‘Kürt çocukları politikleşmesin diye devlet vahşice saldırıyor’

“Taş atan çocuklar” üzerine araştırma yapan Sedat Yağcıoğlu, çocukların hem tanıklıklarından, hem de toplumsal bellek aracılığıyla politikleştiklerine dikkat çekerek, bunu sistemin de çok iyi bildiğini söyledi.

“Taş atan çocuklar” üzerine araştırma yapan Sedat Yağcıoğlu, çocukların hem tanıklıklarından, hem de toplumsal bellek aracılığıyla politikleştiklerine dikkat çekerek, bunu sistemin de çok iyi bildiğini söyledi. Yağcıoğlu, devletin bu denli çocuklara saldırmasının temel amacının, çocukların politikleşmesinin önüne geçmek ve direnişlerini kırmak olduğunu belirtti.

Yağcıoğlu, çocukların toplumsal hareketlerin en dinamik aktörleri olduğunu dile getirerek, devletin, çocukların özneleşmiş otonom mücadele pratiklerinden korktuğunu belirtti.

“Kürt Çocuklarının Çocukluk Deneyimleri ve Toplumsal Gösterilerin Kurucu Rolü” alt başlığıyla yayımladığı “Taş Dile Geldiğinde” kitabının yazarı Hacettepe Üniversitesi Araştırma Görevlisi Sedat Yağcıoğlu, Kürdistan kentlerinde katledilen çocuklara ilişkin ANF’nin sorularını cevapladı.

Dün taş attığı için tutuklanan çocuklar bugün direkt katlediyor, devlet Kürt çocuklarının yakasını neden hiç bırakmıyor?

Bugüne kadar bu konudaki bütün konuşmalarımda hep önemli gördüğüm bir konunun altını çizdim: Çocuklar aslında toplumsal hareketlerin en dinamik aktörleri. Devlet, yıllardır Kürt halkına yönelik katliamcı politikalarına karşı çocukların hem tanıklıklarından, hem de toplumsal bellek aracılığıyla edindikleri mirastan doğru politikleştiklerini ve direnişi hiç bırakmadıklarını biliyor. İşte aslında devlet, özellikle son 10 yıldır, 2006 Amed direnişinden beri çocukların peşini hiç bırakmadı. Temel amacı çocukları politikleşmesinin önüne geçmek ve direnişlerini kırmak. Ancak bu tarihsel bir yanılgı. Özellikle Ağustos’tan beri süren Kürdistan’daki savaş, artık çocukları ve gençleri “barış” söyleminde bile tutmaktan uzaklaştırmaya başlıyor korkuyorum ki! Kürt çocukların direniş pratiklerini, şöyle bir tarihsel izlekte okuyabilmek mümkün bana göre: 90’larda evleri yakılan, aileleri ve yakınları ya gerillaya katılan ya da devlet zoruyla işkencelerden geçirilen, tutsak alınan bir baskıcı dönem. Ardından kısa da olsa süren bir çatışmasızlık dönemi ve Kürt özgürlük hareketinin taleplerini yeniden oluşturduğu, “talep eden” konumundan çıkarak bütün yapı ve kurumlarıyla kendi özyönetim mekanizmalarını oluşturmaya başladıkları, “barışçıl” dönem ve son olarak Suruç ve Ankara katliamları ve “sokağa çıkma yasağı” adıyla devletin Kürdistan’daki kirli savaş politikaları dönemi. Bütün bu sürece elbette Rojava devriminin yarattığı umudu da eklemek gerekiyor.

Devletin Kürt çocuklarından alıp veremediği nedir? Neden en vahşi şekilde çocuklara saldırır?

Bu süreçlerin hemen çoğunda, Kürt çocuklar siyasetin içinde bir konum açtılar kendilerine. Bakın bu konuda, araştırmalarıma da dayalı olarak net söylüyorum ki; devlet de, kimi noktalarda Kürt özgürlük hareketi de belirleyici güç olamadılar çocuklar üzerinde. Kendi otonom alanını kuran çocuklar, kendi iradi kararlarıyla hareket eden bir yapı oluşturmuş oldular. İşte daha önceleri sözünü kurmak, öz savunmasını oluşturmak ve devletin şiddet zoruna karşı direnmek için “taş atan çocuklar”, bugün de özyönetimlerini kurma sürecinde özneliklerini kabul ettirdiler. Klişeleşmeye başlayan bir analiz var: Taş atan çocukların hendeklerin arkasında geçtiği ve bu durumun devlet nezdinde çocuklara ve gençlere yönelik de büyük bir öfke doğurduğu çerçevesinde analizler yapılıyor. Bunun gerçekliğinden daha önemli bir durum var, bu söylem aslında çok daha önemli bir gerçekliği örtüyor, görünmez kılıyor maalesef: Kürt çocuklar aslında yıllardır kendi özneliklerini kurmak, yaşamları hakkında söz sahibi olmak istiyorlar. Tarihsel sürece bağlı olarak da bu kimi zaman eldeki taşla, kimi zaman hendek kazmakla kendisini gösteriyor. Ama araç ne olursa olsun, bizler için en önemli soru; bu çocukları hangi mekanizmalar çerçevesinde yoldaş olarak kabul edebileceğimizde yatıyor. Devletin Kürt çocuklara yönelik, doğrudan öldürme hedefine dönmüş saldırıları da aslında devletin Kürt çocukların özneleşmiş, otonom mücadele pratiklerinden korkmasından kaynaklanıyor. Cezaevlerine kapatarak tutsak almaya çalıştı, olmadı. Eğitim, sağlık, dinlenme, oyun oynama haklarını sistematik olarak gasp etti, olmadı. Şimdi artık doğrudan yok etmeyi tercih ediyor. Ama olmayacak, er ya da geç devlet görecek ki, katlettiği her bir çocuk için, diğer çocuk yoldaşları daha da güçlendirecekler direnişi.

