2011 yılında başlayan Suriye’deki iç savaş, Ortadoğu ve Türkiye için yalnızca bir yol ayrımı değil, aynı zamanda köklü bir dönüşüm sürecini de dayattı. Bu süreç, demokrasi ve hukuk mekanizmalarını işletmeyen otoriter rejimlerin, halkın iradesine rağmen ayakta kalamayacağını bir kez daha gözler önüne serdi. Halkın demokratik talepleri ve hak-hukuk arayışları, devletlerin yeniden yapılandırılmasını zorunlu kılarken, dış güçlerin ve bölgesel aktörlerin bu sürece müdahil olması Suriye’yi adeta uluslararası ve bölgesel çıkarların çarpıştığı bir savaş alanına dönüştürdü.
Suriye halkının, baskıcı Esad rejimine karşı başlattığı demokratik direniş, kısa sürede radikal İslamcı grupların manipülasyonuyla amacından saptırıldı. Bölgesel güçlerin, özelikle Sünni Arap devletlerinin finansmanıyla desteklenen bu gruplar, uluslararası güçlerin de onayıyla sahada etkinlik kazandı. Türkiye ise lojistik destek, eğitim ve organizasyon sağlayarak bu grupların operasyonlarını güçlendirdi. DAİŞ ve türevleri, ‘Özgür Suriye Ordusu’ adı altında toplanan radikal unsurlar, özelikle Rojava’da yükselen demokratik sistemin üzerine karanlık bir gölge düşürmeye çalıştı.
Rojava’da Kürt halkının inşa ettiği bu sistem, radikal İslamcı terör örgütlerinin saldırılarına sahne oldu. Serêkaniyê, Efrîn ve Kobanê, Halep gibi yerlerde yaşanan çatışmalar tarihin en kanlı sayfalarından biri olarak kaydedildi. Ancak özelikle Kobanê direnişi, Kürtlerin kolektif öz gücüyle bu saldırıları püskürtmesi bakımından tarihe geçti. DAİŞ’in yenilgiye uğratılmasının ardından Türkiye, bu kez doğrudan sahaya inerek Rojava’nın birçok yerini işgal etti ve bölgede derin insani krizlere yol açtı.
TÜRK DEVLETİNİN ROJAVA’DA DEMOGRAFİK DEĞİŞİM ÇABALARI
Türk devleti özelikle Suriye’de Kürt coğrafyasının demografik yapısını değiştirme hedefiyle sürdürdüğü işgal saldırıları ve Kürtleri sürekli baskı altında tutma siyasetiyle Suriye iç savaşını tam anlamıyla tıkadı. Bu durumu fırsata çevirerek, Efrîn, Serekaniyê, Girê Spî, Şehba, El Bab ve çevresindeki Kürt yerleşimlerini tamamen Kürtlerden arındırma politikasını uygulamaya koydu. Bunları tüm dünyanın göz önünde gerçekleştirdi. Yüz binlerce Kürt zorla göç ettirildi. Kürt coğrafyasına Araplar ve dünyanın farklı bölgelerinden gelen on binlerce çete ailesi yerleştirildi. Bu, bir toplumsal mühendislik operasyondu. Her şey, bilinçli bir politika çerçevesinde adım adım hayata geçiriliyor. Türk devleti güdümündeki çeteler Kürtlerle doğrudan savaşmaya başladı. Evler gasp edildi, mallar talan edildi, kadınlar kaçırıldı, sayısız infaz gerçekleştirildi. Kürtlere karşı işlenen tüm bu suçlar uluslararası kamuoyunun gündemine girmesine rağmen hiçbir müdahale olmadı. Çünkü bu eylemlerin tümü, bir kırım siyasetinin parçası olarak, belirli bir program dâhilinde yürütülüyordu.
Nihayetinde Tük devleti, Astana Antlaşması çerçevesinde kefil olduğu gruplar aracılığıyla, örtülü bir uluslararası anlaşma kapsamında gerçekleştirdiği saldırılarla Suriye rejimini yıkmayı başardı. Bu durum, Suriye’de yeni bir kaos ortamı yaratırken Türk devleti için önemli bir fırsat sundu. Hızla çete gruplarıyla organize olarak Kürtlere yönelik yeni bir saldırı dalgası başlattı. Bu saldırıların temel hedefi, Kürtleri Fırat Nehri’nin batısından sürmekti. İlk adım olarak bu bölge seçildi ve ardından Kürtlerin diğer kazanımlarını hedef alan bir saldırı stratejisi yeniden devreye sokuldu. Yıllardır Fırat’ın batısındaki Kürtler, uluslararası hukuka aykırı yöntemlerle yerinden edilmekte ve zorla göçe maruz bırakılmaktadır. Türk devleti, Ortadoğu’daki her kaosu Kürtleri yok etmek için bir fırsata dönüştürmekte ve bölgeyi doğrudan ya da dolaylı saldırılarla işgal etmeye etmektedir.
