Pınar Dinç: Ekokırıma karşı mücadele ortaklaşmalı -II

Kurdistan’da ekokırım politikasının bir devlet politikası olduğunu ve Kürt halkının değerlerinin, hafızasının da hedef alındığını belirten Akademisyen Pınar Dinç, ortak mücadele ve direnişlerin büyütülmesi gerektiğini söyledi.

Ekokırımın tanımı, parametreleri, çevre suçları, valiliklerin askeri yasak bölge ilanı sonrası çıkan orman yangınları ve bu yangınların söndürülmemesi, söndürmek isteyenlerin engellenmesi, tüm itirazlara rağmen baraj ve HES projeleri, maden ocakları ve daha nicesi… Ekokırım dosyamızın 2. bölümünde Lund Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü Öğretim Üyesi ve Orta Doğu Çalışmaları Merkezi Araştırmacısı Pınar Dinç ile konuştuk.

 
Öncelikle Türkiye’nin Kürt politikası ve ekokırıma odaklanan bu görüşme genelde 2000 sonrası özelde ise 2015 sonrası üzerinden ele alınacak. Ekokırımı nasıl tanımlamak gerekir sizce? Bir yerde ekokırım olduğunu iddia etmek için hangi temel parametreler göz önüne alınıyor?
Aslında Ekokırımı Durdurun Vakfı’nın (Stop Ecocide Foundation) birkaç sene önce bununla ilgili kapsamlı bir çalışması oldu. Ve orada şöyle bir tanım yaptılar aslında: “Çevreye ağır ve geniş çapta ya da ağır ve uzun vadeli bir biçimde zarara yol açmasının kuvvetle muhtemel olduğunun bilincinde yasadışı veya keyfi olarak işlenen fiiller, ekokırım suçunu oluşturur."

Buradan hareketle, ekokırımın yaşam alanı ve o alanda yaşayan bütün canlıların, insanların, hayvanların, bitkilerin zarara uğraması, bu zararın yarar ve zarar dengesini gözetmeden, “keyfi” olabileceğini anlıyoruz. O yaşam alanına, o habitata verilen zararın sebep ve sonuçlarını düşünmek çok önemli. Konu enerji ise sözgelimi, enerji elde etmek pahasına nelerden vazgeçiyoruz, nelere zarar veriyoruz, bunu düşünmeden zarar vermekten bahsediyor yarar-zarar dengesi. Yarar-zarar dengesi elbette aynı zamanda verdiğin zararın bilincinde olmak demek.

Eğer siz yaptığınız işlerde bu dengeyi gözetmeksizin tahribatta bulunuyorsanız, ekokırım uyguluyorsunuz. Ekokırımı Durdurun Vakfı, yanlış hatırlamıyorsam, 2-3 sene kadar önce Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) bir başvuruda bulunarak ekokırımın Uluslararası Ceza Mahkemesince tanınan bir suç olmasını istediğini belirtti. Çünkü biliyorsunuz, Uluslararası Ceza Mahkemesi şu anda insanlığa karşı işlenen savaş suçları, soykırım suçları gibi başka suçlara odaklanıyor. Ama düşünecek olursak, ekokırımın tanımında zaten insanlığa karşı işlenen bir suç olması da var. Çünkü yaratılan tahribat oranın çevresine, tabiatına, orada yaşayan tüm canlılara zarar veriyor. Üstelik bir bölgede yaratılan tahribat o bölgeyle sınırlı kalmıyor. Zaten ekolojik döngü de buna işaret eder, o döngünün herhangi bir ayağına zarar geldiğinde tüm döngü zarar görüyor. Dolayısıyla aslında çevreye verdiğiniz bu tarz bir zarar o bölgeyle sınırlı kalmayıp, insanlığa karşı işlenen bir suç haline geliyor.

