İslam ve Müslüman Nerede?

KCK Genel Başkanlık Konseyi üyesi Ali Haydar Kaytan, Demokratik İslam ve Ortadoğu'da yaşanan gelişmelere dikkat çekerek İslam'ın haksızlığa karşı ortaya çıkan tarafına işaret etti.

A. Haydar Kaytan'ın yazısı şöyle: "Demokratik İslam’ın seçkin temsilcisi Ali Şeriati anlatır: Abbasiler öncesinde Müslüman halk yönetenlerden duyduğu en ufak bir rahatsızlığı bile toplumun kaderiyle bağlantılı görüyor, halifenin en ufak bir zulmünü bile fark ediyordu. Hilafet çevresinden birinin kendi makamını kötüye kullandığını gördüğünde, sokakta ve pazardaki insan işini gücünü bırakıp mescide koşuyor, bağırıp çağırıyor, halifenin yargılanmasını istiyordu. Peygamber zamanındaki, ilk dört halife ve hatta Emeviler dönemindeki Müslüman halkın toplumsal duyarlılığı işte bu denli yüksekti. Böyle bir toplum üzerinde kolay otorite kurulamayacağı, bu toplumun kolayca dizginlenemeyeceği açıktı. Bu yüzden ezan okunduğunda çok keskin sosyal özellikleri olan bu insanlar hemen namaza koşuyor, orada kendi iç dünyalarına dalıyor ve kendi kaderlerini düşünüyorlardı.

Nitekim imparator konumunda olan Ömer gibi birinin ganimet olarak alınan kumaşlardan yapılmış ve diğer sahabilerinkine oranla uzun bir gömlek giydiğini görünce, insanlar “Senin gömleğin niçin daha uzun?” diye itiraz etmişlerdi. Halk, İran ve başka ülkeleri fetheden Ömer’i övmek yerine ilk iş olarak kendisini yargılıyor, ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle yakasına yapışıyordu. Sözcüsü aracılığıyla açıklama yapmak yerine oğlu Abdullah’ı tanık gösteren Ömer, “İstediğiniz yere temsilci gönderip araştırma yaptırın. Benim boyum uzun olduğu için herkese yeten kumaş bana yetmedi. İki ganimet kumaşından benim için bir gömlek çıksın diye Abdullah kendi payını bana verdi. Gidip bakın, Abdullah’ın elinde bu ganimetten başka bir şey yoktur” diyordu. Onlar da gidip araştırıyorlar ve sonuçta Ömer’in suçsuzluğu kanıtlanmış oluyordu.

İslam dünyasındaki bu toplumsal duyarlılık ilkin Abbasiler döneminde ortadan kalktı.

Emeviler döneminde yaşayan Hasan Basri’ye “İslam nedir, Müslüman kimdir?” diye sorarlar. Hasan Basri, “Şimdiki zamanda Müslümanlık kitapta, Müslümanlar da toprağın altındadır” cevabını verir. Peygamber ve halifeler dönemine ilişkin anıların henüz taze ve tanıkların hayatta olduğu bir dönemde yaşasa da, Basri’nin cevabı bu olur. Bir de İslam’ın ve kendisine Müslüman diyenlerin bugünkü halini düşünelim; “Hasan Basri şimdi yaşıyor olsaydı acaba bu soruya nasıl cevap verirdi?” diye soralım. Onun o zaman verdiği cevabı bugün aynen tekrar edemeyeceği kesindir. Çünkü ‘kitaptaki İslam’ da artık yoktur; aynı şekilde ‘toprağın altındaki Müslümanlar’ da bedenlerinin çürüyüp toprağa karışmaları misali hafızalardan silinip gitmiştir.

