“Savaşların anası başlıyor” diyerek dünya savaşının fitilini Saddam Hüseyin ateşledi. Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle yaşanan körfez savaşı, Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlangıcı oldu. ABD, buna dayanarak Ortadoğu’ya 150 bin asker sevk etti ve başta Kuveyt ve Suudi Arabistan olmak üzere Basra Körfezi çevresini askeri denetime aldı. 2002-2003 sürecindeki Afganistan ve Irak’a dönük işgal saldırılarıyla da söz konusu denetimi bölge düzeyinde genişletti. Şimdi çok daha iyi anlaşılıyor ki, ABD, Hindistan’dan Yunanistan’a uzanan enerji ve ticaret yolu oluşturma projesini daha o zamandan hayata geçirmeye başladı.
1990’ların başı da tıpkı 1917-18 dönemi gibi dünya çapında yeni bir sürecin başladığına işaret ediyordu. Rusya’da Sovyet Devrimi ile en azından başlayan dünya savaşında kısmi bir ateşkesin önü açılıyor ve insanlık alternatif bir dünya arayışına giriyorken, 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle söz konusu kısmi ateşkes durumu sona eriyor ve dünya savaşı yeniden başlıyordu. ABD’nin “Yeni Dünya Düzeni” stratejisi temelinde Körfez’de başlayan bu süreç, adım adım dünyanın diğer alanlarına ekonomik ve siyasi baskı ve askeri saldırı biçiminde yayıldı.
Başlayan yeni dünya savaşının Kürdistan’a yansıyan boyutu, 1991 yılında oluşturulan “Çekiç Güç Operasyonu” ile Hewlêr’de sözde bir Kürt Yönetiminin yaratılması ve bu temelde Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin Güney Kürdistan’a yayılmasının engellenmesi oldu. Böylece Kuzey Kürdistan’da doğup gelişen Kürdistan özgürlük mücadelesinin hem Güney Kürdistan’a yayılması engellenmiş ve hem de Özgürlük Hareketi Kuzey Kürdistan’da sınırlandırılıp kuşatılmış oluyordu. Kürdistan Özgürlük Hareketi’ne küresel kapitalist müdahale en somut olarak böyle başlıyor ve bu biçimde 9 Ekim 1998 tarihinde başlatılan uluslararası komplo saldırısının temelleri atılıyordu.
Tarih böyle işlemese de Önder Apo’nun öngördüğü gibi 1990’ların ilk yıllarında “Botan-Behdinan Kurtarılmış Alanı” gerçekleştirilmiş olsaydı, o zaman tarih nasıl yaşacak ve de yazılacaktı? Çok açık ki, bu kurtarılmış alana dayalı olarak Türkiye’de Kürt sorununun demokratik çözüm süreci başlayacak ve bu temelde Türkiye demokratikleşecek, yine Kuzey ve Güney Kürdistan’ın ulusal-demokratik güçleri birleşerek Körfez Savaşı’na müdahale edecek ve Irak’taki yeni sürecin ‘Demokratik birlik’ temelinde işlemesini sağlayacaktı. Bu durumda ABD’nin Asya-Avrupa enerji yolu oluşturma projesi daha baştan geçersiz kılınacak ve kapitalist modernite sisteminin iç çıkar çelişkilerinden doğan dünya savaşı daha başlamadan sona erdirilecekti. Belki de 1920’lerin başında gerçekleştirilemeyen yeni dünya sistemine doğru 1990’ların başından itibaren yeni adımlar atılacaktı. Yine belki de Kürt varlığını ve özgürlüğünü inkâr eden dünyanın ilk çökeni olan Sovyetler Birliği söz konusu çöküş yerine reformist bir değişim yaşayacaktı. Kısaca son 35 yıldır yaşananlar böyle olmayacak ve bu kadar kan dökülmeyecekti.
Ama tarih ABD’nin istediği gibi işledi ve Üçüncü Dünya Savaşı yayılarak ve derinleşerek devam etti. Bu amaçla ABD için iki şey gerekli oldu: Birincisi, Bağdat’a müdahale edebilmek için güvenlikli bir ortama ihtiyacı vardı ve kendisi açısından en büyük tehlike Kürt Özgürlük Hareketi ve Önder Apo’dan geliyordu. Bu açıdan, 9 Ekim 1998 tarihinden itibaren başlattığı uluslararası komplo saldırısıyla söz konusu bu tehlikeyi yok etmek ya da en azından iyice zayıflatmak istedi. İkinci ihtiyaç, Bağdat’a işgal saldırısı yapabilmek için uygun bir gerekçenin bulunmasıydı. Bunu da tıpkı 2 Ağustos 1990 Kuveyt işgali gibi, 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısında buldu. Böylece Önder Apo’nun İmralı tecrit, işkence ve soykırım sistemi altına alınmasına dayanarak ve El Kaide adıyla yapılan İkiz Kule saldırısının yarattığı atmosferi kullanarak, ABD, Afganistan ve Irak’a işgal saldırısı yürüttü ve buralarda elde ettiği sonuca dayanarak dünya üzerindeki egemenliğini güçlendirmeye çalıştı.