 
Çevreye yönelik bir suç tanımı var. Türkiye’de de özellikle orman yangınları artıyor. Ancak, Türkiye’nin batısıyla karşılaştırıldığında görece Kurdistan’daki orman yangınlarını devletin söndürmediğini ya da söndürülmesini engellemeye dönük pratikler sergilediğini görüyoruz. Bu orman yangınları veya baraj ve HES yapım projeleri üzerinden yola çıkarsak; bu projelerin özellikle Kurdistan’da gerçekleştirilmesinin temel sebebi ne olabilir?
Türkiye’nin batısıyla doğusu arasında, yani Kurdistan ile Ege/Akdeniz sahilleri arasında büyük bir fark var maalesef. Elbette Çanakkale’de de Ege’de de orman yangınları oluyor, ormanların tahribatına neden olan madencilik faaliyetleri uygulanıyor. Dolayısıyla çevreye orada da zarar veriliyor, Kurdistan’da da. Ama bu tahribata bakış çok farklı oluyor maalesef. Bir yanıyla şaşırtmıyor bu fark, bir yanıyla da çok üzücü. Türkiye’nin batısında, Ege sahillerinde olan yangınlar büyük bir infial yaratıyor. İnsanlar yangınlara müdahale edilmemesine sinirleniyor, seferber oluyor. Gazeteler, haber ajansları bu gibi olaylara geniş bir yer verebiliyor. Muhalefet, hükümet dahi buna dair bir şeyler söylemek ihtiyacında hissediyor. Zaten doğru olanı da bu. Buna bir itirazım yok. Ancak aynı dönemlerde Dersim’de, Cûdî’de de ormanlar yanıyor, bu hiçbir şekilde gündeme bile gelmiyor. Peki Dersim’deki, Cudi’deki orman, orman değil midir?
Orada kül olan ağaçlar, hayvanlar, doğanın bir parçası; bu yangınlardan etkilenen insanlar, bu ülkenin vatandaşı değil midir? Neden devlet buradaki yangınlara müdahale etmiyor, halk güvenlik gerekçesiyle yanan ormanlarını söndürmeye bile gönderilmiyor, yolları kesiliyor? Burada büyük bir tutarsızlık, büyük bir adaletsizlik var. Bunun da ötesinde aslında maalesef Kürtlerin özellikle çözüm sürecinin bitmesinden sonra artan şekilde yeniden kriminalleştirilmesinin de getirdiği bir durum bu. Kurdistan’daki orman yangınları önemsenmediği gibi, Ege’deki orman yangınları için de deniyor ki “zaten batıdaki ormanları da Kürtler yakıyor."

Hemen her sefer şunu duyuyoruz: “Kürtler yaktı”, “PKK yaptı.” Bunun üzerinden Kürtlere karşı yeniden bir ayrımcı söylem üretiliyor, suçlayıcı bir tavır, kriminalize eden bir yaklaşım gelişiyor. Oysa bu söylenenin gerçekliğine dair elimizde bir bilgi yok. Hatta 2021’de Manavgat’taki yangını çıkaran kişinin Ülkü Ocakları üyesi Ali Y. Serik olduğu ortaya çıktı. Sonra da konu aniden kapandı. “Biz bu konuda Kürtleri haksız yere suçladık ama aslına bak ülkücü birisi, Türk milliyetçisi birisi yapmış” gibi bir şey de konuşulmuyor. Konunun üstü kapatılıyor. Bu durumu siyasetten ayrı düşünemeyiz. Bir grup ötekileştiriliyor, itiliyor, önemsenmiyor, güvenlik meselesi olarak görülüyor; bir grupsa her zamanki gibi ayrıcalıklı. Daha önce de söylemiştim; Türklük sözleşmesine uygun bir şekilde oradan görülüyor. Böyle ciddi bir fark var ne yazık ki!

