‘Yurtseverlik’ kavramı, adı üzerinde anlaşılır bir kavramdır. Yurdu sevmek, onu korumak ve güzelleştirmekle olur. Yurdu koruyup güzelleştirmek de ancak üzerinde yaşayan insanları, toplumu koruyup özgür yaşar kılmakla mümkündür. Yani ‘Yurtseverlik’ aynı zamanda ‘halk severlik’ ve ‘toplum severlik’ olmaktadır. Demek ki insanı ve onun oluşturduğu toplumu sevmek, ancak doğayı, yani üzerinde yaşanan toprağı, yurdu sevmekle mümkündür.
Yurdu sevmenin, onu korumak ve güzelleştirmekle mümkün olduğunu belirttik. Yurdu güzelleştirmek demek, doğayı tahrip etmemek, doğanın sunduğu nimetleri doğru ve yeterli kullanmayı bilmek, bu nimetlere dayanarak özgür birey ve demokratik komün(topluluk) yaşamını yaratmak demektir. Bu da ahlaki ve politik toplum ölçülerini sürekli geliştirmekle, bunlarla çelişen ve bu ölçüleri tahrip eden anlayış ve tutumlara karşı mücadele etmekle mümkün olur. Bunların da ülkeden kopmamak, toplumsal ölçülere bağlı kalmak ve toplumsal değerleri tahrip eden her şeye karşı tavır alıp mücadele etmek anlamına geldiğine önceki bölümlerde belirtmiştik.
Burada da yurdu korumak, yani saldırılar karşısında savunup özgür yaşam inşa edilir halde tutmak hususu üzerinde duracağız. Zira yurdun savunulması olmadan, onun güzelleştirilmesi mümkün olmaz. Güzelleştirme özgür yaşam inşa etmek demekse, o da ancak güvenlikli bir ortamda mümkün olur. Dolayısıyla güvenlik ile özgürlük arasında kopmaz bağlar vardır. Yani güvenlik olmadan özgürlük de olmaz. Özgür bir yaşam ancak güvenli bir ortamda inşa edilebilir.
Demek ki yurdu korumak veya savunmak demek, üzerinde özgür bir yaşamın inşa edilebileceği güvenli bir ortam haline getirmek demektir. O halde özgürce var olup yaşayabilmek için güvenlik, yani kendini koruma veya savunma şarttır. Eğer yurtseverlik, bir toprak parçası üzerinde özgürce var olup yaşamaksa, onun da söz konusu toprak parçasının güvenli olmasına, yani her türlü saldırı karşısında korunup savunulmasına bağlı olduğu açıktır. Demek ki yurtseverlikle özgürce var olma ve yaşama, onunla da güvenlik, yani savunma arasında böyle kopmaz bağlar vardır.
Nereden bakarsak bakalım çok açık bir biçimde görürüz ki, yurtseverlik ile yurdu savunmak birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. Gerçek yurtseverlik, ancak yurdun savunulmasıyla, her türlü saldırı karşısında korunmasıyla mümkün olur. O halde asgari yurtseverlik görevlerinden biri ve belki de birincisi, her türlü saldırı karşısında yurt savunmasına katılmak, üzerinde özgür ve güzel yaşam inşa edilecek güvenli bir toprak parçası haline getirmektir.
Peki bu nasıl olacaktır? Aslında savunmanın önemi konusunda çok fazla bir görüş ayrılığı yoktur. Az çok herkes, savunmanın, korunmanın, yani güvenliğin önemini bilmekte ve de kabul etmektedir. Burada fazla bir sorun bulunmamaktadır. Esas sorun, sorduğumuz soru kapsamındadır; yani savunmanın nasıl gerçekleştirileceği hususu üzerinde ortaya çıkmaktadır. Bu da söz konusu görevi üslenmemekten ve başkasına bırakmak istemekten kaynaklanmaktadır. Neden? Çünkü zordur; hem büyük bir cesaret ve fedakârlık ister ve hem de yaşamını ortaya koymayı gerektirir. Bu nedenle, söz konusu görev hep başkalarına havale edilmek istenir.
Aslında devlet ve iktidar aygıtlarının bireyler ve toplumlar üzerinde hakimiyet kurmasına yol açan en temel etken de bu olmaktadır. ‘Birey ve toplumun güvenliğini sağladığı’ varsayımı(aslında yalanı) söz konusu hakimiyete yol açmaktadır. Birey ve toplumun güvenlik görevi ya da savunma konusunda yaşadıkları zayıflıklar, kendini tekelci güç yapan devlet hakimiyetine boyun eğmesini ortaya çıkarmaktadır. Her zaman tekelcilik olan iktidar ve devletin gücü karşısında örgütsüz birey ve toplumun yaşadığı zayıflıklar da söz konusu hakimiyetin başka bir nedeni olmaktadır.
