GotûbeJin gösterime hazır
GotûbeJin belgeselinin yönetmeni Hevi Nimet Gatar, eşini, patriyarkayı eleştiren kadının dertbêjliği, dengbêjlerin şerhleri ve kadınların gündelik yaşamdaki emek haritasını bir araya getirmeye çalıştıklarını söyledi.
GotûbeJin belgeselinin yönetmeni Hevi Nimet Gatar, eşini, patriyarkayı eleştiren kadının dertbêjliği, dengbêjlerin şerhleri ve kadınların gündelik yaşamdaki emek haritasını bir araya getirmeye çalıştıklarını söyledi.
Kadınların hayata karşı şerhlerine yer vermek, konuşmalarına alan açmak istediklerini belirten GotûbeJin’ın yönetmen ve yapımcısı Hevi Nimet Gata, kadınların sadece sinema aracılığıyla erkekliğe dair kurdukları anlatım değil, aynı zamanda dengbêj kayıtları, emek haritası ve kolektif belleğin ciddi bir arşivi olduğunu kaydetti.
İlk gösterimi, 28 Nisan’da Düsseldorf Kürt Film Festivali’nde yapılacak olan GotûbeJin, Kürt sinemasından örneklerin kadın izleyicilerle birlikte ele alınarak, “Kürt Sinemasında Erkeklik”in ele alındığı bir belgesel film. Aynı zaman kolektif hafıza ve “görünmeyen” kadın emeğinin de görünür kılındığı, kadınların özne olarak derinlikli bir “patriyarkal” eleştirisi geliştirdiği belgeselin yönetmen ve yapımcısı Hevi Nimet Gatar ile filmini konuştuk.
Belgeselinizin isminde başlasak… Nedir “Gotubejîn”?
Belgeselimizin ismini, aslında kurgu aşamasında düşünmeye başladık, çünkü Kürt sinemasında bir şeyi yaratırken aslında sanatsal ile dil arasındaki kaygının arasında kalıyorsunuz. Türkiye Meclisi’nde bile konuşanın sesinin kesildiği, tanımlanamayan, asimile edilen bir dildir Kürtçe. Belgeselimizin adı Kürtçe olacak bu kesin ama ne olmalı o zaman: “Kadınlar tartışıyor, sorumuz erkeklik…” Hem sinemada hem de yaşamımızda erkekliği, erkekliğe dair çok şey tartışıyoruz. Tartışırken “Filmin adı ne olsun” diye soru da ortaya çıkıyor. “Kuştina Zilamê?” mı olmalı yoksa “Kuştina Zilamê Klasîk” mi olsun diye tartıştık ekiple. Görüşmelerde duyduğumuz, Kürt Hareketi ve Jineoloji içerisinde de genellikle kullanılan kavramlar. “Ama bizim belgeselimizin ismi ne olsun?” dedik. Kendine özgü, farklı da bir dili var belgeselin aslında ve biz ne demeliyiz? Gotûbej, yani bizimkisi bir söyleşi, bir söylem. Kendi diskurunu üreten bir zemini var bir taraftan da. “Gotubej olsun ama nasıl bir Gotubej, nasıl bir söylem olsun?” Belgeseldeki kadınların söylemleri tamamiyle feminist bir argüman sunuyor ve o zaman “Jin olsun” bir de dedik. “GotûbeJin” olsun dedik. GotûbeJin bizim kelime oyunumuz oldu. Kendi aramızda erkekliği, patriyarkayı, sistemle alakalı bir şeyi eleştirdiğimizde artık “Şimdi Gotubejınlandın” diyoruz.
Günlük jargonumuzun içerisinde de “Bugün erkekliği ne kadar eleştirebiliyoruz, yaşamımızdaki bir erkeği ne kadar tartışabiliyoruz ya da patriyarkaya nasıl bakıyoruz?” diyerek konuşmaya başladığımızda, “Ha GotûbeJinladık o zaman bugün” diyerek bu kelimeyi kullanmaya başladık. Çünkü patriyarkayı eleştirmek belgeselin zeminini oluşturuyor. Ne kadar “GotûbeJinladıysak, o kadar varız” demek istedik.
Film ekibinizde kimler yer aldı, kimlerle çalıştınız?