'YANGINLAR VE BARAJLARLA KÜRDÜN DEĞERLERİ, HAFIZASI DA HEDEF ALINIYOR'

Kurdistan’da bu güvenlik konusu haline getirme çerçevesinde buraların girişe kapalı askeri güvenlik bölgesi olmaları, dolayısıyla müdahale edilmemesi, müdahale etmek isteyenlere de engel olunması gibi bir durum söz konusu oluyor her seferinde. İlk etapta yok sayılıyor bu yangınlar. Bazen artık duymazdan gelemedikleri oluyor çünkü halk ayağa kalkıyor, HDP milletvekilleri bölgeye gidiyor, sosyal medyada konuya dikkat çekiliyor vs. O zaman da “ya zaten öyle önemli bir yangın değil, büyütüyorlar”, “buradan bir mesele çıkarmaya çalışıyorlar” gibi bir refleks görüyoruz. Aslında benzer tavrı sadece orman yangınları konusunda değil, barajlar, kum ocakları, mermer ve diğer maden ocakları konusunda da görüyoruz. Kürtlerin çevre duyarlılığı ile söylediği her söz “teröre hizmet etmek” yaftası ile değersizleştiriliyor.

Dersim’de hemen her taraf kutsal mekandır: Munzur kutsaldır, orman yangınlarından ya da avcılardan kaçmaya çalışan dağ keçisi kutsaldır Dersim’in inanç yapısında. Dolayısıyla bu da hiçe sayılıyor. Kutsallığın ötesinde, kültürel miras da söz konusu olabiliyor. Örneğin Halfeti, Hasankeyf, bütün bu bölgeleri sular altında bıraktılar. Ekokırım kavramına dönecek olursak, fayda-zarar dengesine baktığımız zaman da bir şey görmüyoruz. Yani gerçekten bu Hasankeyf’ten, oradaki barajdan elde edilecek elektrik nedir? Yani Hasankeyf’teki bütün o kültürel mirası sular altında bırakmaya değecek kadar değerli elektrik mi üretiliyor? Kaldı ki bu gibi kültürel miraslar fayda-zarar dengesi içine oturtulmadan düşünülmelidir. Bu gibi pratikler akla yatan, kabul edilebilir pratikler değildir ne yazık ki.

Yine başka etkiler var. Mesela Zîlan’daki HES’in oranın hafızasına bir etkisi var. Orada bir katliam yaşanmış. İnsanların belleğinde yer etmiş böylesi büyük bir travmanın sadece mekansal bir yıkımı değildir mesele. Oraya yapılan baraj, sadece yerleşim yerlerinin üstünü kapatmaz, bir yüzleşme imkanını da kapatır. Bir toplumun yaralarını sular altında bırakamazsınız. Aslında benzer bir şey Dersim’de de söz konusu. Dersim’de 2015 sonrası orman yangınları, sadece “2015 çözüm süreci bitti ve orman yangınları arttı” değil ki! Oranın 1993-94 hafızası var. Oranın 1938 hafızası var. Orada orman yakmayı süreklilik haline getirmiş olan bir devlet politikası var. Sadece Türkiye Cumhuriyeti için değil, Osmanlı’dan gelen bir devlet politikası, bir devamlılık söz konusu. Hatta sadece Türkiye ya da Osmanlı’da uygulanan değil bütün dünyada benzer örnekleri olan bir politika aslında.

 Onun dışında etkiler üzerinde düşündüğümüz zaman, ekokırım üzerinden oranın endemik bitki ve hayvan türleri etkileniyor. Bunun iklim değişikliğine de etkisi var elbette. Ormanı yakarak da barajlar inşa ederek de oradaki iklimi değiştiriyorsunuz, yeraltı sularına etki ediyorsunuz; içme suyuna etki ediyorsunuz dolayısıyla. Suriye’de yaşanan bu kuraklık meselesinin ne kadar ciddi sonuçlar doğurabildiğini biliyoruz hepimiz. Oradaki çiftçilerin ne hale geldiğini çok yakın zamanda gördük. Buğday gibi temel besin kaynaklarının üretildiği yerlerin susuz kaldığı zaman orada yaşayan insanlar açısından ne büyük zorluklar çıkardığını görüyoruz. Aynı coğrafyadan bahsediyoruz. Ve dolayısıyla bütün bunların hepsinin ekolojik dengenin yıkımı neticesi olduğunu biliyoruz.

