DİZİ I

Bir tarihi direnişin TANIKLARIYDIK

Tarihi direniş boyunca Sûr’da, daha çok da hastane görevindeydi. Direnişçilerle ve direnişin komutanı Çiyager’le her gün görüşüyordu. R., tanık olduğu tarihi, şehit düşen Kürt gençlerini ve Türk devletinin işgal saldırısını anlatıyor...

“Belki yaptığımız bu direniş bugün anlaşılmayacak ama 

ileride herkes anlayacak. Biz burada tarihi bir direniş sergiliyoruz 

ve bu tarihi direnişte sizin de adınız olacak…” 

Bu sözler, tarihi Sur Direnişi’nde YPS’nin komutanı olan Çiyager’e ait. Onlar, Kürt halkının gençleri olarak tarihe adlarını yazdılar. Zulme karşı, imhaya ve inkara karşı özgürlük denizine doğru yol alan bir nehir gibi aktılar. Zamanın ruhu ve anlamı oldular. 

 2015-2016 yılına damgasını vuran Kuzey Kürdistan’daki şehir direnişlerine ait belgeler açığa çıktıkça direnişin etkisi ve Türk ordusunun yaşadığı kayıplar da gün yüzüne çıkıyor.  Çatışmaların en yoğun yaşandığı yerlerden biri de Amed’in Sur ilçesi olmuştu. Tarihi Sur Direnişi’ne tanıklık eden R.’nin kısa notlarla tuttuğu günlük, Sur Direnişi’nde neler yaşandığını en açık bir şekilde gözler önüne seriyor.  

Sur Direnişi’nin büyük komutanı Çiyager’in “Ne olursa olsun son muhteşem olacaktır” sözleriyle başlayan tarihi Sur Direnişi, 5 Eylül 2015 tarihinde Kürt gençlerinin Sur’u savunmasıyla başlayıp 28 Kasım 2015’te zirveleşti, 15 Mart 2016 tarihine kadar devam etti. Dört Ayaklı Minare, Emniyet Fırını, Karadeniz Sokak, Süleyman Nazif ve Mardinkapı İlköğretim Okulları, Kurşunlu Camii ve Yoğurt Pazarı‘ndaki 7 mevzide Kürt gençlerinin sürdürdüğü direniş karşısında Türk devleti, tüm teknik imkânlarına rağmen ağır kayıplar verdi. 

Bin yıllık kara taşlar arasında yankılanan, gücünü tarihten alan ama gencecik bir direnişin sesleriydi. O direniş ki, Dimdim Kalesi gibi, Stalingrad Savunması gibi, Kobanê Direnişi gibi tarihteki yerini aldı.

Tam adını farklı gerekçelerden dolayı veremediğimiz R., “Sur’da Direniş Günleri” başlığıyla tuttuğu kısa notlarda, yaklaşık 7 aylık bir süreçte neler yaşandığını gösteriyor bizlere.

Damla damla birikmişti geçmiş ve biriken damlalar geleceği yaratmak için denize doğru yolunu bulacak, akacaktı. R. de belki de böyle düşüncelerle başlıyordu notları tutmaya.

Bir tarihin tanığı, başlasın anlatmaya...

Sur’a ilk gittiğim gün… Dört Ayaklı Minare’nin oraya gittim, aşağısında bir barikat ve 10 metre sonra bir barikat daha; mevzinin adı Şehit Avesta (Ferhat Doğru) Cephesi’ydi. 

