Gelişmeleri anlamlandırmak
Başta Kürtler olmak üzere mazlum halklar, ezilen kesimler üzerinde baskılar giderek artıyor. Önümüzdeki süreçte savaş çok daha fazla şiddetlenebilir, yayılabilir.
Başta Kürtler olmak üzere mazlum halklar, ezilen kesimler üzerinde baskılar giderek artıyor. Önümüzdeki süreçte savaş çok daha fazla şiddetlenebilir, yayılabilir.
PKK Yürütme Komite Üyesi Duran Kalkan yaptığı değerlendirmelerde şunları belirtti:
"Özgürlük mücadelemiz bütün cephelerde tüm yoğunluğuyla devam ediyor. Düşmanın topyekûn faşist-soykırımcı saldırıları sürüyor. Biz de Hareket ve halk olarak buna karşı direniyoruz. Mücadelenin daha fazla derinleşmesi, yaygınlaşması, keskinleşmesi var.
Önder Apo, içinde bulunduğumuz süreci Birinci Dünya Savaşı’nın son dönemine benzetiyor. Bazıları savaşın başlangıç sürecine benzetip öyle anlamaya çalışırken, Önder Apo tersini söylüyor. Daha çok dünya savaşının sonuna 1918’lere benzetiyor. Bu önemli ve anlamlıdır. Öyle olunca geçtiğimiz dönemdeki savaşın durumunu daha iyi anlamış oluyoruz. Hem otuz beş yıldır Körfez Krizi ve savaşından itibaren Ortadoğu merkezli olarak yaşanan 3. Dünya Savaşı’nın genel durumunu, hem de 24 Temmuz 2015’ten günümüze kadar süren AKP-MHP saldırıları temelinde bölgede yaşanan savaşın ne kadar derin ve şiddetli olduğunu, bölgede önemli değişiklikler yaratabilme özelliğine sahip bulunduğunu daha iyi görebiliyoruz.
AVRUPA-HİNDİSTAN TİCARET YOLU
Son süreçlerde yaşanan gelişmeleri anlamak ve değerlendirmek gereklidir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalizmin küresel hegemonik bir yapı kazandığında Ortadoğu’daki ulus-devlet şekillenmesi oluştu. Bunu da Osmanlı İmparatorluğunu dağıtarak ortaya çıkardılar. O zaman kapitalist modernite sisteminin çıkarına olan ulus-devlet yapılanmalarıydı. Onun da merkezinde yine Avrupa-Hindistan ticaret yolunun açılması vardı. Yol projesi, Berlin-Bağdat-Basra Demiryolu olarak planlanmıştı. Onun üzerindeki pazarlıklar sonunda Almanya-Osmanlı ittifakı oluşunca Osmanlının Abdülhamit yönetimi ticaret yolunu Almanya’ya verdi. İngiltere ise Fransa ve Rusya ile anlaşarak Osmanlı’nın Afrika ve Körfez’den başlamak üzere topraklarını ele geçirip Osmanlıya savaş açarak yol projesini boşa çıkardı. Bu yol projesi, o zaman engellenmeseydi körfeze kadar ticareti Almanya ele geçirecekti. Böylelikle Almanya, Hindistan-Asya ticaretinde etkili hale gelecekti. Oysa Hindistan, İngiltere’nin sömürgesiydi. Hindistan ve Asya’nın kaynaklarının Avrupa tarafından ele geçirilmesi en temel mücadele konusuydu. Bu mücadele hala günümüzde devam ediyor.
ULUS ÜSTÜ SERMAYE İLE ULUS-DEVLET ÇATIŞMASI
Mevcut gelişmeler süreci anlaşılır kıldı. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ardından 90’lardan itibaren körfez krizi ve savaşıyla başlayan sürecin nasıl bir süreç olduğunu, ABD’nin Sovyetler Birliği yıkılınca gündeme getirdiği ‘Yeni Dünya Düzeni’nin nasıl bir düzen olduğunu ortaya koydu. Bu savaşı ulus üstü tekelci sermaye sistemiyle ulus-devlet statükoculuğu arasındaki çatışma olarak tanımladık. Ulus-devlet statükoculuğu ve sınırların katılığı sermaye hareketini zayıflatıyor, dolayısıyla sömürüyü azaltıyordu. Kapitalist modernitenin Birinci Dünya Savaşı’nda yarattığı ulus-devlet sistemi artık küreselleşen tekelci sermayenin daha çok sömürü yapmasına ters düşüyordu. 3. Dünya Savaşı onu değiştirmek üzere küresel tekelci sermayenin bir saldırısı olarak başladı. Ortadoğu’da oluşturulan ulus-devlet statükoculuğunu parçalamayı ve Hindistan-Avrupa enerji ve ticaret yolunu yeniden oluşturmayı hedefliyordu. Bu temelde de 90’dan bu yana otuz beş yıldır yaşanan bir savaş var.