Güzel bir ekiple çalıştık ve her aşamasında eşit temsiliyete yer vererek, eşit temsiliyetle yürüyerek, kadın – erkek dengesini koruyarak belgeselimizi çektik. Görüntü yönetmenlerimiz Devrim Tekinoğlu ve Lorîn Baran oldu. Devrim’in aynı zamanda “Ra” adlı belgeseli de yeni gösterime girdi. Ona da sizin aracığınızla tekrardan başarılar diliyorum. Lorîn de bir taraftan kameramanlık, diğer taraftan görüntü yönetmenliği yapıyor. Kamerada Solîn Alpan, Rezzan Bayram Uğur ve Erhan Karahan ile birlikte çalıştık. Kameradaki arkadaşların arşivlerini bizimle paylaşması bizim için çok değerliydi. Hepsi çok ciddi emeklerin ürünü aslında. Ses miksajda iyi ki Çağlar Çakmak ile çalıştık. Renkte Ciwan Zengin ile çalıştık ki kendisi de yönetmen ve 90’lı yıllarda oğlunu kaybeden bir annenin toprağa yaktığı ağıt üzerinden çektiği kısa filmi “Mara”yı herkesin izlemesini tavsiye ediyorum. Kurguda da Musab Tekin ile çalıştık. Musab, hem kurgucu hem de yönetmen. Musab’ın ödüllü iki kısa filmi Rewşen ve Pêlav’ı izlemenizi tavsiye ederim. Filmin afiş tasarımı ise Rojbîn Ekinci’ye ait. Afişimiz bu arada filmimizin de özeti oldu. Anneleri ve Kürt kadınlarını klasik temsilin dışında ama aslında evdeki en doğal haliyle resmeden Rojbîn’in çalışmalarını da takip etmelisiniz. Belgeselde konuşan kadınların dünyasını ve bizim de dilimizi yansıtıyor.
Amed, Wan ve Dêrsim… Farklı toplumsal dinamiklerin olduğu bu üç kentte çekim alanlarını neye göre belirlediniz; farklı üç kentte karşılaştığınız zorluklar nelerdi; bu üç kenti bir araya getirmeyi nasıl tasarladınız?
Saha çalışmasını Temmuz 2023’de CultureCIVIC Yerel Projeler hibesi kapsamında yaptım. Kuşkusuz üç kentin farklı bir coğrafyası, farklı kültürel dinamiği ve farklı bir inanç tarafı bulunuyor. Tabii ki Wan ile Amed inançsal anlamda benzer ama Wan daha kapalı bir kent. Yaşanan politik atmosfer daha farklı. Elbette benzerlikler var ama Wan bende farklı bir yer edindi. Özellikle de kayyum sürecindeki mücadeleden sonra hepimize direnmenin önemini yeniden hatırlattı. Wan’ı neden seçtiğimin cevabını bu bile gösterebiliyor.
Amed ise Ciwan Haco’nun şarkıları kadar yaşamımızın belleği bir yanıyla. Yani Kürt sinemasında Amed üzerine çok fazla film, çok fazla anlatım var. Bundan, biraz da kendi yaşanmışlığımdan dolayı seçtim.
Dêrsim’i de diğer iki şehirden farklı inançsal kimliğe ve sinematografik denilebilecek bir doğal güzelliğe sahip olduğundan dolayı seçtim. Aleviliğin sosyal ve kültürel olarak yaşamı dönüştüren ve ifadeleri daha güçlü kılan bir yanı olduğunu düşünüyorum.
Saha projemizin adı “Gezici Sinema Diyalogları: Kürt Kadın İmgeleri” ama Dêrsim’de proje adını “Gezici Sinema Diyalogları: Kadın İmgeleri” olarak değiştirmek zorunda kaldık. “Kürt” ifadesi afişte yer almadı ve böylelikle köylere ulaşabildik. Diğer iki kentte bunu kullanabildik. Dêrsim’de olmamasının sebebi yasaklanma veya güvenlik sorunların olabilirliğiydi. Biz ne kadar yaygın gösterebiliyoruz desek de “Kürt sinemasından bir film bugün Dêrsim’de gösterilecek” dediğimizde kuşkusuz bir engel veya yasaklamayla karşılaşacaktır. Tıpkı Kürtçenin Meclis’te “yabancı, bilinmeyen, kabul edilmeyen” olarak ifade edildiği gibi “Kürt sineması” da bu minvalde bir durumla karşı karşıya olacaktır.