 
HES’ler, orman yangınları, maden ocaklarının toplumsal ve kültürel sonuçları ne oluyor? Örneğin GAP projesinin etkisi ne oluyor? Dersim’den Rojava’ya kadar düşündüğümüzde, -ki Munzur Fırat’ın bir kolu, Cûdî’nin dibinden akan Zap suyu Dicle’nin bir kolu; bir şekilde Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde yapılan bu baraj projelerinden tutalım orman yangınlarına kadar- bunların bölgenin toplumsal kültürel yapısı üzerinde nasıl bir etkisi oluyor?
Mesela bir baraj örneğinden gidecek olursak, bizim geçen senenin sonunda “Authoritarian Neoliberalism and Resistance in Turkey” başlıklı bir kitabımız yayımlandı. Bu çalışmada sadece otoriter liberalleşmeye odaklanmadık; Türkiye örneğinde otoriter liberalleşmenin nasıl gerçekleştiği ve buna karşı direnişin nasıl değişik yollardan gerçekleştiği üzerinde de durduk. Kitapta yer alan Kutay Kutlu’nun bölümü HES örneği üzerinden hukukun bir direniş alanı olarak kullanılmasından bahsediyor. Mesela Kurdistan’da bir yere gidiyorlar ve diyorlar ki biz buraya baraj projesi yapacağız.

Ondan sonra acele kamulaştırma dedikleri bir prosedür ile beraber, yani işi yasal kılıfına uydurarak oradaki arazilere el konuluyor. İnsanlar bunu protesto da ediyor, hukuki yollardan haklarını da arıyorlar. Pembelik Barağı örneğini yerel mahkemeler ve AİHM kararlarına bakarak çalışmış, Kutay. Bu çalışma gösteriyor ki, bu olay sadece orada bir baraj yapılması ve oradaki insanların mülkiyet haklarının ellerinden alınması değil; bizim buna biraz daha insan hakları, yani sadece mülkiyet hakları değil, insan hakları çerçevesinden de bakmamız lazım. Bu konuda verilen hukuki mücadelelerin bu perspektiften de hareket etmeye ihtiyaçları var.

'MAHKEMELER YAŞAM HAKKINA, ÇEVRE HAKKINA ODAKLANMIYOR'

Aslında en başa dönersek; ekokırımı insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak uluslararası ceza mahkemesinin gündemine ve mevzuatına nasıl ekleyebileceğimiz meselesine bence önemli bir referans var. Zaten şunu biliyoruz: mahkemeler tutarsız kararlar verebiliyor. Dolayısıyla bazen insanlar acele kamulaştırılan arazileri için daha fazla para alabiliyorlar. Ama dediğim gibi; bu, mülkiyet üzerinden verilen hukuki mücadele ile gerçekleşiyor. Oysa burada yapılan projelerin daha büyük bir çevresel etkisi var, toplumsal etkisi var, kültürel etkisi var. Verilen mücadele yalnızca mülkiyet hakları üzerinden gittiği için yaşam hakkı, çevre hakkına yeterince odaklanılmıyor. Orada bir tarım alanı kaybı oluyor. O insan orada yaşıyorsa, belki az ötede arazisi var, belki az ötede hayvanlarını otlatıyor. O insanı oradan çıkarttığınız zaman o insanın bütün sosyal bağlarını zayıflatıyorsunuz. Çevresiyle, köylüsüyle, orada anadilini konuşarak anlaştığı insanlarla, bildiği coğrafyayla, bildiği bölgeyle olan bağını koparıyorsunuz.