KÖRFEZİ İSRAİL’E KADAR DENETLEME HEDEFİ
ABD, Körfez Savaşı’nda Ortadoğu’ya Suudi merkez olmak üzere 150 bin asker sevk etti. Körfezi, İsrail’e kadar denetim altına almayı hedefliyordu. Bir yandan Saddam Hüseyin yönetimi sahsında ulus-devlet statükoculuğuna en merkezden bir saldırı yapıyor bir yandan da onunla Körfezi askeri denetime alıyordu. Böylelikle Körfezi enerji yolu için açık hale getiriyordu. Saddam Hüseyin, 91’de Bağdat’a kuşatıldı. 2003’te de Bağdat işgal edildi ve Saddam Hüseyin tasfiye edildi.
2001 İkiz Kule saldırıları ardından ABD’nin önce Afganistan’a sonra Irak’a askeri işgal saldırısı gelişti, Afganistan’ı ele geçirdi, sonrasında da Bağdat’ı da ele geçirdi. Aslında Saddam Hüseyin yönetimi 91’de de çökertilebilirdi ama 2003’e kadar bunu yapmadı. Bunu doğru anlamak gerekiyor. Bu da henüz ABD’nin egemenliğinin zayıf olmasına bağlıydı. Yani ABD’nin Ortadoğu’da Saddam Hüseyin’in yönetimini yıkacak kadar etkinliği yoktu. Böyle bir şeye girerse boşluktan farklı güçler yararlanır gelişme sağlarlar diye korkuyordu. Doğuda bunu yapacak bir İran vardı, bir de kuzeyde PKK vardı. Her iki güç o zaman Bağdat’ta Saddam Hüseyin yönetimi yıkılsaydı Irak üzerinde çok daha etkili hale gelebilirlerdi, çünkü ABD zayıftı ve ABD’ye dayalı güçler hala Irak’ta yoktular.
ABD, dünyada ve Ortadoğu’da oluşturduğu ittifaklarla Körfez Savaşı’nı yürüttü, bir de Suudi’ye çıkardığı askeri ve teknik güce dayanarak yürüttü. 12 yıl gibi bir sürede kendi etkinliğini geliştirmek, Saddam Hüseyin yönetiminin yıkılması durumunda oluşacak boşluktan karşıtlarının yararlanmasını önlemek için bekledi ve İran’a karşı Arap sahası üzerinde etkinliğini geliştirdi. PKK’ye karşı da Uluslararası Komplo’yu geliştirdi.
PKK’NİN ETKİN GÜÇ HALİNE GELECEĞİ KORKUSU
Bağdat’ın düşmesi halinde en çok korktuğu, Irak’ta PKK’nin etkin bir güç haline gelmesiydi. Bu kesindir. Kürt sorunu ya da Kürdistan’dan üzerindeki mücadelenin 3. Dünya Savaşı’yla böyle bir bağı var. Zaten Kürt sorunu, Birinci Dünya Savaşı içinde ve sonrasında ortaya çıkartıldı. Mevcut Kürt sorunu dediğimiz sorunu yaratan Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarıdır.
3. Dünya Savaşı bunun doğrudan bir devamı gibi Kürt sorunuyla da ve Kürdistan’da gelişen Özgürlük Hareketi’yle iç içe yürüdü. Bu doğru anlaşılmayı gerektiren bir durumdur. Aslında ABD, daha Saddam Hüseyin yönetimini düşürür düşürmez Güney Kürdistan’da oluşturdukları yönetimin ve onu oluşturan Çekiç Güç Operasyonu’nun temel kararı, “PKK Başur Kürdistan’a girmeyecek” biçimindeydi. 9 Ekim 1998 Uluslararası Komplosu’yla da Önderliğe saldırı oldu.
ABD, 2010’a kadar esas olarak Körfez çevresinde etkinliği sağlama savaşı yürüttü. Irak’ı bir biçimde işgal etti. Suudi ve Mısır ile ilişkiler kurdu. Sonrasında ‘Arap Baharı’ denilen süreç önemli bir döneme işaret etti. Arap Baharı’nın temel özellikleri de toplumların milliyetçi diktatörlüklere karşı mücadelesiydi. Öyle bir çelişki vardı. Küresel sermaye sistemi kendi çıkarları temelinde bundan faydalanmak istedi.