Devlet ve ordu gücünün, kendini ‘toplumun güvenlik gücü’ olarak sunması aslında en büyük yalanı ifade etmektedir. Tekelci devlet ve ordu gücü, aslında özgür birey ve toplum karşısında kendi güvenliğini sağlama gücü olmaktadır. Başka devletler karşısında toplum savunması da bir yalan ve hileden başka bir şey değildir. Devletlerin varlığı ve çıkar çatışması zaten toplum güvenliğini ortadan kaldırmakta ve güvenlik sorununu bu biçimde ortaya çıkarmaktadır. Devletin topluma söylediği şey, ‘Benim hakimiyetimi kabul edersen, başka devlet saldırısına karşı seni korurum’ olmaktadır. Bunun da bir korunma olmayıp, özünde daha ağır bir egemenlik altına girmek olduğu açıktır.
Kısaca iktidar ve devlet güçlerinin, özgür birey ve toplumlar açısından gerçekte bir ‘güvenlik gücü’ olmadığı ortadadır. Aslında sadece iktidar ve devlet güçleri değil, hiçbir başka güç bir birey ve toplumun güvenlik gücü olamaz. Yani güvenlik veya savunma, hiçbir zaman bir başka güce bırakılamaz. Çünkü böyle bir güç özünde güvenlik veya savunma görevini yerine getirmez, tersine baskı kurup egemenlik altına alır. Güvenlik veya savunmasını başkasına bırakan her birey veya toplum onun hakimiyeti altına girerek özgürlüğünü kaybeder.
O halde güvenlik veya savunma görevi hiçbir zaman başkasına bırakılamaz. Belki yaşama dair her iş başkasına bırakılabilir, ancak güvenlik asla başkasına bırakılamaz. Çünkü güvenliği başkasına bırakmak demek, onun hakimiyeti altına girerek özgürce var oluşu ve yaşamı kaybetmek demektir. Peki geriye ne kalıyor? Çok açık ki, kendi kendini savunmak, kendi güvenliğini kendin yapmak kalıyor. Özgürce var olmanın ve yaşamanın temel koşulu kendi kendini savunmak ve korumak oluyor. Yani kendi savunmanı kendi öz gücünle yapmayı, kendi güvenliğini öz gücünle sağlamayı ifade ediyor.
Tarihin eski çağlarında insanlar ve toplumlar böyle yaşıyorlardı. Klanlar, kabileler, aşiretler kendi güvenliklerini kendi öz güçleriyle sağlıyorlar, asla başkasına bırakmıyorlardı. Onun için de özgür topluluklar olarak yaşam sürdürüyorlardı. Böyle bir durum, o topluluklar ve onu oluşturan bireyler için temel bir bilinçti, sorumluluktu, bir ahlaki ölçüydü. Topluluk yaşamı da buna göre planlanıyor ve örgütleniyordu. Toplum hem yaşam imkânlarını kendisi yaratıyordu ve hem de kendi güvenliğini kendisi sağlıyordu. Toplumsal bilinci, eğitimi ve örgütlenmeyi buna göre yapıyordu. Nasıl ki yaşamda her topluluk üyesinin bir yeri ve rolü oluyorduysa, aynı biçimde savunma görevinde de her bireyin bir yeri ve rolü oluyordu. Gerektiğinde yaşamını ortaya koyarak bu rolün gereğini bir savaşçı olarak pratikte yerine getiriyordu.
Aslında iktidar ve devlet sisteminin doğuşu toplum içinde bu gerçekliği bozdu. ‘Devletin güvenlik sağladığı’ yalanını ortaya çıkartarak, herkesi buna inandırdı ve inanmayanları da zorla hakimiyeti altına aldı. Böylece bireyler ve toplumlar da özgürlüklerini kaybettiler. Her şeyleriyle devlet egemenliği altına girdiler. Bu öyle bir düzeye geldi ki, kendi özgürlüklerini yok edenleri kendi güvenliklerini sağlayanlar olarak görme noktasına ulaştı. Günümüz Kürdistan’ın da ise bu durum ‘kendi celladını kendi güvenlik gücü olarak görme’ noktasına geldi. Örneğin soykırımcı TC güçlerine “Güvenlik gücü” demek ve ondan güvenliğini sağlamasını beklemek bu anlama geliyor. Böyle bir zihniyet durumunun da çok yaygın olduğu açıkça görülüyor.
Kuşkusuz sorun bundan da öte bir durum arz etmektedir. Bazıları soykırımcı güçlerin kendi güvenliklerini sağlamayacağının bilincine varmıştır. Fakat güvenliğini nasıl sağlayabileceğini de doğru bir biçimde bilmemektedir. Bunu kendi öz gücüyle yapması gerekirken, asgari yurtseverlik görevi öz savunma temelinde kendini örgütleyip savunmayı gerektirirken, bu görevi başka güçlere bırakma arayışı ve isteği öne çıkmaktadır. Örneğin bu görev sadece gerilla güçlerine bırakılmaktadır. Rojava’da sadece YPG-YPJ’nin kendilerini koruyabileceği sanılmaktadır. Bu kesinlikle bir yanılgıdır. Evet gerilla ve YPG-YPJ savunmada temel bir öncü rolü oynayabilir, ancak Kürtlerin savunmasını ancak eli silah tutabilen tüm Kürt kadınlarının ve erkeklerinin kendilerini öz savunma temelinde eğitip örgütlemeleri ve gerektiğinde savaşmaları sağlar. Savaşan toplum, savaşan kadın, savaşan halk gerçekliği de ancak böyle ortaya çıkar.
Kaynak: Yeni Özgür Politika