Ulaşıp film gösterimleri yaptığımız köylerden biri Ovacık’a bağlı Kakber köyüydü. Köy, 90’lı yıllarda devlet tarafından yakılıp boşaltılmış, 2021’de yeniden yerleşime açılmış. Şu an bu köyde 5 hane var. Burada da film gösterimi yaptık. Çok güçlü bir geri dönüş aldık köydeki kadınlardan. Köyleri yakılmış ama 2021’de yeniden iskâna açılıyor ve o köyde yaşayanlar oraya geri dönüyor. Kaybettiği toprağa birden geri döndüklerinde sevinçle beraber bir şok ve güçlü bir duygusallık ortaya çıkarıyor. Oraya gittiğimizde de başka bir gerçekliği yaşadık. Mesela köy yakılmış ama köyün okul binası hâlâ ayakta duruyor. Buna dair katılımcılardan birisi “Tabii devlet malı olduğu için ona zarar vermemişlerdir” dedi. Belgeseldeki bu ifadeyi çok güçlü buluyorum. Hem orada yaşayanlar hem de benim için güçlü bir paylaşım oldu. Kakber’in öğrettikleri oldu.
Amed, Wan ve Dêrsim’i kadın ve Kürt sineması üzerinden bir araya getirmeye çalıştım. Bu üç kent, hem sinematografik hem de kadın temsiliyeti açısından bana güçlü bir zemin sundu. Söylemin gücünü, kadın imajlarını, kültürel yaşamın kadın üzerinden devam ediyor olmasını ve patriyarkaya karşı kadının temsiliyetini bu üç şehir üzerinden arşivlemiş olduk. İlk belgesel çalışmamda bu deneyimi kazanmış olmak tarifsiz bir mutluluk.
Erkeklik ve de Kürt sinemasında erkeklik konusunu ele alma ve bunu kırsalda çalışma fikri nasıl ortaya çıktı?
École des hautes études en sciences sociales’de (EHESS) Sosyoloji Bölümü doktora öğrencisiyim. Hamit Bozarslan ve Lucie Drescselová ile çalışıyorum. Tez konusu olarak “Kürt Sinemasında Erkeklik Temsiliyetleri” çalışıyorum. Yüksek lisans tezimi de sosyoloji alanında “Kürt Sinemasında Kadın Temsilleri” üzerine Feryal Saygılıgil ile çalıştım. Bu çalışmayı yaparken Basê, Nîgar, Helûn, Berfê gibi bir çok kadın temsilinin hikâyesi çok güçlü gelmişti. “Bu kadın karakterlerini acaba Dêrsim, Amed ya da başka bir yerde kendi seyircisi izlese ne düşünürlerdi?” diye sordum kendime.
Ben izliyorum ve akademik olarak buna dair çalışıyorum ama annemle izlediğimde annemden aldığım başka bir cevap var. Benim verdiğim cevapla, annemden ve orada yaşayan kadınlardan aldığım cevap aynı olmayacak diye düşündüm. Dolayısıyla bu cevaplara tezim için çok fazla ihtiyacım oldu. Sinemada erkekliği tartışırken şunu anlamak istedim, “Bu karakterler sadece sinemadaki bir temsili mi?” , “Acaba hayatımızdaki erkeklik temsilleri yaşamımızı ne kadar işgal etti ve biz bu işgallere karşı ne kadar mücadele ettik?” ve “Kadınlar bu işgali ne kadar konuşabiliyor, açıklayabiliyor ve tartışabiliyor?”
Erkeği, eşi tartışmak çok kolay bir şey değil. Bunu çalışmayı yaptığım üç şehrin dışında da kolay bulmuyorum. İstanbul, Ankara, İzmir ya da Paris’te de bunu tartışmak ciddi bir problemdir. Patriyarka her yerde ve bu evrensel bir sorun. Kadınların bu evrensel sorunu yani kardeşini, kocasını, babasını, erkek arkadaşını tartışacağı bir alanı bulması gerçekten çok zor. Konumuz da bunu tartışma ihtiyacından doğdu. Bu filmleri “Helûnlar, Nîgarlar, Basêler ve Berfêler izlese ne düşünürler?” diyerek saha çalışmasını yaptım. Sonuç olarak da belgeseli çektik. “Patriyarkayı Gotûbejinladık” diyebilirim.
Belgeselin çıkış noktası kadınlarla birlikte Kürt sinemasından filmler izlemek... Bu buluşmayı, bu filmlerin izlenilmesi üzerinden nasıl bir sonuç elde etmeyi planladınız; planladığınız yönde ilerledi mi ve o sonuca ulaşabildiniz mi?