TÜRKİYE’YE BÜYÜK ROL VERMİŞLERDİ
Türkiye, doğrudan bu sürecin içindeydi. ABD, Ortadoğu’daki saldırılarını geliştirirken giderek Yeni Dünya Düzeni Stratejisini tanımlamaya yöneldi. Büyük Ortadoğu Projesi’yle aslında Türkiye’ye çok büyük bir rol vermişlerdi. Tayyip Erdoğan, Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı olduğunu bile söyledi. Arap Baharı denilen süreçte kitlelerin hareketlenme sürecinden en fazla yararlanan olmak istedi. Mısır’da, Suriye’de örgütlü olan güçlerinin önü açıldı, hızla hareketlendiler. ABD’nin de ön açması ve desteğiyle birçok alanda partileştiler, iktidara geldiler. Mısır’da seçimi kazandılar, Suriye’de rejime karşı ÖSO olarak örgütlendiler. 2015’e kadar ABD ve Türkiye’nin böyle bir ittifakları vardı.
İHVAN-İ MÜSLİMİN HAMLESİ KORKUTTU
Özellikle Mısır’daki durum bunu bozdu. Tayyip Erdoğan mevcut durumu fırsat bilerek, Büyük Ortadoğu Projesi’ni İhvan-i Müslimin’in egemenliği haline getirmek, her tarafa yaymak ve her yerde iktidarı almak istedi. ABD de bundan telaşa düştü. İhvan-ı Müslimin’i oluşturan da ABD oluyordu. Mısır’da Sovyetler Birliği’nin etkisine karşı mücadele için oluşturdular. El Kaide’yi Afganistan’da Sovyetler Birliği’nin etkisine karşı mücadele etsin diye örgütlediler. Bütün bunların örgütlendirilmesinin temelinde ABD öncülüğündeki sistemin Sovyetler Birliği’ne karşı mücadelesi vardı. Yeşil Kuşak Projesi, Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere inmesini engelleme projesiydi. Böylelikle farklı ülkelerde farklı biçimlerde örgütlenmelere gidildi. Türkiye de NATO’ya bunun için alındı. TC, NATO’nun en güneydoğu ucu olarak Yeşil Kuşat Projesi’nin örgütlendirilip yürütülmesinde aktif rol oynadı.
Kapitalist Modernite sistemini İhvan-ı Müslimin’in fırsatlardan yararlanarak Ortadoğu’nun tümünde etkili olma hamlesi korkuttu. O da bir statükoculuktu küresel sermaye sisteminin saldırılarından İhvan-ı Müslimin yararlanmak istedi. O zaman sistem, TC ile birlikte çalışmaları tümden olmasa da koptu.
7 EKİM’LE BİRLİKTE YENİ BİR SÜREÇ BAŞLATILDI
Şimdi 7 Ekim’den bu yana Doğu Akdeniz üzerinde yoğunlaşıyorlar. Aslında 90’dan 2010’a kadar körfez ve çevresi üzerinde saldırılar yoğunlaştı. 2010’dan sonra Suriye gündeme gelince hep Doğu Akdeniz’e doğru yaklaştı. Lübnan’a kadar ulaşan ve İsrail sınırına dayanan İran, ‘Şii Hilali’ oluşturmuştu fakat Kasım Süleymani’yi bu nedenle etkisiz hale getirdiler.
Sonuçta 7 Ekim’de Gazze Savaşı’yla yeni bir süreç başlatıldı. Tamamen Doğu Akdeniz’in enerji yoluna uygun hale gelmesi, yol temizliğinin yapılması, ele geçirilip İsrail’in güvenliğini sağlama temelinde yürütmeyi hedefliyor. ABD, donanmalarını Doğu Akdeniz’e getirdi. Tıpkı 2 Ağustos 1990 Kuveyt işgalinden sonra karadan Suudi’ye 150 bin asker getirmesi gibi bu sefer de deniz kuvvetlerini Doğu Akdeniz’e getirdi. Oranın en etkili askeri gücü haline geldi. Doğrudan askeri saldırıları da İsrail eliyle yürüttüler. Hamas bu savaşı başlattı fakat Tayyip Erdoğan’ın yönlendirmesi kesindir. Bunu biz ilk başta söyledik ve daha sonra da birçok çevre tarafından doğrulandı ama Türkiye’de Tayyip Erdoğan ve şürekâsı üstünü kapatmaya çalışıyor, böylelikle daha fazla teşhir olmasını engellemek istiyorlar. Bir ajan provokatör gibi kullanılıyor.
ABD-İsrail, Gazze’ye saldırı için hazırlanmıştı, bir gerekçe gerekiyordu. Bu gerekçe de Hamas’ın 7 Ekim’de saldırması oldu. ABD’nin Ortadoğu’daki saldırıları hep benzer gerekçelerle oldu. Örneğin 2 Ağustos’ta Saddam Kuveyt’i işgal etti bu da Körfez Savaşı’nın sebebi oldu. 11 Eylül 2001’de El Kaide İkiz Kuleleri vurdu; Afganistan ve Irak işgallerinin sebebi oldu. Hep böyle gerekçelerle devam etti. Yine Putin’i tahrik ettiler, Ukrayna savaşının gerekçesi oldu.