Bir telaş, bir ses! Biz de koşarak gidip baktık. Ses hastaneden geliyordu. Sedyede Rêber’i görünce hemen müdahale odasına koştum. C. abi ve Rêber’in bacağından vurulduğunu söylüyorlardı. Daha önce de aynı bacağından parça yemişti ama ciddi bir şey yoktu. Hemen büyük makası aldım masanın üstünden. Rêber’in pantolonunun sol bacak tarafını kestim. Kurşun, bacağın baldır kısmından girip çıkmıştı ama kemiğe zarar gelmemişti. Dikilecek bir durum yoktu. Hemen pansuman yapıp sardık. Onu bizim eve götürdük, arka odaya yatak serdik, ağrı kesici ve iltihap kurutucu iğne yaptık. “Bir şeyim yok, yok. Hemen mevziye gitmeliyim” diyordu. “Tamam, bugün dinlen, yarın gidersin” dedik. Yemek hazırlamak için mutfağa gittik. O sırada birkaç arkadaşın bizim eve girdiğini gördüm. Hepsi silahlıydı. En iyisi yemek kalsın, içeriye çay götüreyim, dedim. Çayı demledim, bardakları tepsiye dizip içeri girdim. Ve karşımda tarihi Sur Direnişi’nin komutanı Çiyager, Ali (Xemgîn Roj) ve Delil’i gördüm. Çiyager’in masmavi gözleri, zayıf vücudu ve zayıf bir yüzü vardı. Hep gülerdi, bir o kadar da ağırdı. Kafasındaki egali çok yakışıyordu. Tahminimce 15-16 yıllık bir gerillaydı. Yanında Delil vardı. O da Sîsê’den gelmişti. Silvanlıydı. Orta boyluydu; düz kaşları, çekik gözleri ve düzgün bir fiziği vardı. Çok esprili, sempatik biriydi. Delil’in yanında Ali oturuyordu. Onun kodu da Xemgîn idi. O da uzun boylu, zayıf, çekik iri gözlü ve bıyıklıydı. Sessiz birine benziyordu. Hepsiyle tek tek tokalaştım.

KARNASÇI SERHAT’IN ŞEHADETİ

Hava kararmaya başlamıştı. Birden büyük Bahoz ve Zagros, bağrışmalar içinde battaniyeye sarılı birini getiriyorlar. Hemen müdahale odasının kapısını açtık. Battaniye kan içinde kalmıştı; yanağından kurşun yemiş, kafasının arkasından çıkmıştı. Bilinci yerinde değildi. Ama kalbi atıyordu sanki. Belki de bana öyle geliyordu. C. abi “Öldü” dedi. “Ben kalbini dinledim, az da olsa atıyor” dedim. Hemen koluna adrenalin yapalım, dedim. Kaburgalarının içinden iğneyi geçirip kalbine adrenalin yaptık ama hiçbir faydası olmadı. Şehit düştü. Adı Serhat Doğru (Ararat) idi. Karnasçıydı. Bir binanın içine mevzileniyor, üç özel harekat polisini vuruyor, bir tane daha vurayım derken keskin nişancı Serhat’ın yerini tespit ediyor ve vuruyor.

KOVBOY HARUN VE ASKER

Kovboy Harun, Class Otel’de mevzilenen polislere sızmaya gidiyor ama polislerin mevziisinde kimse yok. Orada duran yarım paket sigarayı ve şekeri, leblebileri alıp geri gidiyor. Bir gün de Harun mevziisinde yemek yaparken bir askerin karşısında olduğunu görüyor. İkisi de silahlarını çekiyor. Harun askere, “Bak sana yazık, ateş etme” diyor. Askerin komutanı ise askere “Ateş et diyorum” diye emir veriyor. Asker, “Ama komutanım, adam ateş etme diyor” diye cevap veriyor. Komutan “Ateş et” dedikçe asker, “Ama komutanım adam ateş etme diyor” demeye devam ediyor. Bunun üzerine komutan askeri iterek tam ateş edecekken Kovboy Harun onu öldürüyor. Tabii o günden sonra bir hafta boyunca Kovboy Harun’un mevzisine saldırılar durmadı.

ÜÇ GÜN SONRA ÖLECEKSİNİZ

Ve Kurşunlu Camii’deki mayınlar patlamayınca düşman iyice yüklenmişti. Burada çok kayıpları olmuştu. Kurşunlu Camii mevzisine Heval Mustafa (Hogir) bakıyordu. Çok cesaretliydi, korkusuzdu, yakışıklı ve güler yüzlüydü. Mustafa’nın yanında o mevzide Agir, Faruk ve Hecî vardı. 

Mustafa’ya bakınca insan büyük bir güven duyardı. Her hastaneye geldiğinde gülerek saatine bakar ve “Üç gün sonra öleceksiniz” derdi. Her gün aynı şeyi söylüyordu. Bir gün “Heval Mustafa bu üç gün hiç bitmiyor mu?” dedim, bana baktı ve “Biz bu inançla 90 gün bile götürürüz” dedi. 