Amaçladığımız sonucun çok çok üstüne çıktık. Onun için çok heyecanlıyım. Çalışmayı yaparken hangi filmleri alacağımızı çok düşündüm. Tez çalışmam içerisinde de yer alan filmleri aslında almak istedim. Projede Mîzgîn Müjde Arslan’ın, Elif Yiğit’in, Hatice Kamer’in, Erol Mintaş’ın, Zeynel Doğan - Orhan Eskiköy’ün, Hüseyin Karabey’in ve Bülent Öztürk’ün filmleri vardı. Ben bu yönetmenlerin filmlerini alıp köylere giderek ya da şehir merkezlerinde sadece kadınların izlediği bir atmosferi oluşturarak, ne kadar verim alabileceğim noktasında kendimi çok sorguladım. Daha sonra Wan’da Star Kadın Derneği, Amed’de KASED (Komeleya Çand Huner û Wêjeyê ya Jinan) – KASED aynı zamanda çalışmamızın iştirakçisi-, Dêrsim’de de Demokrat Alevi Dernekleri’yle iletişim kurduk. Onlar üzerinden mekân sağladık. Sonra “Köylerde de gösterelim” dedik. Ovacık ve Hozat’ta gösterdik filmleri. Şehir merkezlerinde gösterdikten sonra Ovacık’ta Kakber köyünü seçtik. Belirlediğimiz alanların çoğuyla bağlantıyı derneklerle sağladık. Yani onların yönlendirdiği, belirlediği alanlar oldu. Yani istediğimiz sonuca ulaştık ve şimdi belgeselimiz izleyiciyle buluşmaya hazır. İlk gösterimi de Düsseldorf Kürt Film Festivali’nde gerçekleşecek.
Belgeselinizde şöyle bir çizelge var. Dengbêj kadınlar, Kürt sineması ve kadın imajları... Belgeselinizde böylesi üç alanı bir araya getirmekle neyi amaçladınız, bu üç alanın teması belgeselde neyi vermek istiyor?
Kadınlara birçok soru sorduk ama genel olarak “Sinemada erkeklik temsilinin, karşılarındaki koca, eş, babanın nasıl alımlandığı ve nasıl gördükleri?” Bunların cevaplarını almaya çalıştık. Yaşamlarındaki kocayı, yani erkeği sinemadaki temsiller aracılığıyla tartışıyoruz. Sanat buradaki diyaloğun aracı ve aynı zamanda bizimde göstergemiz oldu. Atölyede bunları çok rahat bir şekilde tartışarak diyaloglar kurduk ama benim göstermek istediğim şeylerden birisi de “kadın imajları içerisindeki emekti”. Yani görülmeyen, değersizleştirilen, geri planda kalan kadın emeğine dair imajları üç şehir ekseninde açığa çıkartmak istedim. Gündelik hayatın içerisinde aktif bir şekilde sürekli çalışan kadınların imajlarını da çıkarmış olduk.
Belgeselde üç dengbêj kadınımızın hikayeleri ve sözleri de yer aldı. Wan’da Dayika Mukaddes, Dayika Meryem ile görüştük. Amed’den de en genç dengbêjlerden Sarya Ertaş ile görüştük. Sarya, “Hayatta duyguları kolay bir şekilde dile getiremezsiniz ama dengbêjlikle her şeyi aktarabilirsiniz” diyor. “Dengbêjlik bir yaşam, kültür ama duyguların da en rahat aktarıldığı, anlatıldığı, sürdürüldüğü bir kültür” diyor aynı zamanda. Bir dengbêj klamı söyleyerek çok güçlü şekilde bunu aktarıyor. Şanslıyız ki onu canlı olarak dinleyebildik.
Dayika Mukaddes ise bir şerh düşüyor. “Dengbêjliği hep erkeklerden biliyoruz ama kadınlar bunun üreticisi. Biz kadınlar yayık sallarken, beşik sallarken ya da gündelik hayatta bir şeyleri şarkıyla anlatırken dengbêjliği ürettik. Annelerin ninnileri bizim ilk dengbêjliğimizdir” diyor ve şerhini ilk oradan koyuyor. Sonrasında da “Kürt anneleri dengbêj değil, dertbêjdir. Çünkü biz dertlerimizi anlatıyoruz” diyor.
Eşini, kocasını, patriyarkayı eleştiren kadının dertbêjliği, dengbêjlerin şerhleri ve kadınların gündelik yaşamdaki emek haritasını bir araya getirmeye çalıştığımız bir çalışma “GotûbeJin”. Çünkü “GotûbeJin” olmadan hayata karşı şerhimizi koyamacağız. Kadınların hayata karşı şerhlerine yer vermek, konuşmalarına alan açmak istedim ve dertlerimizi GotûbeJinladık.
Toplamda 7 filmi gösterime aldınız ve izlenildi. Yönetmenlerin anlatımlarında değişen veya değişmeyen neydi, kadınların karakter analizleri nasıldı?
