark şudur; Birinci Cumhuriyette gayri-Müslim halklar jenosit politikaların tabii tutulurken Müslim halklar daha çok asimilasyon politikalarına hedef yapıldı.

İkinci Cumhuriyette; özgür kimliğini savunan ve bunun için mücadele eden herkes (Müslim halklar da) jenosit politikalarıyla yok edilmek isteniyor. Elbette buradaki en büyük ve en baştaki hedef Kürtlerdir. Ve sadece Kuzey Kürdistan veya Türkiye sınırları dahilindeki Kürtleri kapsamıyor. Bu politikayı Kürdistan coğrafyasının bütününe yaymak istiyorlar. Yani Kürtleri köylerinden, topraklarından, yaşadıkları yurtlarından koparma, sürgüne tabii tutma, katliamlardan geçirme politikasıdır.

Örnek; Efrîn ve Rojava’nın diğer bölgelerine yönelik saldırılar. Dolaysıyla; İkinci Cumhuriyet kesinlikle Kürtlerin fiziksel ve demografik katliamı üzerinden kurgulanıyor. Çökertme Harekatının asıl amacı ve hedefi de bu çapta ve bu kapsamdaydı ve halen de devam ediyor. Bu hedef şimdi Rojava’ya kilitlenmiş durumdadır. Rojava’da DAİŞ’in darbelenmesi Çökertme Hareketinin ağır ilerlemesine ve hedefine ulaşmasını engelliyor. Bu aynı zamanda şu demek oluyor: Ağır gitmesinin ve başarıya ulaşmamasının sebebi Kürdistan’da oluşan yeni toplumsal zihniyet ve onun mücadele kimliğidir.

Ve işte tam bu noktada karşımıza İmralı’da Öcalan’a uygulanan ve giderek ağırlaştırılan tecrit politikası çıkmaktadır. Zira baş eğmeyen zihniyet ve kimliği oluşturan kurum oradadır. Şunu görmek gerekir ki Çökertme Harekatının en büyük ve başlıca hedeflerinden bir tanesi de Öcalan’ın sesisin kesilmesidir. Bununla Öcalan’ın yarattığı toplumsallaşmayı baltalamayı hedefliyorlar. Dolaysıyla tecridi bu konunun odağında ve merkezinde düşünmek gerekir.

Özetlenen bu gelişmeler elbette Kürt-Türk ilişkilerindeki ‘bozulma’ konusunu akla getiriyor. Tabi ki bu durum tarihsel ve sosyolojik bir düzlemde gerçekleşiyor. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki, Kürt politik hareketinin öne çıkardığı ‘Kürt-Türk kardeşliği’ söylemi ile tarihsel-sosyolojik zemindeki durum çok farklıdır.

Kürt tarafının bunu ne kadar gözlemlediği tartışma konusudur. Çökertme Hareketi saldırısından önce Kürt-Türk kardeşliğini geliştirme zemini kısmen de olsa vardı. Bu süre zarfında Öcalan’la İmralı’da yapılan görüşmelerde demokratik değerler çerçevesinde süreci ilerletme imkanı vardı. Nitekim Öcalan çeşitli görüşmelerinde “Devlete barışı öğretmeye çalışıyoruz” demişti. Öcalan’ın istediği demokratik ölçülerde bir uzlaşmaydı. Çökertme Harekatı bu imkanı bitirdi. Henüz bu entegrasyon ve uzlaşı imkanı sosyolojik bir zeminde yıkılmaya tabii tutulmamıştı.

İşte çökerme harekatı bu zemini ortadan kaldırdı. ‘Birlikte yaşama’ ülküsünü ortadan kaldırdılar. Birinci Cumhuriyet döneminde birlikte yaşamayı asimilasyon politikası çerçevesinde de olsa kabul gören bir cumhuriyet gerçekliği vardı. Yani eriyen, uyanmamış bir Kürt gerçekliği, giderek Türkleşen bir Kürt gerçekliğini kabul ediyorlardı. ‘Kardeşlik’ ve ‘entegrasyon’ dedikleri şey buydu. Kürtlere bu şekilde kendi topraklarında ‘yaşama’ imkanı kabul ediliyordu.