KÜRTLERİ YOK ETME RAPORLARI HAZIRLANDI
Fırat’ın batısından Kürtlerin istenmemesinin nedeni, Türk devletinin tarihi politikalarına, kuruluş felsefesine ve Kürtlere yönelik siyasetlerine dayanmaktadır. Özelikle 1925 yılında hazırlanan Kürt raporunda, Fırat’ın batısının Kürtsüzleştirilmesi hedefi pilot bölge olarak belirlenmişti. Günümüzde Türk devleti, bu politikayı yeniden hayata geçirerek Suriye’deki kaos ortamını fırsat bilmekte ve bu coğrafyayı Kürtsüzleştirmeye çalışmaktadır. Bu tarihsel süreç, Kürtleri yok etme amacına hizmet eden bir stratejinin sürekliliğini açıkça göstermektedir. Türk devleti, kuruluşundan itibaren İttihat ve Terakki döneminde uyguladığı nüfus mühendisliği projelerini Kürtlere yönelik olarak yeniden devreye sokmuştur. Ermenilere yönelik katliam ve zorunlu göç politikalarının ardından, bu kez Kürtler hedef alınmıştır.
1925 yılında dönemin Çankırı Milletvekili ve Ermeni Soykırımı’nın önemli uygulayıcılarından Mustafa Abdülhalik Renda tarafından hazırlanan Kürt raporu, bu politikaların yol haritasını ortaya koymuştur. Raporda, Kürtlerin Fırat’ın batısında etkin bir nüfus olduğu ve asimile edilerek etkisizleştirilmeleri gerektiği belirtilmiştir. Fırat’ın doğusunda ise daha yoğun baskı, sürgün ve demografik değişim yoluyla Kürtlerin kimliksizleştirilmesi önerilmiştir. Başta dönemin Başbakanı İsmet İnönü olmak üzere birçok devlet yetkilisi tarafından, Kürtlere yönelik politikalarla ilgili çeşitli raporlar hazırlanmıştır. Bu raporların tamamı, Kürtleri yok etmenin yol ve yöntemlerini içermekte ve ortak bir anlayışa dayanmaktadır. Raporlarda, Kürtlerin dil, kültür ve ekonomik alanlardaki etkinliği “Türklüğe tehdit” olarak tanımlanmış; bu nedenle Türk nüfusun yerleştirilmesi gibi yöntemler önerilmiştir. Bu politikalar, tarih boyunca en acımasız şekillerde uygulanmış ve Şêx Said, Ağrı ayaklanmaları ile Dersim katliamı gibi olaylarla soykırıma varan boyutlara ulaşmıştır.
Kürt varlığını “Türklüğe zehir” olarak gören bu yaklaşım, Türk ulus-devletinin homojenleşme çabalarının bir parçası olmuştur ve günümüzde de benzer biçimde devam etmektedir. Bu politika, Kürtlerin binlerce yıllık tarihini, dilini ve kültürünü yok sayan bir anlayışla, onları topraklarından koparmayı ve kimliksizleştirmeyi amaçlamaktadır. Kürt kimliğini yok etmeyi hedefleyen bu tür raporlar, geçen yüzyıl boyunca devletin temel politikalarına yön vermiştir. Bu gün ise bu politikalar, ülke sınırlarının ötesine taşınarak Rojava’da Kürtlere karşı etkin bir şekilde uygulanmaktadır. Türkiye’nin Kürtlere yönelik asimilasyon, baskı ve demografik yeniden düzenleme politikalarının temeli olan bu strateji, günümüzde Rojava’da ve özelikle Fırat’ın batısından somut olarak hayata geçirilmektedir.
ROJAVA’YA SALDIRI KÜRTSÜZLEŞTİRME POLİTİKALARININ DEVAMIDIR
Rojava’daki Kürt bölgelerine yönelik saldırılar, Türk devletinin yüzyıllık inkar ve imha siyasetini kendi sınırlarının dışında uygulama sahası olarak tezahür etmiştir. Fırat’ın batısını Kürtlerden tamamen arındırma ve Kürt şehirlerini kimliksizleştirme politikası, bu gün de aynı kararlılıkla Rojava’da sürdürülüyor. Bu siyaset, özelikle Bakur’da Fırat’ın batısında yer alan şehirlerin Kurdistani kimliğini zayıflatmaya ve yok etmeye yönelik katliamlarla uygulanmıştır. Dersim katliamı, 1980’da Maraş katliamı gibi olayların tümü, buradaki Kürt nüfusunu etkisizleştirmek ve asimilasyonu hızlandırmak amacıyla yapılmıştır. Malatya, Sivas, Antep ve Hatay coğrafyasında, Kürtlerin demografik ve kültürel varlıklarını yok etmeye yönelik sistemli bir politika izlenmiştir.