Bu filmleri seçme sebebim anlatım farklılıkları değil, karakterlerin yer alma biçimleriydi. “Klama Dayika Min” filmindeki Nigâr, “Were Dengê Min” filmindeki Berfê, “Xaniyê Teqayê Bêcuk” filmindeki Helûn karakteri, “Dengê Bavê Min” filmindeki Basê karakteri benim için Kürt sinemasındaki önemli kadın karakterleridir. Bu karakterlerin anlatımında yönetmenin bir erkek olmasından ziyade, bu karakterlerin nasıl yer aldığına bakıyorum. Yönetmenleri senaryodan ya da filmden bağımsız düşünemeyeceğimiz gibi bu bağlamda “cinsiyetlendirmekten” çıkmak gerekiyor. Yönetmenin dışında, karakterlerin de sinemada bir yer alma biçimi var. Dolayısıyla burada o karakterlerin yer alma biçimlerine baktım. Çünkü hikâyeleri çok güçlü. Yani bu güçlü kadın hikâyelerine bir müdahale söz konusu bile olamıyor. O kadınlar şekillendirilemez, başka bir anlatım yüklenilemez. Zaten o kadınlar hayatın içerisinde varlar. Yönetmen sadece bir aracı olarak Kürt sinemasına bu karakterleri taşımış oluyor. Diğer kadınlara da baktığımızda “Kirasê Mirinê: Hewîtî” de, “Qiblenameya Dêya Min” belgesel filmlerindeki anne figürleri Berfê, Helûn ya da diğer annelerden farklı bir temsil değil, çünkü hayatın tam içinde ve her zaman varlar. Dolayısıyla “Kürt sinemasında kadın temsilleri nasıl yer alıyor?” sorusunun cevabını aradım. Buna baktım. Çok güçlü temsiller var. Yaşamın içerisinde bir şerhleri var. Sürekli devletle karşılaşmaları olsun, patriyarkaya karşı direnmeleri olsun, kendi yaşamları içerisinde ürettikleri dil olsun her açıdan yaşam içerisinde bir şerhleri var.
Tabii ki erkekliğe baktığımızda da şöyle bir durum var. Bir taraftan güçlü kadınlar var ama kuşkusuz karşılarında erkekler de var. Mesela izleyici kadınların en çok etkilendiği filmler Bülent Öztürk ile Zeynel Doğan ve Orhan Eskiköy’ün filmleri oldu. Xaniyê Teqayê Bêcuk’ta ki Helûn’un kocası, Dengê Bavê Min’da Basê’nin kocası Mustafa… Bu iki erkek eş figürü daha çok değerlendirilip eleştirildi. Hayatlarındaki kocaların temsillerini sinemada görmüşlerdi ve buradan yola çıkarak bir çıkarım yaptılar. Diğer filmlerin de etkisi oldu ama herkesin eleştirdiği ortak bir nokta vardı. Basê çok güçlü bir karakter ama Mustafa’nın sürekli bitmeyen telefonları, ses kayıtları ve emir zinciri var. “Mustafa neden kadının üstünde bu kadar tahakküm kurdu?” Bu soru sürekli vardı. Çünkü filmdeki erkek eş Almanya’da çalışıyor ama Basê’nin üzerinde yoğun bir etkisi bulunuyor. Basê çok geride kalmış gözükse de anlatımıyla, varlığıyla, metaforlarıyla çok güçlü bir karakter. Kadınların kendisini bütünleştirdiği karakter Basê’ydi. Birebir onların istediği, Mustafa da onların istemediği karakterdi. Hayatta çok Basê, Berfê ve Helûn var ama hayatta Mustafa ve Helûn’un kocası olan karakterler de var.
Teaseri izleyenlerin tepkileri nasıl, belgeselinize dair geri dönüşler oldu mu?
Belgeseli bitirdiğimizde gelen ilk tepki, Kurdistan’da böyle bir çalışma yaptığımız için teşekkürler oldu. İkinci tepki de sinemaya gidemeyen kadınlara Kürt sineması izleyecekleri bir alan açmamızın çok değerli olduğunu ifade ettiler. Belgeselin feminist argümanını ve erkeklik eleştirisini ekseninde tutan yaklaşımı da ilgi gördü. Erkeklik eleştirileri, kadın imajları ve dengbêj anlatımına dair yer verdiğimiz belgesel, kuşkusuz üç şehrin görüşünü de yansıttığı için şu an ilgi görüyor.
Kadınların şerhini, “GotûbeJin”layan söylemini arşivledik aslında. Biz bunu belgesel diliyle anlatmak istedik. Kuşkusuz anlatım dilimiz feminist bir yönetme dayandı. Yani feminist bir belgesel yapmaya çalıştık. Argümanımız da feminist bir argüman. Dolayısıyla çektiğimiz belgesel izleyici için anlamlı bir yeri temsil ediyor. Özelden de tebrik mesajları alıyoruz. Feminist argümanını taşıyan belgeselimiz “GotûbeJin”layarak” yola devam edecek.