İPİ TAYYİP ERDOĞAN’A ÇEKTİRDİLER
Hamas’ın saldırıları da Gazze’ye İsrail’in saldırması için zemin yarattı. Hamas’ı MOSAD yönlendirdi biçiminde tartışanlar var. FKÖ’yü zayıflatmak için Hamas’ı MOSAD kurdu biçiminde de tartışıyorlar, çünkü bu tartışan kesimler ABD’den de bazı bilgileri alıyorlar. Önderlik değerlendirmelerinde de bunlar vardır. Öyle Hamas denetlenmeyen, tümüyle İsrail karşıtı olan bir güç değildi ama yine de ipi Tayyip Erdoğan’a çektirdiler. Bu da bir gerekçe oldu ve Gazze’yi ortadan kaldırdılar. Gazze savaşı önemlidir. Tarihte de Kudüs ve Gazze paralel gidiyor. Tarihsel olarak şöyle deniliyor: ‘Kudüs’te etkinlik Gazze’den geçer’ deniliyor. Giderek Filistin’de toplumun tümden tasfiye edilmesini hedefleyen bir proje de var. Böyle görmek lazım. Şimdi biraz topluluk olarak kalmalarına izin veriyorlar ama sonra vermeyebilirler, giderek azaltabilirler, çünkü adım adım yapıyorlar, hepsini kuşkusuz yürütemiyorlar.
AKP’NİN HAMAS İLE İLİŞKİSİ İDEOLOJİKTİR
Ardından sıra Lübnan’a geldi. Bunun böyle olacağı belliydi. İran ve Hizbullah’ı İsrail ile savaşa Türkiye tahrik etti. Türkiye’nin hesabı İsrail, Lübnan’da Hizbullah ile savaşa girerse İran da doğrudan savaşa girmiş olacak, çünkü önce Hamas İran’ın örgütüdür diye yaydılar, oradan bir sonuç almak istedi ama İran, Hamas’a sahip çıkmadı. Çünkü öyle değildir; Hamas, İhvan-ı Müslimin’cidir, İran ise Şii örgütüdür. Evet İran belki İslami diğer gruplara destek veriyordu ama AKP’nin Hamas ile ilişkisi İran’ınkinden çok daha güçlüdür. Onların ilişkileri mezhepseldir, yani ideolojiktir.
TÜRKİYE’NİN BEKLEDİĞİ OLMADI
Dolayısıyla İran’ı çok fazla çatışma içerisine çekemediler. Türkiye; İran savaşa girer ve biraz da direnirse iki güç birbirini dengeler, ikisi de zorlanır, Türkiye’ye muhtaç olurlar, iki taraflarla da ilişkiyi sürdürürüm, böylelikle kendisi Ortadoğu’da bu çatışmaya dayanarak etkinliğini sağlar hesaplarını yapıyordu. Hatırlanacağı üzere Türkiye’de Turgut Özal’ın bütün marifeti İran-Irak savaşıydı. İran-Irak savaşı olmazsa Özalcılık diye bir şey Türkiye’de olmazdı. ‘Özal bir dâhiydi, ekonomiyi geliştirdi!’ deniliyor ama gerçekler öyle değildir. Turgut Özel, İran-Irak savaşından kaynaklı Türkiye’nin bütün tortularını hem Irak’a hem İran’a sattı, çünkü ikisi de başka kimseyle ticaret yapamıyordu. Türkiye ile ilişkileri vardı, ikisi birbiriyle savaşıyorlardı. Başka yerden bir şey alamıyorlardı, o ticaret Turgut Özal’ın o kadar iktidarda kalmasını sağlattı. Güya ekonomik olarak Türkiye’ye refah getirdi, deniliyor ama sebebi belirtiğimiz gibidir. Tayyip Erdoğan da İran-İsrail savaşının öyle bir durumu ortaya çıkartacağını umut ve hesap ediyordu fakat gelişmeler öyle olmadı. İsrail’in Hizbullah’a saldırıları taktik ve tarz olarak Gazze’ye saldırı gibi olmadı. Daha çok teknikle vurdular ve iletişimi kırdı. Zaten Hizbullah içerisinde ajan ağıyla yeterince bilgiler toplamıştı hazırlanmıştı. Kısa sürede Hizbullah’a ağır darbe vurdu. Türkiye’nin beklediği gibi olmadı. Öyle İsrail’i zayıflatan uzun süreli bir İran-İsrail savaşına yol açan bir durum olmadı. Tam tersine Hizbullah çok zayıfladı, bu da İran’ın kolunu kanadını yani en güçlü mevzisini kırdı. Bunun üzerine İran, çatışma yerine daha fazla uzlaşma arayışına yöneldi, çatışmaya gücü kalmadı. Bu durum da Türkiye’de bir telaş yarattı. Bunu görmemiz lazım. Böyle olunca Türkiye korktu, aslında Hizbullah’ın içine düştüğü durum İran’ı zayıflattığı gibi AKP’yi de ciddi bir biçimde sarstı ve korkuttu. Hesapladıkları gibi olmadı. İran etkisiz kalıyor, o zaman bölgede İsrail’in önü tümüyle açılıyor diye korktu. 1 Ekim’den itibaren Devlet Bahçeli’nin girişimleri filan hep buradan kaynaklandı. Korku ve kaygı, Hizbullah’ın yediği darbenin Türkiye’deki etkisi böyle bir arayışa yol açtı.