Bölgede bir de kolluk kuvvetleri ve korucuların cinsel saldırısına uğrayan çocuklar var. Yargının bu konudaki tutumu belli, neler yapılabilir bu konuda?

Bu çok boyutlu bir konu. Cinsel saldırı, tecavüz, çıplak ceset teşhiri gibi uygulamaların hepsinin, özellikle de kadınlara ve kız çocuklara yönelik şiddetin en sert biçimleri olduğunu biliyoruz. Buradaki temel sorunlardan birisi, maalesef her türlü çabaya rağmen değiştirilemeyen “cezasızlık” olgusu. Kamu görevlileri; ki özellikle kolluk kuvvetleri, cinsel saldırı eylemlerinden doğru herhangi bir yaptırım uygulanmayacağını biliyorlar. Neler yapılabilir sorusuna yönelik cevaplar da çok katmanlı dolayısıyla. Öncelikle, cezasızlığı kıracak etkin adli soruşturma süreçlerini devreye sokmak için çalışmak gerekiyor. Ancak bu yakın zamanda olanaklı görünmüyor. O nedenle de, kadınların öz savunma geliştirmeleri akut koruma mekanizması açısından en önemli yollardan birisi olarak karşımıza çıkıyor.

Kürdistan kentlerinde devam eden savaşta şüphesiz en çok etkilenen kadın ve çocuklar. Çatışma bölgelerinde büyüyen çocukları ileride nasıl bir dünya bekliyor.

Öncelikle çocukluğun “normal” hallerinin nasıl algılandığına, kurulduğuna bakmak gerekiyor: Masum, yetişkinlere bağımlı, sadece oyun oynayan, bilişsel olarak yetersizliklere sahip, gittikçe daha fazla tüketen, otoritelere boyun eğmesi gereken bireyler olarak görülüyor çocuklar ve bu çocukluk kurgusunun “normal” olduğu fikri yerleştirilmeye çalışılıyor. Ancak, Kürt çocuklarda da bunun örneklerini gördüğümüz gibi, savaş vb. zor koşullarda yaşayan çocuklar daha hızlı toplumsallaşıyor, politikleşiyorlar ve kendi yaşamlarını daraltan, baskı altında tutan bütün koşullara karşı mücadele etmeye başlıyorlar. Elbette bunun çocuklar açısından, zorlayıcı etkileri de var. Örneğin çocuklar kendi yaşamlarını, kendi iradeleriyle kurma imkanlarından uzaklaşıyorlar. Duygusal, psikolojik ve toplumsal gelişimlerinin temel araçlarından birisi olan “oyun oynama” imkanını ya bulamıyorlar ya da oyunları da içinde bulundukları savaş koşullarıyla ilgili oyunlardan oluşuyor. Özetle, Kürt çocukların bunca yok sayma, ayrımcılık, şiddet sarmalında insan onuruna yakışır bir gelişim süreci yaşayamadıklarını görüyoruz. Çocukların geleceği ile ilgili doğrusal öngörülerde bulunmak makul değil. Ama bugünden izleklerini süreceğimiz tarihsel bağlar bize belli kaygı verici durumları işaret ediyor: Kendi varoluşlarına yönelik sistematik şiddete karşı, çocuklar şiddeti de bir yaşamsal araç / mücadele biçimi olarak görmeye başlıyorlar. Zulme uğradıklarını düşündükleri yapı (örn. devlet) ve aktörlere karşı (örn. polis ve asker) nefret tutumları geliştirdiklerini gözlemlemek mümkün. Burada önemli olan, bunun gibi durumlar için, çocuklara yönelik, uzun erimli onarıcı, yüzleşme ve hesaplaşmaya dayalı adalet mekanizmalarını, çocukları dışarıda bırakmadan, onlarla birlikte oluşturmak. Barışın ve toplumsal barışın inşası sürecinde, çocukların da yoldaşlarımızı olduğunu unutmamak, kendilerini ilgilendiren bütün süreçlerin aktif inşacıları olduğu mekanizmalar yapılandırmak gerekiyor.

Çatışma ortamında büyüyen çocuklara nasıl bir psikolojik tedavi uygulanmalı? Neler yapılmalı?

Savaş ortamında yaşayan çocuklar için yapılması gerekenler, psikoloji penceresinden bakıldığında klasik / konvansiyonel “psikoloji kuramları” çerçevesinde olamaz. Eleştirel psikologların sıkça kullandığı ve çok önemsediğim bir slogan var: “Savaşın açtığı yaraları psikologlar kapatamaz”. Psikologların, sosyal çalışmacıların, hekimlerin bu süreçte yapması gereken, öncelikle savaş koşullarının ortadan kaldırılması, çocuklar üzerindeki baskıcı ve ayrımcı pratiklerin engellenmesi ve bundan sonraki onarıcı adalet sürecinde çocuklar açısından, yüzleşme ve hesaplaşmanın içselleştirilmesi. Çünkü adaletsizlik duygusu, adaletsizliğin geldiği yerden onarılabilir ancak. Kendilerine yönelik haksızlıkların, failleriyle yüzleştirilmeden çocuklara yönelik oluşturulacak herhangi bir “rehabilitasyon, psikolojik tedavi”nin faydası olacağını düşünmüyorum.