Biz sadece kendi anlatımımızı sunmayacağız. İzleyen erkeklerin de kendi erkekliklerini sorgulayabileceği bir film yapmak istedik. Aldığımız ilgi de biraz bunun sonucudur. Feminist bir argümanla Kürt sinemasını kadınlara ulaştıran bir belgesel oldu. Bizim için keyifli bir karşılaşma. Umarım izleyiciler için de öyle olur.
Röportajlara katılan kadınların meslek grupları hakkında bilgi vermeniz mümkün mü; farklı alanlardan kadınların varlığı “erkeklik ve erkeğe” dair yorumları etkiledi mi?
Röportajlara 13 kadın katıldı. Üç kadın dengbêj vardı, yani sanat alanındandı. Röportajlarda yer alan kadınlar dernek çalışanı, aktivist, öğrenci, ev hanımı, yurt dışında yaşayan, emekli, öğretmen gibi çeşitli farklı alanlardan oluşuyor. Birçok anlamda geniş bir yelpaze. Bu geniş yelpazenin bize sunduğu “erkeklik eleştirisi” ya da “erkeklik anlatımı” kuşkusuz kendi hayatlarındaki deneyimlenmiş erkekliklere dair eleştiriler, yorumlar ve aktarımlardı. Bir koca, baba, eş, erkek kardeş anlatımının, her kadında nasıl farklılaştığını belgeselde gördük. Yani bir koca, baba 13 kadının dilinden nasıl farklılaştığını meslek grupları dışında, farklılaşan kadın argümanlarıyla da görmeye başladık. Örneğin öğretmen katılımcımız şöyle bir aktarımda bulundu. 80’de öğretmenlik yaparken siyasi sebeplerden dolayı görevinden alınıyor. 70’li yılların başında öğretmenliğe başlamış ve atıldıktan sonra maaşını kocasının bankadan çektiğini, maaşını, kademesini hiçbir zaman sorgulamadığını aktardı. Ve aslında işten atıldıktan sonra kendisiyle baş başa kalınca bunu sorgulamaya başlıyor. Bu süreçten sonra da “Maaşım bu, kademem bu. Ben bunu yapabilirim” demeye başlıyor. Eşinin de “sosyalist, devrimci olduğunu ama eve dönünce bir "koca" olduğunu” ve erkeğin argümanının “Kadın yemek yapacak, kadın çocuk yapacak” dışına çıkmadığını söyledi. Bu, sadece günlük yaşamda karşılaştığımız bir durum değil. Erkek her yerde “erkek”; devrimci ya da sosyalist olsa da değişmeyen şey de “erkeklik”.
Biz orada Basê’yi gösterirken, Basê ile Mustafa arasındaki ilişki aslında bizim o gün oraya katılan katılımcımızın, kendi eşiyle ilişkisi gibiydi. Yani, ne kadar sosyalist, devrimci, okumuş ya da bilgili olursa olsun günün sonunda erkek yine erkek oluyor. Erkek eve döndüğünde yine "koca" oluyor. Görev beklentisi var kadından ve bu görev beklentisi hiçbir zaman bitmiyor. Kadınlar üzerindeki hâkimiyeti de bitmiyor. Ta ki kadın bu hâkimiyeti sorgulayıp ona karşı çıkıncaya kadar. Kadın ona karşı çıktığında aslında bu hâkimiyetin kendisi üzerinde olduğunu fark ediyor. Diğer aktarımlarla birlikte, bu karşılaşma benim için çok özel ve değerliydi.
Seçtiğiniz filmlerde kolektif hafıza önemli bir yer ediniyor aynı zamanda. Gösterimlerde bu kolektif hafıza izleyicilerde ne gibi etkiler açığa çıkardı?
Kolektif hafızayı işlerken erkeklik temsilini bunun dışında tuttuk. Kolektif hafızada bizi etkileyenlerden birisi –özellikle Dêrsim’de- film gösterimlerinde çoğu annenin dayanamayarak dışarı çıktığına şahitlik ettik. Bu filmlerden birisi “Dengê Bavê Min”dı. 78 Maraş Katliamı’nı yaşamış Basê’nin bavulunu açtığı sahne kadınları çok etkiledi. Basê bavulunu açtığında salondaki anneler de 38 Dêrsim Katliamı bavulunu açtı. Benim için de zor oldu.