Gerçekten de şuna inanmak lazım; sıra Suriye’ye gelmişti, zaten bilgiler yayıldı. İran ve Hizbullah, zaten Lübnan’da darbe yemişlerdi fakat Astana süreci denilen süreçte Suriye’de bir karmaşık süreç oluşmuştu. Suriye üzerinden Türkiye-Rusya-İran ittifakını yaratan bir süreçti. O da Suriye’de süreç nasıl olur, bu süreci küresel sermaye sistemi nasıl yürütür sorusunu gündeme getiriyordu. Çünkü işin içerisinde Rusya vardı, bir de Ukrayna savaşı vardı. ABD’de Trump devrildi, Biden geldi. Biden, hemen Trump’ın daha önce aldığı Afganistan’dan çekilme kararını pratikleştirdi ve Ukrayna savaşanı geliştirdi.
UKRAYNA SAVAŞIYLA ENERJİ YOLUNU SABOTE ETTİ
Ukrayna cephesinin önemi çok boyutludur. Rusya-Çin alternatif enerji yolunu sabote ettiler. Karadan giden en kestirme ve kazançlı yol aslında Karadeniz’in kuzeyinden Çin-Hindistan’ı Avrupa’ya; Paris’e, Berlin’e, Londra’ya bağlayan enerji yoluydu. Ukrayna savaşı ile bunu sabote ettiler. Çin’in ‘Bir kuşak bir yol’ projesi oydu ve bunu da Rusya üzerinden yürütmek istedi, Ukrayna savaşıyla onu boşa çıkardılar. Öyle olsaydı Çin ve Rusya’nın Avrupa üzerindeki ekonomik etkinliği çok fazla gelişiyordu. Adeta bağımlı hale geliyorlardı. Bir derecede Almanya ve diğer yerler doğalgaz bağımlılığı nedeniyle Rusya ile ilişkilerini oluşturmuşlardı. ABD’nin Avrupa üzerindeki etkisi zayıflayacaktı, çok geri plana düşecekti. Onun askeri etkisi olarak Macron “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” dedi, yeni bir Avrupa ordusuna ihtiyaçları olduğunu da söylediler. O yönlü Almanya-Fransa arasında arayışlar oluşmuştu. Bütün bunlar Avrupa üzerinde ABD etkinliğini zayıflatıyordu, işte bunu tersine çevirdiler. Ukrayna savaşıyla enerji yolunu sabote etti, Rusya’nın Çin ile ilişkilerini kestiler. İsveç ve Finlandiya’yı katarak NATO’yu büyüttüler. ABD böylelikle kazançlı çıktı. Bu kazanca dayalı, yine Rusya’nın da Ukrayna savaşında yaşadığı zorlanmaya dayalı olarak Doğu Akdeniz’deki İsrail’in saldırılarını yürüttü. Suriye’de de bu durum rol oynadı. En son Trump’ın seçilmesi bunu daha da kararlaştırdı. Bazıları ‘Biden başkanlığı bırakmadan bazı şeyleri yapmaya çalışıyor’ diyorlar ama tam da öyle değildir. Evet ABD çok köklü bir devlet olmayabilir, iki yüz yıllık bir devlet ama kurumlaşmış bir devlettir. Trump seçimleri kazandı ve Trump ne diyorsa Biden onu uyguluyor, başka bir şeyi uygulayamaz, çünkü kazanmış olan yönetim odur.