Gündelik yaşamından tutalım da kimliğini, duygulanımlarını şekillendiren bir hatıralar manzumesinden uzaklaştırıyorsunuz. Bunu yok ettiğiniz zaman o insanın dayanışma ağlarını zayıflatıyorsunuz, onu yalnızlaştırıyorsunuz. Aynı şekilde, bu bölgede yaşayan herkesi topluca yeni bir bölgeye yerleştirmiyorsunuz ki. Bazen biri bir yere gidiyor, biri başka bir yere göç ediyor. Dolayısıyla dayanışma ağlarını zayıflattığınız, anadiliyle, toplumuyla, kültürüyle, inancıyla olan bütün bağlarını yok ettiğiniz insanlar kalkıp başka bir yere yerleşiyor, burada bildiği işi yapmaz oluyor, bildiği dili konuşmaz oluyor, bildiği insanlarla iletişim kuramaz hale geliyor. Yalnızlaşıyor, ötekileştiriliyor, dışlanıyor. Dolayısıyla sizin orada yaptığınız baraj sadece oranın coğrafi-demografik yapısını değiştirmiyor; bütün bir yapı değişiyor. Ama orada önceden yaşayan insanın da bütün hayatına etki ediyorsunuz. Dolayısıyla konu genellikle bir “baraj projesi”nin çok ötesinde düşünülmesi gereken bir konu.

 Orman yangınlarına dönecek olursak da, Dersim örneğinden gidebiliriz. Dersim nüfus yoğunluğunun en az olduğu illerinden bir tanesi Türkiye’nin. Niye gitsin ki bir insan oraya? Orada ne yapacak? Bir şey yapmaya kalksa yarın öbür gün devletin oraya ne yapacağı belli değil. Her tarafa, her dağa kalekol-karakol dikilmiş durumda. Çünkü şunu çok iyi biliyoruz: 1990'ların başında aslında Dersimliler dönmüşler ve tekrar köylerinde evlerini yapmaya başlamışlar, tekrar hayvan almışlar. Tekrar ufak ufak bir şeyler yapmışlar. Sonra '93-94’te yeniden köyler boşaltılmış, yıkılmış, hayvanlar canlı canlı yakılmış. Yarım saat içinde evlerini boşalttırmışlar, insanları ortada bıraktırmışlar öylece. Bir sürü insanlık suçu işlenmiş. Çözüm sürecinin bitişiyle beraber artan orman yangınlarının böyle bir etkisi de var, acı bir hafızayı, kapatılmamış bir yarayı yeniden kanatıyor bu yangınlar.

 'HUKUK MÜCADELESİ VE DİRENİŞLER SONUÇ GETİRİR'

Son olarak, bu ekokırıma, özellikle Kurdistan’daki ekokırıma karşı nasıl bir yol izlenebilir?
Aslında başa dönersek eğer, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin bunu bir suç olması ile ilgili yapılan çalışmaların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hatta yakın zamanda Erzincan İliç’te Anagold ve Çalık Holding’in sahibi olduğu bir maden şirketinin faaliyetleri sonucunda siyanürlü zehirli kimyasal maddeler Fırat Nehri'ne karışıyor. Fırat Nehri'nden Güney’e kadar akan, tüm Mezopotamya’ya zarar veren bir zehirli sudan bahsediyoruz. Bununla ilgili bir şikayette bulunuluyor Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne. Şu anda bunun bir etkisi yok, evet. Ancak bu dosyalar, ileride ekokırımın suç olarak kabul edilmesi halinde önemli belgeler olacak. Bunun bir örneğini biz Dersim’den biliyoruz. Dersim’de yapılan soykırım ile ilgili bir dosya da gönderildi UCM’ye, günün birinde Türkiye bunun bir parçası olduğunda Türkiye’nin yargılanmasının önü açılacak. Dolayısıyla tarihe bir not düşmektir bu. Ancak elbette mücadele bununla sınırlı değil, olan mücadeleyi sahiplenmek, onu büyütmek için çalışmaya devam etmek gerekir. Türkiye’de bütün olan bitene karşı çok fedakarca bir direniş sergiliyor insanlar her şeye rağmen. Bütün baskıya, bütün zulme, bütün yapılan kötülüklere karşı direniş çok canlı. Ben bunu çok kıymetli buluyorum.