Düşman Kurşunlu Camii’ne hep marş ve Türkiye marşı ile gelirdi. Bazen de akreplerin megafonundan ezan okurlardı. Ezanı da yarım okurlardı, devamını getirmezlerdi. Kurşunlu Camii’ne saldıran güçlerinin hepsi kendine Esedullah Timi derdi, hepsi IŞİD idi. Bazıları Arapça konuşuyormuş, arkadaşlar birebir şahit olmuştu.

HEVAL ÇİYAGER’İ UNUTMAYACAĞIM

Heval Çiyager her gün 5 dakikalığına da olsa hastaneye uğrar, yaralı arkadaşları sorar, onlarla ilgilenir, öyle giderdi mevzisine. Tüm mevzileri gezerdi, hiç durmazdı, nerede yoğun saldırıya uğrayan bir mevzii varsa oraya giderdi. Hayatımda bir daha böyle bir insanla karşılaşamazdım. Sur’da kaldığım süre boyunca her gün biraz daha hayranlık duyuyordum ona. Bir insan bu kadar mı duyarlı olur, bu kadar mı sevilir! Hayatım boyunca onu hiçbir zaman unutmayacağım.

DELİL KORKUSUZDU

Mazlum ve Delil (Mesut) şehit düştü. Bu nasıl olur? Aklım almıyordu. Şehit Delil Yoğurt Pazarı mevzisine bakardı. Tek başına dururdu orada. Yanında dört genç kalırdı: Bücürük, Kadir, Cudi ve Kıvırcık. Yaşları küçük ama yürekleri büyüktü. Delil arkadaş korkusuzdu, tek başına sızmaya giderdi. Düşman bir türlü onu yıldıramadı, onun mevzisinden korkardı, orada çok kayıp verdiler. 

KAYIP VERDİKÇE DELİRDİLER

Çatışmalar yoğunlaşmış, artık tanklar devredeydi. Binlerce polis ve asker Sur’a gönderilmişti. Tabii ki tanklar da. Bu arada düşman da çok kayıp veriyordu. Gün yoktu ki 10’dan aşağı düşman ölüyordu. Çok kayıpları vardı. Kayıp verdikçe delirmiş gibi saldırıyordu. Her yanımıza bombaatar, misket düşüyordu. Şimdi daha temkinli olmalıydık.

BOMBA YAĞIYORDU

Çatışmalar yoğunlaşıyor. Hastaneden ya da evden çıktığımız an bombalar yağıyordu. Helikopter bizi görüp koordine veriyor, Class Otel’den doçka ve bomba atar yağardı.

Bu arada Kurşunlu Camii mevzisi biraz gerilemişti. Tanklar her tarafı yıkıyordu. Malum mayınlar da kablosu koparıldığı için patlamıyordu. Oradaki arkadaşları zorlamasına rağmen devlet kayıp veriyordu. Artık Kurşunlu Camii ortada duruyordu. Ne bizim arkadaşlar gidebiliyor ne de düşman girebiliyordu. 

KURŞUNLU CAMİİ MESELESİ...

Düşman Kurşunlu Camii’ni top atışlarıyla vuruyordu, resmen bir tarihi yok ediyordu. Sonra ise “Teröristler tarihi Kurşunlu Camii’ni yıktı“ diye haber yapıyorlardı. Bu kadar da yüzsüzlük olamazdı. Hem bizim topraklarımızı, tarihimizi, evlerimizi işgal ediyordu hem de bizi terörist diye ilan ediyordu. Kim terörist? Biz mi yoksa işgalci zihniyette olan devlet mi? Tabii ki devlet. Artık her şeyi açıkça gözlerimizle görüyorduk ve biliyorduk. Çünkü bu tarihi direnişin tanıklarıydık.

İTALYAN KARNASÇI SUR’DA!

O da hem Silvanlıydı hem de Farqîn grubundandı. Çok uzun olduğu için herkes ona “Tanrı’nın oğlu” derdi. Karnasçıydı, suikastçıydı. Devlet ona, “İtalyan Karnasçı Sur’da” diye başlık atmıştı. O yüzden bazı arkadaşlar ona “Çakal Karlos” diyordu. Kodu Rodî’ydi. Rodî rahatsızdı akciğerlerinden. Son aşamaya gelmişti ama yine de aslan gibiydi. Elindeki karnas tam da boyuna uygundu. 