SURİYE KONUSUNDA ANLAŞTILAR, UKRAYNA’YA DA BİÇİM VERECEKLER
Şunu söylemek istiyorum; Trump’ın seçilmiş olması Suriye üzerindeki bu gelişmelerde belli bir etkisi oldu. Örneğin Rusya ile pazarlığın önünü açtı. Trump bunu seçim propagandasında açıktan söylüyordu. Ukrayna ve Suriye üzerinde Rusya ile pazarlık yaptılar. Suriye’de en kritik olan şey, Rusya’nın durumudur. Ukrayna’da da savaş halindeydiler. Rusya, çatışmayı dayatacak pozisyonda olsaydı Suriye’ye böyle saldıramazlardı. İki şeyi birden pazarlık konusu yaptılar. Trump’ın seçilmiş olması bu pazarlığı kolaylaştırdı ve anlaştılar. Demek ki Ukrayna konusunda da anlaştılar. Artık oraya da bir biçim verecekler. Suriye konusunda da anlaştılar. Rusya’nın neyi kalacak bilinmiyor. Belli bir boyutuyla Ukrayna üzerinde anlaştılar. Herhalde Doğu Akdeniz’de bir limanının olması konusunda da anlaşmış olabilirler. Rusya bunu dayatmış olabilir. Eğer dayatmamışsa bu da Rusya’nın çok zayıf bir duruma düşmüş olduğunu gösteriyor. Çünkü var olduğundan beri hedefi Doğu Akdeniz’e ulaşabilmektir. Rus Çarı’nın da hedefi oydu, Sovyetler Birliği’nin de hedefi oydu, çünkü bu Rus stratejisinin esasıdır. Beşar Esad yönetiminin zayıflamasıyla 2010 savaşından sonra daha fazla kendine bağladı, orada kendisine bir alan açtı. Onu bırakmayabilir. Orada da mutlaka bir anlaşma vardır.
DEMEK Kİ YOL PROJESİNE RUSYA DAHİL OLACAK
Öyle anlaşılıyor ki iki yönlü bir anlaşma var. Hem Doğu Akdeniz’de hem de Ukrayna’da pazarlık yaptılar. Ukrayna üzerindeki anlaşma aynı zamanda Doğu Akdeniz üzerinde de anlaşma haline geldi. Böylece Rusya’da enerji yoluna dahil edildi. Suriye’deki çatışmaların önemi budur. Rusya’nın böyle davranmış olması, Esad yönetimini çekilmeye zorlaması, Esad yönetimini pazarlık konusu yapmasının temel anlamı budur. Sadece Suriye sorununu çözmediler, Doğu Akdeniz yolunda Rusya sorununu da çözdüler. Demek ki bu yol projesine Rusya’da dahil olacak. Karadeniz’in kuzeyindeki yolu zaten etkisiz kılmışlardı. Şimdi Rusya ile çelişkileri gittikçe daha fazla azalabilir. Rusya da Doğu Akdeniz üzerinden Suriye üzerinden bu ticarete dahil olabilir. Böylece yol projesi daha güçlenmiş oluyor. İşin o boyutu da önemlidir.
Sistem, Rusya ile anlaşma yapınca diğer cephe çok güçlendi. Önlerindeki tehlike Rusya oluyordu. Onu yaptıktan sonra daha güçlenmiş oldular. Güvenle TC ile yeniden ittifaka oturma gücü kazandılar. Aslında Rusya ile anlaştıktan sonra Suriye’ye böyle bir müdahale projesine Türkiye’yi dahil ettikleri anlaşılıyor. Rusya ile anlaşamasalardı Türkiye’yi dahil etmeyebilirlerdi, çünkü çok çelişkiliydi ve içinden çıkamazlardı. Rusya ile anlaşınca rahatlıkla önleri açıldı, nasıl ki Gazze’de bir ajan provokatör olarak Tayyip Erdoğan’ı kullandılar, şimdi de TC’yi, Esad yönetimini, Baas yönetimini düşürmede benzer bir ajan provokatör olarak kullandılar. İngiltere üzerinden ilişki kurdular, en son NATO Sekreteri Türkiye’ye geldi, Hamas’ın ipini de Tayyip Erdoğan’a çektirdiler. Beşar’ın ipini de Tayyip Erdoğan’a çektirdiler. Aslında Saddam’ın ipinin çekilmesinde de Türkiye’nin etkisi çok oldu.
‘Esad yönetimi nasıl böyle on iki günde düşürülebiliyor’ diye söyleyenler oldu ama bu kadar ittifak olduktan sonra elbette bu mümkündür. Çünkü Baas yönetiminin bir gücü kalmamıştı, Hizbullah-İran-Rusya vardı. İsrail vurdu; Hizbullah ve İran darbe yediler. Rusya da karşı tarafa geçti, Beşar Esad için çekilmekten başka bir şey kalmadı. Direnme ve dayanma şansı ve gücü de yoktu. Belki bir iki gün daha direnebilirdi ama ezilecekti. Onun yerine böyle bu biçimde yönetimi teslim etmeyi kendi çıkarına buldu. Süreç hızlı bir biçimde böyle gelişti.