Zuhur ettiği Ortadoğu coğrafyasındaki tanınmaz hali bir yana, İslam’ın AKP devletinin uğursuz icraatları temelinde Türkiye’de ne hallere düşürüldüğüne bakın. Kürt coğrafyası soykırımı tamamlama hedefine yöneltilen kuralsız bir imha savaşının ateşleri içinde. Halifeymiş gibi davranan Nemrut taslağı bir diktatörün fetvasıyla şimdi bir değil binlerce İbrahim ateşlerde yakılıyor. Gerçekliğini bilmiyorum, ancak kutsal bir anlamı varsa bile, bu Nemrut, ‘rabia’ işaretini kapitalizmin icatları olan ve toplumsal bilincin yokluğuna tekabül eden olguları tarif etmekte kullanıyor. ‘Tek vatan’, ‘tek millet’, ‘tek devlet’ ve ‘tek bayrak’ gibi olguları İslam’ın gerekleriymiş gibi sunuyor. Bu temelde yükselttiği milliyetçi dalgaya kapılmış Türkleri Kürt kardeşlerinin üzerine saldırtıyor. Kimlik sahibi özgür Kürt’ün kendi faşist saltanatını çökerteceğine inandığı için bir mezar yerinin olmasına bile tahammül göstermiyor. Mezarlıkları dahi alçakça bombalıyor.

Faşist diktatör ve iktidarı bununla da yetinmiyor, nerede inkar ve imha politikasına karşı direnen ve uşaklığı kabul etmeyen bir Kürt varsa kendisinin can düşmanı belliyor. Bunun için Rojava Kürtlerinin varlık ve özgürlük davasına da savaş açıyor. Afrin köylerini top ateşine tutuyor, Afrin’i işgal etmeye hazırlanıyor. Kürtler varlık ve özgürlük mücadelesini kazanmasınlar diye herkesle ilişki kuruyor, taviz üstüne taviz veriyor. Böylece sadece Kürtlerin değil, özgür yaşamak isteyen öteki halkların geleceğini de karartmaya çalışıyor. Kurduğu bir kan dökücüler koalisyonuyla tüm farklılıklara mezarlığın yolunu gösteriyor.

Bir Mecusiden Müslüman olması istendiğinde, “Müslümanlık eğer Bayezid’in (Bistami) yaptığı şeyse gücüm yetmez; eğer sizin yaptığınız şeyse benim buna hiç ihtiyacım yok” cevabını verir. Aynı Mecusi Erdoğan’ın çağdaşı olsa, onun Kürtlere karşı savaşta İslam’ı nasıl alçakça kullandığını görse ve yine aynı taleple karşılaşsaydı, sadece ona ihtiyacı olmadığını söylemekle yetinmez, “Sizin inancınızda insanlığa yer yoktur” derdi. Erdoğan’ın elinde ‘İslam’ dini en kirli araçlardan biri derecesine düşmüştür. Bunun adı karşı-İslam’dır, insanı eşekleştirici bir yazgıya mahkum etmeye çalışan ulus-devletçi bir firavuni İslam’dır.

Aynanın en çok kullanılan araçların başında geldiği bir dünyada yaşıyoruz. Ancak aynanın karşısına geçen günümüz insanı kendine değil, aynada gördüğü bir resme bakar. Şeriati’nin de dediği gibi, insan kendisini bilinç aynasında görür. Bilinç kendisini kendisine tanıtır, kendisinin ne denli değerli bir varlık olduğunu anlamasını sağlar. Ama ne yazık ki bu insan bir aynaya sahip olsa da, kendisini ve içinde debelendiği bataklığı görmesini sağlayacak bir çift ayn’dan yoksundur. Ayn -göz- olmadan gerçek kişiye ayan olabilir mi?

Bu insana gerçeği kim anlatıp gözlerini hakikate çevirmesini sağlayabilir? Bugünün dünyasında insanı aldatıp yalanı gerçek diye yaşamasını sağlayanlar geçmişin zararsız göz boyayıcıları değildir. Onlar aynı zamanda ‘göz yapan ve görmeyi sağlayan’ güçlerdir. Bugün insanın gerçeğe baktığı göz, zalim bir sistemin kendisine taktığı gözdür. Bu insanın bilincini ve duygularını şekillendiren güç aynı sistemdir, bütün ilkeler ve estetik değerleri empoze eden de yine bu sistemdir. Hoşuna giden renkler bu sistemin gösterdiği renklerdir. Yediği ve içtiği şeylerin tadını bile bu sistem belirler. Kendisi olmaktan bu denli çıkmış olan bu insan artık en vahşi zulüm ve zorbalık düzeninin hizmetine koşturulmuş zavallı bir varlıktır.