DÜŞMAN KAYIPLARI GİZLİYOR

Tabii düşman verdiği kayıpları medyaya yansıtmıyordu. Sadece Kurşunlu Camii mevzisinde yüze yakın kayıp vermişti. Ama radyodan dinliyorduk, 3-5 kişi öldü diye söylüyordu.

MAYIN KOYAR PATLATIRIM

Radyoda Sur’un TOKİ’ye verileceği söyleniyordu. Heval Afat o hasta haliyle, “Sur’a TOKİ girerse mayın koyup patlatacağım” demişti. “Kanımızın ve değerlerimizin üstüne konamazlar, kabul etmeyeceğiz” diyordu.

MARDİNKAPI DİRENİŞİ

Bu arada ambulans sesleri bitmiyordu. Ölen polisleri, Özel Harekâtları ve askerlerin ölülerini taşıyorlardı. Mardinkapı tarafında arkadaşlar mayın patlatmış, sistem çok kayıp verdi. Akşama kadar ambulans sesleri kesilmedi. Arkadaşlar sistemin 50’ye yakın kayıp verdiğini söylüyordu ama radyoda 2 veya 3 diye geçiyordu.

100 GÜNLÜK BİLANÇO: 550-600 ÖLÜ

Bu arada tanklar hiç susmuyordu. Bazı mevzilerde 2 veya 3 ev geriye çekilmişlerdi. Arkadaşlar yine de büyük bir direniş gösteriyorlardı. Sistem abarta abarta Sur’da “279 terörist öldürüldü” diye basında bas bas bağırıyordu. Abartısız devletin 100 günlük kayıp bilançosu 550-600’dü. Sistem hiçbir yerde vermediği kadar kayıp vermişti Sur’da. Devlet resmen Sur’da iflas etmişti. Sur’da yüzlerce gerillanın olduğunu sanıyordu ama yanılıyordu. Karşısında güçlü bir irade vardı, güçlü bir mücadele vardı. Belki eksikleri çoktu ama o eksikleri de başka türlü tamamlamaya çalışıyordu. Her devrimciyim ya da Kürdüm diyen insanın bu mücadeleyi görmesini isterdim.

BU NASIL BİR GÜÇTÜ...

Arkadaşlar sadece savaşmıyorlardı. Güvenlik için her şeyle uğraşıyor, hastanenin güvenliğini düşünüyor, bizleri düşünüyor, hastaları düşünüyor, sivilleri ve çocukları düşünüyorlardı. Biz çok yorgun olduğumuzu söylüyorduk ama ya bu arkadaşlar nasıl ayakta kalıyordu? Bu nasıl bir güçtü? Her şeyi düşünüp ayakta kalmak azımsanacak bir şey değildi.

ASIL SİZ TESLİM OLUN

Tanklar artık gece gündüz evleri yıkıyordu, hiç durmuyordu. Yine de az şehit vermiştik. Düşman çıldırmış gibiydi, son teknolojilerinin hepsini üzerimizde deniyordu, anons yapıyorlardı. Arkadaşlar da düşmana “Biz teslim olmayacağız, asıl siz teslim olun” diyorlardı.

DAHA 9 PARMAĞIM VAR

Bir gün hastaneyi temizliyordum. Bir baktım kısa boylu, tipi çok komik bir arkadaş hastaneden içeri girdi. Keleşi sırtında, iki eli havada. Sağ elinin serçe parmağı kopmuş, eliyle tutup getirdi. Parmağım kopmuş, dedi. Hiç acı çekmiyor gibiydi, ay bile demiyordu. Adı Serhildan’dı. Yereldi ama on yıllık kadronun davranışını sergiliyordu. Parmağını aldık, diktik, hiç ses çıkarmıyordu. Belki parmağı tutmaz, diyorduk ona. O da bize “Daha 9 parmağım var” dedi. Çok etkilenmiştim. R. ile birbirimize, “Ne cesaretli bir genç demiştik” ve hastanede kalmadı, hemen mevzisine gitti.

KAYNAK: YENİ ÖZGÜR POLİTİKA