İSRAİL ELİYLE BÖYLE BAŞARALI OLMAYABİLİRDİ
Suriye’de Ortadoğu’yu ve dünyayı sarsacak gelişmeler olacak deniliyordu. Çünkü İsrail o havayı da vermişti. İsrail; Hamas ardından Hizbullah’ı, İran’ı vuracak, Şam’ı da vuracak acaba çok sert ezecek mi diye tartışılıyordu. Kurnaz çıktılar AKP-MHP’ye rolü verdiler. Kendini Müslüman sayan Türki yönetimi üzerinden devirdiler. Türk-Arap ilişkilerini kırdılar ve gerginliğini arttırdılar. İran ile Türkiye’nin çelişkilerini arttırdılar. Bu proje bunlara yol açtı. Aynı şeyi, İsrail eliyle yürütmeye kalksalardı böyle başarılı olmayabilirlerdi, karşı direniş daha fazla olabilirdi. ABD yapsaydı farklı çelişkiler olacaktı, tersine dikkat edilirse Ortadoğu içinde çelişkileri geliştirmek ve daha çok çatıştırmak için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Emperyalizmin böl yönet politikası deniliyor, bu da pratikte yaşanıyor. Teorik olarak bildiğimiz şeyler pratikte gerçekleşiyor. Bunu anlamak gerekiyor. Gerçekten de bölüp parçalıyorlar, karşıt hale getirdiler.
SİSTEM, KÜRTLER ÜZERİNDEN TÜRKİYE İLE ÇATIŞMAYA GİRMEYEBİLİR
Şimdi Suriye ve ardından Irak’a geçilirse sıra Kıbrıs’a gelecek. ABD, geçen yıl Kıbrıs ile stratejik askeri anlaşma imzaladı. Yakın bir süre önce İsrail anlaşma yaptı. Defalardır Kıbrıs yönetimiyle Doğu Akdeniz’de askeri tatbikatlar yapıyorlar. En son İsrail, Kıbrıs’ın hava savunması için İsrail’e benzer bir sistem oluşturmayı kararlaştırdı. Aynı şeyi Almanya ve Amerika, Yunanistan’da yaptı. Yunanistan’ı tümüyle buna hazır hale getirdiler. Limanlarını ve F-35’lerle güvenlik sistemlerini oluşturdular. Şimdi birlikte Güney Kıbrıs’ı da hazırlıyorlar. Sıra Kıbrıs’a geldi mi Türkiye sorunu orada gündeme gelecek. Doğrudan Suriye üzerinden dolayısıyla Suriye’deki Kürtler üzerinden yapmak istedikleri kısmi etkide bulunur, Türkiye ile çelişkileri Suriye üzerinden derinleştirmeyebilirler ama Kıbrıs üzerinden Türkiye’nin üzerine gidebilirler. Orada sistem ile Türkiye çelişecek, çatışmaya girecek, çünkü Türkiye, Kuzey Kıbrıs’ı daha fazla tutamayacak. Kuzey Kıbrıs, Güney Kıbrıs ile birleşmek isteyecek. Yine deniz sahası deniliyor orası üzerinden mücadele gelişecek ve çatışmaya girecekler, çelişecekler.
Sistem, Kürtler üzerinden Türkiye ile çatışmaya girmeyebilir. Çünkü Türkiye’nin bu konuda çok hassas olduğunu biliyor. Oradan çatışmaya girerse Türkiye siyasetinde hiçbir şey olmaz, hiç kimseyi de etkileyemez. Farklı yönlerden girecek ama oradan da diğer politikalar da gündeme gelecek. Örneğin Kıbrıs üzerinden girecek, örneğin enerji yolu üzerinden girecek. Farklı etkenleri gündeme getirecekler. Sonra da Kürt sorunu gündeme gelecek.
Aslında TC bunun farkındadır. Devlet Bahçeli’nin yaklaşımlarında biraz bu yansır gibi oldu fakat tam bilemiyoruz ama sanki Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli’ye müdahale etti, çünkü Tayyip Erdoğan istemiyor. Tayyip Erdoğan tek bir şey istiyor o da kendisini ölene kadar iktidarda tutacak bir politikanın sürdürülmesidir. Tayyip Erdoğan’a başka bir şey gerekmiyor. Ne dini var, ne milliyetçiliği var, hiçbir şeyi yoktur. Zaten Türk De değildir. Kesinlikle onun için işin ciddileşmesinin önünü aldı.