O coğrafyanın insanı olmasak da sinema o kadar güçlü bir anlatım, o kadar güçlü bir hafıza ki bize bunu taşıyıp bugün bizi de etkileyebiliyor. 38 Dêrsim Katliamı ve 40 yıl sonrası 78 Maraş Katliamı yaşanıyor. Devlet buna “olay” diyor. Resmi tarihte yazan, yani onların “olay” dediği şey aslında bir katliam. Oradaki özneler de “Bu bir olay, bir mesele de değil. Bu tamamen bir katliam” diyor. Burada birebir kolektif hafızayla karşılaşıyoruz. Bu karşılaşma sinema aracılığıyla gelişiyor. Sinema bunu taşıyor ve sinemadan alınan şey o belleğin canlı hafızası. Kimisi 38’den sonra yaşanılan travmaları anlatıyor, kimisi annesinin, komşusunun veya bir başkasının yaşadıklarını, kayıplarını anlatmaya başlıyor. Mesela 94’te köy yakılmaları çok basit anlatılacak bir şey değil. Kolektif hafıza da tıpkı bir arşiv çalışması gibi insan bedeninde yaşıyor. Ona sinemayla dokundukça ulaşılabiliyor. Ben de sinemayla dokundukça, ulaşabildiklerim kadarıyla belgeselde anlatabildim ve yer verdim. Bu yönüyle GotûbeJin üç kent içerisindeki bir arşiv çalışmasıydı. Kadınların sadece sinema aracılığıyla erkekliğe dair kurdukları anlatım değil, aynı zamanda dengbêj kayıtları, emek haritası ve kolektif belleğin ciddi bir arşivi oldu.
CultureCIVIC’e de çok teşekkür ediyorum buradan. Açtıkları hibe programları bu alanda çalışanlar için çok değerliydi. CultureCIVIC kapsamında çok değerli çalışmalar yapıldı ve yapılıyor. Bu bir hibe değil, ciddi anlamda sosyal bir destek oldu.
Kadınların Kürt sinemasındaki erkeklik tanımı ve erkekliğe dair eleştirileri ne oldu; sorularınız neydi ve ne gibi cevaplarla karşılaştınız?
Örneğin sorularımızdan birisi “Sinemadan ve yaşamınızdan yola çıkarak erkeği ya da erkekliği nasıl tanımlarsın?” şeklindeydi. Kimisi bu soruya “Hadsiz, hiçbir sınır tanımayan”; kimisi “hegemonik yani kendi egemenliğini kuran”; kimisi kocasından yola çıkıp “Saygısı ve sevgisi olmayan”; kimisi “Ne yaparsak yapalım kadın mücadelesini tanımayan… Çünkü sonuçta erkek” gibi yorumda bulundu. Genel olarak “erkek ve erkekliğe” dair çok güçlü yorumlar aldık. Bu sadece filmlerdeki erkek temsiliyetleri aracılığıyla değil, onların kendi yaşamlarında ki o buluşmalardan, karşılaşmalardan da kaynaklıydı. Mesela dengbêj annemiz Dayîka Mukaddes küçük yaşta evlendirilmiş. Kendi klam ve stranlarını kendisi yazan birisi. Çok güçlü bir dengbêj dili ve güçlü bir anlatıma sahip. Bu dengbêjlik ve poetik anlatım sadece bir aktarım, sanatsal bir kaygı değil. Yaşamın sanatla nasıl bütünleşebileceğinin de bir göstergesiydi.
Diğer dengbêj annemiz Dayîka Meryem şöyle bir şey söyledi. Annesi kendisine hamileyken köylerine asker baskın yapıyor. O esnada bir asker annesine bir tekme atıyor. Dayîka Meryem doğumuna dair “Devletin darbesiyle ben 8 aylıkken dünyaya geldim” diyor. Bu cümle hâlâ zihnimde yankılanıyor. Ben tüm bu anlatımların içerisinde kendimi bulabildim ve annelerin de o anlatımlarla kendilerini doğal bir şekilde tanımlamalarını istedim. Tanımladıkları yer kuşkusuz hayatlarında karşılaştıkları “erkeklikler”. Babasının küçük yaşta evlendirmesi, kocasının şiddeti, devlet erkinin şiddeti… Bu zorluklar, kavramlarla ya da kelimelerle çoğaltılsa da öznesi “erkek” olan “erkeklikle” “patriyarkayla” derdimiz derin.
Büyük kentlerden küçük kentlere yönelik bir mücadele ekseni veya bir tanımlama gerçeğini birçok alanda görmek mümkün. Belgeseliniz bu soruna da dokunuyor anladığım kadarıyla. Belgeselinizin bu bakış ve anlayışı tersyüz edeceğini düşünüyor musunuz?