Hakikat arayışı haksız olanın reddedilmesiyle başlar. Reddetmek doğru yola girme isteğinin dışavurumudur. Bu istek isyan etmekle ete kemiğe bürünür. Nitekim Ali Şeriati de “Adem’in yaratılış süreci de böyle başladı. Şu meyveyi yeme dediler, yedi. Sonra Adem oldu, insan oldu, yeryüzüne indi. Eğer böyle olmasaydı bütün melekler gibi anlamsız kalır, burada obur ve yararsız bir melek olurdu” der. Günübirlik yaşayan, başlıca derdi daha fazlasını ve daha iyisini tüketmek olan, bu anlamda hakiki İslam’ın maneviyatından kopmuş insanın dünyasında çıkıp kayıplar arasına karışan ilk şey isyandır. Kendisini yaşarken ölüme mahkum eden ve en yüce değerlerin derinliklerine gömüldüğü bir bataklık olan günübirlik yaşamın bu kahredici niteliğini bilince çıkarmayan bir insan asla ahlaklı bir insan olamaz. Ahlak her zaman eylem gerektirir ve bu eylem de kendisini her şeyden önce haksızlığa karşı mücadelede göstermek durumundadır. Yanlışı reddetmeyen ve haksızlığa karşı isyana kalkmayanın kendisine insan demesine şaşmak gerekir. Nitekim toplumcu İslam’ın ölümsüz mücahidi Ebuzer de evinde ekmeği olmayıp da isyan etmeyen kişinin aklına şaştığını söylüyordu.

İslam başta olmak üzere bozulmamış halleriyle İbrahimi dinlere bakın, hepsinin haksıza ve haksızlığa boyun eğmeyi lanetlediklerini görürsünüz. “Başka bir insanı öldüren biri katil de olsa insan kalır. Fakat başkasının önünde eğilen ve dalkavukluk yapan biri artık insan değildir. Ancak o bunun farkında değildir. Adam öldürmeyi ve hırsızlık yapmayı kötü kabul eder, ama dalkavukluğu etmez. Bu dalkavukluk, kölelik, başkasının önünde eğilme ve taklitçilikle değerini bilmediği şeyleri kaybeder.”

Erdoğan ve şürekasına İslamiyeti anlatma gibi bir derdim olamaz. Firavun inat etti, gösterdiği tüm mucizelere rağmen Musa’yı reddetti. Erdoğan’ın da firavunun yolunu takip edeceğinden ve firavun gibi tarih boyunca lanetle anılacağından kuşku duymuyorum. Ben İslam kültürünü yaşayan Kürt halkına karınca kararınca İslam’dan neyin anlaşılması ve bu çerçevede zalime karşı nasıl davranılması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Değerlendirmemi yine Ali Şeriati’nin çarpıcı cümleleriyle noktalamak istiyorum:

“Bir evde yangın varken seni namaza ve Allah’a dua etmeye çağıran kimsenin daveti haince bir davettir. Başkasının işi onun -yani bu çağrıyı yapanın- umurunda bile değildir. Kutsal olsun ya da olmasın, bu durumda yangını söndürmek dışındaki her ilgi eşekçe bir ilgidir. İster en güzel ilmi ve edebi eserleri incelemekle uğraşmak, ister bir bilimsel keşifle ilgilenmek olsun, eğer ilgilenirsen eşekleşmiş olursun. Bunun dışında yaptığın ve uğraştığın her iş seni eşekleştirir. Artık gitmiş olursun.”

Sizler de bu sözlere katılıyorsanız, o zaman Kürdistan’daki yangını söndürmek için herkes iş başına!"