SÜREÇ UZAYACAK, SİSTEMİN ZAMANA İHTİYACI VAR
Bu süreç biraz uzayacak, çünkü sistemin zamana ihtiyacı var, yaptıkları şeyleri hazmetmeleri gerekiyor. Ne zaman böyle bir şey olur, denilebilir. Onun için iki şey söylenebilir;
* Bir, zamana ihtiyaçları var hazmetmeleri lazım ama ne Lübnan’da ne Suriye’de ne de Irak’ta kalıcı bir sistem kurulabilir. Ona doğru adım atarlar ama Türkiye ve İran’da statükoculuk çözümlenmezse yeni Ortadoğu sistemi oluşmaz. Kapitalist sistem, kendi sistemini kuramaz. Onları hallettikten sonra sistemi oluşturabilir, çünkü her ikisi de boşa çıkartırlar. Hele hele bu iki statükocu güç birbirleriyle ilişkilenirlerse çok daha fazla boşa çıkartırlar. Mevcut haliyle öyle bir etkinlikleri var.
* İkincisi ise PKK etkeni var. 3. Dünya Savaşı denilen savaşın başlangıcına gidelim, o zaman da hemen PKK’ye karşı politikayı ortaya koydular. Nasıl ki Türk milliyetçiliği Kürt’ten korkuyor, kapitalist modernite sistemi her şeylerini elinden alıp götürecek diye PKK’den korkuyor. Önderliğe böyle bir karşıtlıkları var. Mevcut Önderlik paradigmasına çok öfkeliler.
Birinci Dünya Savaşı’nda böyle bir şey yoktu. Bolşevikler bir gecede hükümeti tutukladı, devrim yaptı ve onu da sürdürdü, çünkü karşılarında engel yoktu. Şimdi öyle değildir. Geçen yüz yıllık tecrübe sistemi bu konuda çok duyarlı hale getirdi. Sistem içi çelişki ve çatışmalar ayrı, alternatif sistemle toplumla çelişki ve çatışmaları ayrıdır. Toplum ile çelişki çatışma gündeme geldi mi kendi aralarındaki çelişki ve çatışmaları uzlaştırıyorlar. Onun için PKK’yi zayıflatmadan, ezmeden ya da kendi yörüngelerine çekmeden ya da bir alternatif geliştiremez duruma düşürmeden Türkiye’ye müdahale etmeleri zordur, bu konuda çok ihtiyatlıdırlar. Bunu görmek gerekiyor.
Aslında mevcut TC devleti de bunu biraz fark etmiş gibi görünüyor. Her yere gidip ‘sadece bizim için değil terör sizin için de tehlikelidir’ diyor, ‘terör’ dedikleri ise Önder Apo’nun düşünceleridir. Bunu kendi aralarında tartışıyorlar ve böylece destek alıyorlar. Bu biraz daha sürer ama bu durum nereye kadar sürer çok net değildir.
NE YIKICI YAKLAŞIM NE DE HEMEN UZLAŞMA
Saldırılarla sonuç almak istiyorlar, bunlar boşa çıkartılırsa farklı gelişmeler de olabilir. Bu bir mücadeledir, kendi stratejimizi, tarzımızı, taktiklerimizi görmeliyiz. Onların projelerini, bu temeldeki saldırılarını boşa çıkarttıkça biz ilerliyoruz. Boşa çıkartıcı mücadele geliştirmemiz gereklidir. Bir anda öyle onları yok edici ya da tümüyle uzlaşma yaratıcı bir durumu aramamak lazım, öyle beklentiler yanlıştır. Ne yıkıcı yaklaşım doğru ne de hemen öyle bir uzlaşma yaklaşımı doğrudur. Mücadele etmeyi öngörmeliyiz, mücadele etme gücünü, iradesini, ısrarını kendimizde bulabilmeliyiz. Bu iş adım adım mücadeleyle olacak. Onlar bize darbe vuracaklar ve yok etmeye çalışacaklar, biz onların projelerini boşa çıkarttıkça da güçleneceğiz, giderek onlar zayıflayacaklar.
Biz Önder Apo’nun paradigmasını uygulamak istiyoruz. Bu da mücadele gerçekliğini, çelişki ve çatışma ortamını doğru tespit etmekten geçiyor. Avrupa’nın da diktatörleri vardı, yıkıldılar. Ortadoğu’nun da var. Saddam Hüseyin’in yıkılmasını küçümsememek lazım. Ortadoğu’da 35 yıl iktidar olanlar kısa bir sürede yıkıldılar. Keskin Arap milliyetçileriydiler, ulus devlet milliyetçileriydiler. Biraz yumuşak olanları yaşatıyorlar, örneğin krallıkları yaşatıyorlar. Şimdi bu ulus-devlet statükoculuğu milliyetçiliğiyle çatışıyorlar, ulus-devlet milliyetçiliğinin öncüsü de TC’dir. Bu süreç sistem açısından da zor sona erer, kendi aralarında uzlaşmaya da zor gidecekler. Çatışmalı süreç devam edecektir."