Bu, benim için de çetrefilli bir soru. Genelde kentten kırsala bakmak bence siyahın, ötekinin deneyimine alan bırakan bir perspektif değildir. Siz kimseye feminizmi, sosyalizmi, bir şeyi götüremezsiniz. Zaten orada vardır ve yaşanıyordur. Farklı dillerde yaşanıyordur ve siz onlarla karşılaşıyorsunuz. Ben farklı dillerde yaşanan o durumları birebir yaşamaya gittim. Zaten “patriyarka” demeden de orada bir erkekliği, hegemonyayı tartıştık. Dolayısıyla benim oraya götüreceğim bir argüman zaten yoktu. Kaba kavramları götürmekten ziyade orada yaşanana, kurulan dile zemin açmak istedim. Atölyede baba, eş vb şiddetinden konuşurken annelerden birisi “Hozat’ta 80’li yıllarda ilk defa bir cinayete denk geldik. Bir erkek, eşini baltayla öldürmüştü” dedi. Bu cinayeti anlatırken “Peki hukuka ne kadar güveniyorsunuz?” diye sordum. “Asla. Hiçbir şekilde hukuka güvenmiyoruz. Gülistan Doku nerede bilmiyoruz. Şule Çet davası hâlâ sürüyor. Sokakta, her yerde bir sürü kadın öldürülüyor, bunu erkekler yapıyor ve kimsenin davalar sonrasında ceza aldığını duymuyoruz. Dolayısıyla devletin kendi hukuk ve yasalarına güvenmiyoruz. Güvenmediğimiz bir şeyin içerisinde kendi varlığımızı korumaya dönük bir şeyler yapıyoruz” diye cevapladı. “Ne yapıyorsunuz mesela?” dediğimde, “Ben mesela evde bir şey olursa pencereleri açıp komşuma sesleniyorum, komşumdan destek istiyorum.”
Devletten, polisten hiçbir beklentisi yok. Komşusundan destek alıyor. Bu dili ve argümanı kurmak bile başlı başına bir güç ve irade. Kentlerde komşunun varlığı ya da komşuya seslenmek gibi bir yaşam mümkün değil. İstanbul’da gecekondu mahallesinde büyüdüm. Çocukluğumuzda bu vardı. Erkek eş şiddetine maruz kalan komşu kadınlara annemin destek verdiğini bilirim. Kocaman apartmanlar, birbirinden soyutlanmış, birbirine sağır insanlar. Sadece kendisini koruyabilen bazı diyalogları kurabiliyoruz. Kuşkusuz feminist kadınlar olarak sokaklarda, her yerde mücadelemizi veriyoruz. O yüzden “Birlikte güçlüyüz” diyoruz. Ancak bunun büyük kentler dışındaki varyantı bu şekilde oluyor. Yani kadınların orada sizden beklediği bir şeyi yok. Sizden götürülecek kaba kavramsal argümana da ihtiyaçları yok. Onlar doğalında zaten bir feminizm yaşıyor ve doğalında zaten bir argümana sahip. Onların doğalında gelişen bir öz savunması, bir literatürleri zaten var. Dolayısıyla belgeselde kadınların oturup Simone de Beauvoir’in “Toplumun kadını nasıl yarattı fikrini” nasıl ele aldıklarını da göreceğiz. Köylere gittiğimde, köylerde çalıştığımda bu argümanların daha güçlü varyantlarını duyup kayda aldığımda, daha çok etkilendim. Mesela dengbêj annelerimizden birisi erkekliğe dair şerhini şiir olarak yazmıştı ve stran olarak da söyledi. Sevmediği, evlenmek zorunda bırakıldığı erkek üzerine bir strandı bu. Bir sanata dönüştürmüştü söylemlerini. Farklı bir dil var artık. Yani kırsal ile kenti bu şekilde karşılaştırmasak daha güzel olur. Birisi birisinden daha iyi değil. Her yerde kadın mücadelesi yürütülüyor, kadınlar her yerde erkeğe, erkek egemen topluma, hegemonik erkeğe ya da patriyarkal topluma karşı mücadelesini veriyor. Belgeselde kulağımda kalan Nagihan Akarsel’in, Simone de Beauvoir’ın sözlerini kendi cümleleriyle aktaran kadınların söylemleri oldu. Dolayısıyla bu karşılaşma benim onlara götürdüğüm bir şey değil, onların bana kattığı bir şeydi. O yüzden kadınlar patriyarkayı ve tüm bu erkeklikleri belgeselde “GotûbeJinlamaya” geliyor!