Bu süreç, yalnızca Kürtlerin kimliğini hedef almakla kalmamış, aynı zamanda Rojava Kürtleri ile bu şehirleri arasındaki tarihsel, kültürel ve coğrafi bağları koparmayı amaçlamıştır. Bu bölgelerde Kürt nüfusunun yerinden edilmesi, Kürt coğrafyasının bütünlüğünü bozmayı ve Kürt halkının bir arada hareket etme kapasitesini sınırlamayı hedeflemiştir. Özelikle Kürtlerin tarihsel hafızasını temsil eden bölgelerde, demografik yapının değiştirilmesi, yerleşim yerlerinin adlarının Türkleştirilmesi ve kültürel mirasın yok edilmesi gibi yöntemler devreye sokulmuştur. Bu politikalar, günümüze kadar Kürt coğrafyasını kimliksizleştirme amacına hizmet ederken, Rojava’da Kürtler için oluşan özgürlük zeminini de içine alacak şekilde tekrar devreye konuldu. Bu gün Rojava üzerinde gelişen saldırılar, sadece bir alanı ilgilendirmekten çok Kürtlerin bölgesel düzeydeki kazanımlarını hedef alan çok boyutlu bir stratejinin parçası olarak devam ediyor.
ERFÎN İŞGALİ VE KÜRTLERİN ZORLA GÖÇ ETTİRİLMESİ
Efrîn, binlerce yıllık bir Kürt yerleşimi olarak, işgal sonrası büyük bir demografik değişim sürecine tabi tutulmuştur. Yüz binlerce insan zorla yerinden edildi, evleri ve işyerleri çete grupları tarafından yağmalandı, birçoğu asker karargahlarına dönüştürüldü. Kürtlere ait evler, Türk devletinin kontrolündeki Suriye’nin diğer çatışma bölgelerinden, Doğu Guta ve Humus gibi yerlerden gelenlere tahsis edildi. Aynı şekilde, Türk devletinin yönlendirmesiyle farklı çatışma yerlerinden de gelen aileler de Efrîn’e yerleştirildi. Bu süreç, Efrîn halkının geri dönme umudunu yitirmesi ve yerinden edilen yüz binlerin sürgünü amacıyla adım adım gerçekleştirildi. Uluslararası kuruluşlar da bu durumu raporlamış ve belgelerle kanıtlamıştır. Türk devletinin yüzyıllık inkar ve imha siyaseti, demografik yapıyı değiştirme amacına yönelik olarak, Kürtleri yerinden etme stratejisiyle bu gün Rojava’da devam etmektedir. Benzer bir Kürtsüzleştirme politikası, Girê Spî, Serêkaniyê, Azez, El Bab ve Minbiç gibi bölgelerde de hayata geçirilmiştir.
TÜRK DEVLETİ REJİMİN ÇÖKMESİNİ BİR FIRSAT OLARAK GÖRÜYOR
Suriye rejiminin çöküşünü fırsat gören Türk devleti, beslediği çete gruplarıyla Kürtleri tümden Fırat’ın batısından çıkarmak için yeni bir işgal hamlesi başlattı. Efrîn’de diğer yerlerden göç ettirilen yüz binlerce Kürt, benzer bir şekilde hedef alındı ve ikinci göçe zorlandı. Türk devletinin yönlendirdiği ve Arap grupların içinde bulunduğu bu süreç devam eden Kürtsüzleştirme politikasının bir parçasıdır. Minbiç’e yönelik saldırılar, Kobanê etrafında tekrar sahnelenen çatışmaların tümü Kürtlerin topyekun bu alanlardan çıkmasına yönelik planlı saldırılardır.
Türkiye’de geçmişte Kürtlerin hak arayışlarına karşı uygulanan strateji, Rojava’daki Kürtlere karşı da aynı şekilde uygulanmaktadır. Fırat’ın batısı, pilot bölge olarak seçilmiş ve Bakur’daki Kürtlere yönelik izlenen politikanın bir devamı olarak burada da benzer yöntemler uygulanmaktadır. Şêx Said, Ağrı, Dersim ayaklanmalarında yaşanan katliamlar ve sürgünler, 1990’larda Özgürlük Hareketinin geliştirdiği ayaklanma sürecinde milyonlarca Kürt yerinden edildi. Bu gün aynısı Rojava’da sistematik olarak fiili işgal ve farklı saldırı biçimleriyle yüz binlerce Kürdü yerinden etti.
Sonuç olarak Rojava’nın batısındaki ilk askeri müdahale ile başlayan işgal saldırıları, sadece bir askeri müdahale değil, aynı zamanda nüfus müdahalesinin ve coğrafyanın Kürtsüzleştirilme siyasetinin tezahürüdür. Bu sürece, Kürt siyaseti olarak kendini tanıtan ENKS gibi yapılar da dahil oldular ve operasyonun bir parçası oldular. Onlar, Kürtleri koruyacaklarını ve güvenliklerinden sorumlu olacaklarını iddia etmişlerdi ve bu şekilde Efrîn’in işgal sürecini meşrulaştırma misyonunu oynadılar. Rojava’da uygulanan genel strateji, Fırat’ın batısını Kürt’ten arındırma, Fırat’ın doğusunu ise baskı altında tutma ve fırsat bulur bulmaz oraya da nüfus müdahalesi yapma amacını taşımaktadır. Bu stratejinin bir parçası olarak da milyonlarca Suriyeli göçmen barındırıldı. Sivil altyapının hedef alınması, barajlar, tahıl ambarları ve hastaneler gibi sivil yaşam için hayati öneme sahip yapıların bombalanması bu stratejinin bir parçası olarak sürdürülüyor.