Fakat özellikle 2015 sonrası ivme kazanan ve zemini önceden hazırlanan ‘Çökertme Harekatı’ ile birlikte devlet ‘eritme politikasından’ vazgeçti. Çünkü Kürtler kendi topraklarında yaşadığı müddetçe, kültürel dokulara temas ettiği müddetçe bunun mümkün olmayacağını, zamanla bir özgür kimlik talebine dönüşeceğini, bir statü talebine dönüşeceğini devlet net bir şekilde gördü. Ve şimdi birlikte yaşamanın olanaklarını bilinçli bir politikayla yok ediyor. Kürtlerin bunu görmesi büyük bir zorunluluktur.

Ortada Kürt-Türk kardeşliği diye bir durum kalmadı. Kürt-Türk ilişkilerinde büyük bir soykırım gerçekliği var. Kürtler bunu hem görmek hem de dünyaya göstermek zorundadır. Kürtlere soykırım uygulanırken, bu coğrafyada yaşama imkanları bir bir yok edilirken, Kürtlerin ‘halkların kardeşliğinden’ bahsetmesi iyi niyet belirtisidir ancak bu niyet direnişle anlam kazanmazsa götüreceği yer cehennemdir. Açıkçası Kürtler bu trajediyi tekrar yaşayamazlar, yaşamamalıdırlar.

Bu süreçte sürdürülen saldırıları Kürtler derin bir soykırım koduyla görüyorlar, hissediyorlar. Kuzey Kürdistan’daki derin ruhsal kopuşun sebebi bu bağlamda ele alınmalıdır. Toplum durumun farkında. Son seçimlerde AKP’nin Kürdistan’da birinci cumhuriyet döneminden devraldığı oy potansiyelinin erimesi buna işarettir. Din ve İslamiyet üzerinden devşirdikleri oy potansiyeli bitti. Bu durum şunu gösteriyor; Kürtlerin orta ve daha üst sınıfları, inanç kesimleri giderek Türkleşme geleneğinden kopuyorlar. Zaten ‘çökertme’ politikasıyla birlikte devlet de bunu ayrıştırıyor. ‘Ya Türk olarak benimlesin ya da bu coğrafyadan gideceksin’ diyor.

Kürt toplumu bu dayatmayı görüyor ve kavrıyor. Tarihsel koşul ve toplumsal zemin bakımından Türk faşist politikasının ‘halkların kardeşliği’ olgusunu bilinçli bir şekilde ortadan kaldırmak istediği, çökerme politikasıyla net bir şekilde görülmektedir.

Bunu ortadan kaldırma istemelerinin sebebi ise katliama dayalı sürgünün gerçekleşme imkanına alan açılmasıdır. Efrîn ve Serêkaniyê’deki demografik değişim, seçimlerde Şırnak gibi kentlerde nüfus ile oynama, öncesindeki şehir katliamları ve son olarak Avrupa sınırına göçmenleri silah zoruyla yerleştirmeleri bu politikanın pratik adımlarıdır.

Dolaysıyla AKP’nin 2012-2015 yıllarında alt yapısını oluşturduğu ve 24 Temmuz 2015’ten itibaren kampanya şeklinde sürdüğü ‘çökerme harekatı’ asimile olmuş, eriyen Kürtleri bile kabul etmiyor. ’Çökertme Harekatı’ ikinci cumhuriyeti Kürt kanıyla inşa etme planı olarak sürüyor, sürdürülüyor. Kürtlere dayatılan tek şey; Kürt kimliğinden vazgeçmektir. Kürtlerin de bu gerçeklik karşısında her açıdan mevzilenmesi hayati önemdedir.