Dünya savaşında üçüncü aşama “Arap Baharı” denen sürecin yarattığı etkiyi kapitalist modernite sisteminin Ortadoğu üzerindeki denetimini daha da güçlendirme yönünde değerlendirme süreciydi. Tarihin cilvesi bu ya, savaşın birinci ve ikinci aşamalarında karşı karşıya olan güçler, yani ABD ile PKK, bu üçüncü aşamada DAİŞ’e karşı aynı savaş cephesinde yan yana yer alıp mücadele etti. Kuşkusuz bu durum ideolojik karşıtlık temelindeki politik yan yana gelişi ifade ediyordu. İki güç de kendine güvenip yan yana mücadele edebilme iradesini gösterince DAİŞ’i yenilgiye uğratan söz konusu ittifak ve bunun sonucu olan Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ortaya çıktı. Aslında bu durum söz konusu iki tarafa da kazandırdı.
Şimdi Üçüncü Dünya Savaşı’nda dördüncü aşama yaşanıyor. İlk iki aşamada Basra Körfezi’ni ve çevresini askeri denetim altına alan ABD, üçüncü aşamada özellikle Mısır ve Suriye’de yarattığı sonuca dayanarak Doğu Akdeniz’i ve çevresini askeri denetim altına almaya çalışıyor. İlk iki aşamada doğrudan kendi askeri güçlerini kullanırken, bu dördüncü aşamada Ukrayna ve İsrail’i öne sürmüş bulunuyor. Zaten İsrail adı altında bir yandan dünyaya yayılmış Yahudi toplumu bir araya getirilmeye çalışılırken, diğer yandan küresel sermayenin vurucu bir siyasi ve askeri gücü ortaya çıkartılmış durumdadır.
Ukrayna savaşı bu temelde gelişmiştir ve Rusya ile Çin’in Avrupa devletleriyle geliştirmeye çalıştığı enerji ticaretine güçlü bir darbe vurarak ve Avrupa üzerindeki NATO şemsiyesini güçlendirerek ABD’nin çıkarına olmuştur. Gazze savaşı da bu temelde gelişen bir savaştır ve özgürlük için mücadele veren Filistin halkı bu savaşa kurban edilmiştir. ABD ve NATO desteğinde askeri gücünü Ortadoğu ve dünya halklarına gösteren İsrail, yaptıklarıyla adeta tüm insanlığa korku salmaya çalışmaktadır. Doğu Akdeniz’deki enerji yolu temizliği kapsamında şimdi sıra Lübnan’dadır ve İsrail tüm gücüyle Lübnan Hizbullah’ına saldırmaktadır. Bu saldırıda teknik gelişme savaşın hizmetinde temel bir katliam aracı olarak kullanıldığı gibi, saldırının düzeyi Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah’ın katledilmesine kadar varmıştır. Bundan sonra nelerin olacağı ise belli değildir. Belli olan, söz konusu savaşın yayılarak devam edeceğidir. Suriye’de durumun nereye varacağı bilinmemektedir. Ancak dananın kuyruğunun Kıbrıs’ta kopacağı, AKP-MHP faşizminin Türkiye’yi nasıl bir felâkete sürüklediği yakın gelecekte görülecektir.
Bu dördüncü aşamada Kürtlere yaklaşım ikilidir: Bir yandan Rojava’da olduğu gibi Kürtleri idare edip üzerlerinde ideolojik etkinlik geliştirilmeye çalışılırken, diğer yandan AKP-MHP faşizmine her türlü askeri destek verilerek ve de KDP işbirlikçiliği dayanak yapılarak Kürt Özgürlük Hareketi, PKK imha ve tasfiye edilmek istenmektedir. Önder Apo’dan 43 aydır hiçbir haber alınamamaktadır. Gerillanın ezilmesi ve Medya Savunma Alanları’nın işgal edilmesi için 2016 yılının güzünden bu yana tarihin en ağır askeri saldırılarından biri yürütülmektedir. PKK yönetiminin katledilmesi için listeler yapılmıştır ve herkese açık katliamlar olmaktadır. Kürt toplumunun direnişten uzaklaştırılması için özel savaş saldırıları tüm kapsamıyla yürütülmektedir. 9 Ekim 1998 tarihinde Önder Apo’nun imhası amacıyla başlatılan uluslararası komplo saldırısı, 26’ncı yıldönümünde işte bunlar temelinde devam ettirilmeye çalışılmaktadır.
Kuşkusuz komplocu saldırı geneldir, her yerde yapılmaktadır ve tüm yurtsever güçleri hedeflemektedir. Fakat bu saldırının örgütlenmesi ve yürütülmesi için de Güney Kürdistan’ın önemli bir yeri ve Barzani KDP’sinin çok önemli bir konumu ve rolü vardır. Denebilir ki komplonun temel yerel dayanağı Barzani iktidarıdır. Barzani iktidarının yıkılması uluslararası komplonun yenilmesinde çok güçlü ve önemli bir gelişme olacaktır. 20 Ekim günü Güney Kürdistan’da seçim yapılacak, işbirlikçi-ihanet ile yurtseverlik çizgileri oylanacaktır. Barzaniler yönetimindeki KDP işbirlikçi-ihanetinin iktidardan düşürülmesi için söz konusu seçim çok önemli bir fırsattır. Bu fırsatı doğru değerlendirmek de en temel bir yurtseverlik görevidir. Bu kadar net olan ortamı bulandırmadan ve asla umutsuzluğa düşmeden tüm Güney Kürdistan yurtseverleri birlik halinde bu görevi mutlaka başarmalıdır.
Selahattin Erdem
Kaynak: Yeni Özgür Politika